lamelifdergisi.com

Abdullah Baba'nın Hayatı

İslam âleminin ve tasavvuf yolunun müstesna bir ferdi, ilim, irfan, edep, tevazu, aşk ve vecd hali ile İslam’ın rahmet kapılarını insanlığa açan, Kadir-i, Rufai, Bedevi, Dussûki, Şazeli, Nakşibendî, Bayram-i, Bektaş-i, Mevlevi Üstadı Hadim-ül Fukara Nevşehirli Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri 5 Nisan 1933, Hicri Zilhiccenin 9’u 1351 yılında Nevşehir ilinin Herikli Mahallesinde dünyayı şereflendirmiştir.

Abdullah Gürbüz (ks) Hz.lerinin Lakapları, Mahlasları

Adı Abdullah, soyadı Gürbüz’dür. Hadim-ül Fukara (fakirlerin hizmetçisi) ve Baba lakabı ile anılır. Hadim-ül Fukara (Fakirlerin Hizmetçisi) mahlasını alması O’nun Peygamber (sav) Efendimize bağlılığından gelmektedir.

Abdullah Baba (ks) bu konuyla ilgili şunları anlatmıştır:

Peygamber (sav) Hz.leri, iman ehli olan fakirlere hizmet ederdi. Onların davetlerine icabet eder, ikramlarını geri çevirmez, onlarla sohbet etmekten zevk alırdı. Bir gün Peygamber (sav) Efendimiz sahabelerine bir ikram sırasında hizmette bulunurken, uzaklardan gelen bir atlı yanlarına yaklaşarak, şöyle dedi: 

─ Bu Kavmin Efendisi kim? O’nu arıyorum.

Efendimiz (sav) bu soruya, o anda sahabelerine hizmet etmekte olduğundan, asırlar boyunca yankılanacak ve aynı zamanda atlı adama cevap niteliği taşıyan şu sözlerle mukabele etti:

─ Bir kavmin Efendisi, ona hizmet edendir.

Kendisine Risalet verildiği ilk dönemlerde Efendimiz(sav)’e iman eden kişilerin yaşı on beş ve yirmi beş arasındaki gençlerden olup hepsi de fakir insanlardı. Onlarla oturur, sohbet eder; dertleri ile dertlenirdi. 

Enes bin Malik (ra) Hz.leri, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem`in: 

“Eğer ben bir koyun paçası ziyafetine çağırılsam, muhakkak icabet ederdim. Yine bana bir paça hediye edilse, onu da muhakkak kabul ederdim” (Buhari) buyurduğunu rivayet etmiştir. 

Yine Enes Bin Malik (ra) Hz.lerinden naklen Rasulullah (sav) in şöyle buyurduğunu anlattı;

“Herkesin bir sanatı vardır. Benim sanatım da fakirlik ve cihattır. Bunları seven, beni sevmiş olur. Bunlara buğz eden bana buğz etmiş olur” (Buhari).

Müslüman’a yakışan, kendisi zengin olsa dahi, fakirlik hallerini ve fakirleri sevmektir. Çünkü fakirleri sevmek Rasulullah’ı sevmektir.

Nitekim Allah-ü Teâla Hz.leri Rasulüne;

“Sabah akşam Rablerine, sırf O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte sabret” (Kehf /28) buyurmuşlardır.

Bunun daha açık tefsiri şudur;

“Nefislerini ibadet için tutanlarla beraber sen de tut”. Bu ayeti kerimenin nüzul sebebi şöyle anlatıldı:

Uyeyne b. Hasen Fezari, bir gün Rasullulah’ın huzuruna geldi. Bu zât kavminin reisi idi. Bu sırada Rasulullah (sav)’ın huzurunda ashabın fakirlerinden Selman Farisi, Suheyb b. Sinan Rumi, Bilal b. Hemmame Habeşi ve diğerleri vardı. Eski elbiseler giymişlerdi. O elbiseler içinde terliyorlardı.

Uyeyne, Rasullulah’a şöyle dedi:

“Bizim şerefimiz var. Sana geleceğimiz zaman, bunları buradan çıkar. Bunların durumu bizi üzmektedir. Bizim için ayrı bir meclis kur.”

Allah-u Teâlâ, onları meclisten çıkarmayı nehyetti. Ayet-i kerime nazil oldu;

“Nefsini, şu kimselerle tut: Onlar akşam sabah Rablerine dua eder, O’nun rızasını dilerler. Dünya ziynetini dileyip, gözlerini onlardan ayırma. Sonra kalbini zikrimden aldığım kimseye itaat etme. Çünkü o hevai arzusuna uymuştur. Onun işi, boşa gitmiştir.”(Kehf /28)

Bu hadiseden sonra Peygamber (sav) Hz.leri o kişiye dönüp;

“El-Fakru Fahri” (Fakirlik benim iftiharımdır)diyerek övünmüştür. 

Rasulullah (sav)’in şu şekilde dua ettiği rivayet olunur:

“Allah’ım beni fakir olarak öldür, zengin olarak değil. Ve beni kıyamet günü fakirlerle beraber haşret !”(Kütüb-ü Sitte)

Sahabeden Abdullah b. Ömer, Rasulullah (sav)’in şöyle buyurduğunu anlatır;

“Halkın, Allah’a en sevgilileri fakirlerdir. Çünkü Allah’ın en çok sevdikleri, peygamberler olduğu halde onları da fakirlerden eyledi.”

Bizde;

Hz. Muhammed (sav)’in yolunda fakirlerin hizmetçisiyiz. Yani, “Hadim-ül Fukarayız” buyurdular.

Baba lakabı ise, Peygamber Efendimiz (sav)’in:

“Ben size ancak baba yerindeyim, size gerekenleri öğretirim” (Davud) buyurduğu gibi,Mürşid-i Kamil zâtlar da peygamber varisi olmaları sebebi ile bütün insanları evlatları görerek onları kurtarmaya çalışmasından, maddi ve manevi sıkıntılarına çare bulmasından, onlara şefkatli yaklaşmalarından, affedici özelliklerinden, yumuşak davranmalarından dolayı “baba” lakabı almışlardır. 

Allah-ü Teâlâ Hz.leri;

“Allah’ın rahmetinden dolayı Ey Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile. İş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah’a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.” (Al-i İmran /159) buyruğu ile insanlara yaklaşan Peygamber (sav) Efendimiz gibi, onun varisi olan Mürşid-i Kamiller de aynı şekilde muamele ederler. 

Abdullah Baba (ks) bir sohbetinde;

“Baba” hitabı, sevgiden ileri gelir. İnsan babasına sevgi duyar, bağlanır. Öz babasına bağlandığı gibi… Öz babası onun bu dünyada yiyeceğini, içeceğini ve korunmasını sağlar. Evlendiği kızın babası da dinen babasıdır. (Bu ayetle sabittir.) 

Bir de ilim öğrendiği kişi babası gibidir. Herkese “Baba” unvanı verilmez. Kimisi şeyh, kimisi mürşid, kimisi Efendi diye adlandırılır. Bizim babalığımız yani “Manevi Babalık” başkadır. Evladım! Manen daraldığınızda “Baba” diye himmet isterseniz; tesiri daha çabuk olur. Zira bize maneviyatta “BABA” lakabı verilmiştir. 

Dervişlerimizden Peygamber Efendimizi rüyasında görenlere, Peygamber Efendimiz:

“Manevi Babanız Abdullah Efendi’dir”, demiştir.

Ayrıca Rasulullah (sav) Hz.leri kölesi Zeyd’e;

“Bu benim manevi evladımdır”, demiştir. Yani manevi evlatlık ve manevi babalığı Resulullah (sav) Efendimiz de tasvip etmiştir.

Meşayıh-ı Kiram’dan “Baba” lakabı ile tanınan Somuncu Baba, Kuddusi Baba, İrşad-i Baba, Bilal Baba, Baba Semmasi Hz.leri gibi daha pek çok mübarek zâtlar vardır.

 Nesebi – Soyu

 Abdullah Baba’nın (ks) anne tarafından soyu dört koldan gelmektedir. Mübarek valideleri Feride Hanım ve onun annesi, onun da annesi, Hz. Hasan Efendimizin soyundan gelmiştir. Anne tarafından dedesi de Hz. Hüseyin Efendimizin soyundan gelmiştir. Üstadımızın güzel nesebi hem Hz. Hasan hem de Hz. Hüseyin Efendimizin soyundan geldiği için; aynı zamanda Ebu’l Alemeyn (çift sancaklı) diyerek de anılır. Bu iki şecerenin bir araya gelişi şöyle olmuştur;

Efendi Hazretlerinin anne tarafından dedesi olan zât bir müddet Bağdat’ta ikamet etmiş. Daha sonra Bağdat’tan Kayseri’nin Baş Köyüne, oradan da Niğde Sofular’a ve nihayetinde Nenezik Köyüne yerleşmişler. Burada Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri’nin muhterem valideleri Feride Hanım’ın Hz. Hasan Efendimizin soyundan gelen ninesi ile Hz. Hüseyin Efendimizin soyundan gelen dedesi bu şecerelerini birleştirerek orada evlenmişlerdir.

Yani Efendi Hazretlerinin annesinin dedesi ve ninesin de hem seyyidlik, hem de şeriflik bulunmaktadır. Zira eskiden seyyidlik şeceresi olurdu. Bu şeceresi olan kadın evleneceği erkekte de bu şecereyi arar ve bu şekilde iki şecere birleşir. Rasulullah (sav) Efendimiz’in nuru ziyade olurdu. Ancak, daha sonraları bu şecerelere gerekli ihtimam ve titizlik gösterilmediği için dikkat edilmez oldu. 

Baba tarafı ise; Türkistan tarafından gelmişlerdir. Babasının babası yani dedesi yedi kardeş olup, oldukça zengin, dört katar develeri olan bir aile idiler. Türkistan’dan Anadolu’ya gelme kararı verirler ve ilk olarak Van iline yerleşirler. Oradan Erzurum’a ve daha sonra Kayseri’ye gelirler. Fakat bu hicretleri sırasında ilahi hikmet gereği, her kaldıkları ilde bir kardeşleri vefat eder. Böylece bir erkek ve bir kız kardeş kalmışlar ve onlar da Nevşehir’in Gülşehir ilçesine yerleşmişlerdir. Maddi durumları oldukça iyi olduğu için, Osmanlı Devleti kendilerine o yörede bir köy tahsis etmiştir. Onlar da köyün ismini develeri çok olduğu için, “Cemel” koyarlar. (Deveciler Köyü anlamındadır.) 

Abdullah Baba’nın dedesi, Hacı Mehmet Mertler uşağı Ahmet Dede, halk tarafından sevilen, saygı duyulan, değerli bir insandı. Gücü ve kuvveti ile de o yörede nam salmış bir zât idi. Kendisi Balkan Harbine katılmış ve o savaşta şehit düşmüştür. 

Keif yolundan bildirildiğine göre, Abdullah Baba (ks) Hz.leri, Emir Sultan Hazretlerinin ve Ahmet Yesevi Hz.lerinin kendisini maneviyatta “torunum” diye sevdiklerini bize nakletmiştir.

 Anne ve Babası

 Abdullah Gürbüz (ks) Hazretlerinin babası Nevşehir eşrafından (Gübbasanoğulları) lakabıyla tanınan Mahmut Efendi’dir. Nevşehir’de saygın, hatırı sayılır esnaflardan biri idi. Muhterem valideleri ise; Allah yolunda mücadele eden takva, edep ve güzel ahlakı ile örnek olan, insanlara nasihat eden, cenaze yıkayan, kadınlara sohbet veren, aynı zamanda tasavvuf yolunda Çekiçlerli Hacı Ahmet Baba ismindeki zâtın Nevşehir zakiri olarak hizmet eden mümine bir annemizdir. Mahmut Efendi ve Feride hanımın dört erkek, bir kız, beş evlatları dünyaya gelmiştir.

Mahmut Efendi ve Feride annemizin bu çocukları arasında Abdullah Baba’nın her yönden farklılığı daha doğumundan itibaren kendini göstermeye başlar. Öyle ki dünyaya gelişinden itibaren altı ay kadar bir süre, sürekli, ağlar. Henüz altı aylık bir çocuğun sürekli ağlamasından korkarak doktora götürürler. Doktorlar da bir çare bulamaz. Zira çocukta en ufak bir rahatsızlık, vücudunda bir hastalık yoktur. Dünyalar güzeli nur yumağı, sabi bir yavru acaba neden bu şekilde ağlıyor?… Bu olaydan birkaç gün sonra bir meczup zât evlerinin kapısını çalar:

─ Siz bu çocuğun neden ağladığını biliyor musunuz? diye sorar. 

Onlar da bilmediklerini ve bundan dolayı çok üzüldüklerini, doktorların dahi bir çare bulamadığını ifade ederler.

O Meczup zât onlara şu cevabı verir;

─ Sizin evladınız hak katında pek kıymetli bir kişi olacak! Bu sabi yavrunun ağlaması ümmeti Muhammed içindir! Siz onu anlayamazsınız! Eğer ağlamasının kesilmesini istiyorsanız; bu çocuğu kabristana götürün, ağlaması kesilir.

Anne ve babası biraz şaşırır fakat başka bir çare kalmadığı için kabristana götürürler. Nihayetinde o meczup zâtın söylediği gibi olur ve ağlaması kesilir.

Yine Abdullah Baba (ks), henüz sekiz aylık iken ağır şekilde ateşlenip, hastalanmıştır. O dönemde şimdi ki gibi doktor bulmak kolay olmadığı için, kendisini orada tanınmış takva sahibi, âlim bir hoca Efendiye götürürler. Hoca Efendi çocuğu görünce anne ve babasına:

─ Bu çocuğu iyi muhafaza edin. Herkese pek göstermeyin. Nazar değebilir. Zira bu çocuk ileride çok maneviyatlı bir kimse olacak. Hatta kendisi vefat edeceği zamanı önceden söyleyecek, der.

Bu yaşanan hadiseden sonra annesi, oğlunun incinmesine ve üzülmesine sebebiyet verecek durumlara karşı daha dikkat eder olmuştur.

Yine bir gün Muhterem valideleri Feride Hanım rüyasında geniş bir yol görür. Bu gördüğü yolun sonu Mekke’ye çıkar. Yolun sağına ve soluna fidanlar dikerek o yolda yürürken, vakit ikindiyi geçmiş akşama yaklaşmıştır. Kendi kendine şöyle düşünür;

“Şimdi, yanıma Ahmet’i çağırsam o çalışıyordur. Âdem’i çağırsam onun da yaşı daha çok küçük, bana yardımı olmaz. En iyisi Abdullah’ı yanıma çağırayım da fidanları o diksin” der ve Abdullah Baba, annesinin elinden fidanları alır, yolun sağına ve soluna dikerek Mekke’ye doğru ilerler. Gördüğü bu rüyadan çok etkilenir. Üstadı Çekiçlerli Ahmet Efendiye bu rüyayı anlatır. 

O zât Feride Hanıma,

─ Evladım! Rüyan; oğlun Abdullah’ın ileride, insanları irşat eden, insanları hak yola çağıran büyük bir zât olacağına işaret ediyor. Allah mübarek etsin, der.

Ve Feride Hanım’ın bundan sonra oğlu Abdullah’a ilgi ve alakası daha da artmış, hem de ona bir zarar gelmesinden, nazar değmesinden çekinir hale gelmiştir.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin bazı dostları da vardır ki, bu zâtlar daha çocuk yaşta bazı farklılıkları meydana gelmiştir. Bu zâtların en başında elbette Peygamberler gelmektedir. Örnek verecek olur isek, Yahya (as) hakkında Cenab-ı Zülcelâl Hz.leri Ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor:

“Ey Yahya, Kitabı kuvvetle tut! (dedik.). Ve daha çocukken ona hikmet verdik. Hem de katımızdan yumuşak bir kalplilik ve bir temizlik verdik ona. O, çok takva sahibi biri idi” (Meryem /12,13) buyrulmaktadır.

Yine bir başka ayet-i kerime’de İsa (as) hakkında Allah(cc);

“O; ‘Haberiniz olsun ben Allah’ın kuluyum, O, bana bir kitap verdi ve beni bir peygamber yaptı. Beni her nerede olursam mübarek kıldı ve hayatta kaldığım müddetçe bana namazı ve zekâtı tavsiye buyurdu’ ” (Meryem /30,31) buyurmuştur.

Peygamber (sav) Efendimizin de daha henüz çocuk yaşta iken yaşamış olduğu hadise yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır:

“Ey Muhammed! Senin gönlünü açmadık mı?”(İnşirah /1,8)

Allah-ü Teâlâ Hz.leri göndermiş olduğu Peygamberlerine, çocuk yaşta iken bahşetmiş olduğu bu gibi özellikleri Kur’an-ı Kerim’de bizlere haber vermiştir.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri bir sohbetinde şöyle buyurdular:

Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin iki çeşit evliyası vardır. 

Biri; Allah-ü Teâlâ’yı seven evliyadır. Bu zâtlar belli bir yaşa kadar bir takım hatalar, günahlar işlerler ve daha sonra yaptıklarına nedamet duyarak tövbe ederler. Nefsi ile çetin mücadelelere girerek Allah’a dostluk kapısını açarlar. Tasavvuf yolunda büyük hizmetleri olan Bişri Hafi Hz.leri, Habib-i Acemi Hz.leri gibi, mübarek zâtlar bu zümredendir.Diğer bir evliya zümresi ise Allah’ın sevdikleridir. 

Bu zâtlar ise daha doğduklarından itibaren ilahi muhafaza altındadır. Günah-ı kebairden uzak, yalnız Allah-ü Teâlâ Hz.lerine layık bir kul olabilme mücadelesine çocukluğundan itibaren başlayan kimselerdir. Böylesi zâtların çocukluk dönemlerinde pek çok harikuladelikler zuhur eder. Cenab-ı Hak, o kulunu, insanlara irşad için gönderdiğini daha küçük yaşlarda insanların kalbine ilham eder. 

Pirimiz Abdülkadir Geylani Hz.leri, Pirimiz Mevlana Celaleddin-i Rumi Hz.leri ve daha nice evliya-ı kiram bu zümredendir.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri Allah’ın sevdikleri zümresine dâhil olan örnek bir şahsiyettir. Ve ileride insanları irşad ve terbiye edeceği, o dönemde ki Allah Dostu zâtlar tarafından, müşahede edilmiş ve haber verilmiştir. 

Peygamber(sav) Efendimiz döneminde de yaşı küçük olmasına rağmen etrafındakilerden farklı özelliklere ve kemale sahip Itap b. Üseyd ve Üsame b. Zeyd’ gibi bazı genç sahabeleri yaşlı sahabelerine tercih etmiştir. Bu, Allah’ın bazı kullarına ezelde bahşettiği lütfu ilahiyedir 

Hz Ömer (ra) ise hilafet yıllarında İbn-i Abbas’ı hepsinden önde tutar, büyük işler üzerine onunla müavere ederdi.

Zahirde sultana nasıl itaat gerekli ise, batında ki “Emir”e de itaat öyle gereklidir. İster yaşlı olsun ister genç. Şu da vardır ki, kırka varmayınca tam neşe hâsıl olmaz. Fakat Türk dilinde şu deyim meşhurdur: “Gün doğuşundan bellidir”. İlim ve hikmet, kimde varsa bellidir. Ve “Hikmet müminin yitiğidir; bulduğu yerde alır” Hadis-i Şerifi gereğince ondan istifade etmelidir.

Pirimiz Gavs-ül Azam Abdulkadir-i Geylani (ks) Hazretleri, daha henüz dokuz yaşlarında iken manen haberdar edilmiş ve o yaştan sonra Allah ve Resulünün sevgisini aramaya başlamıştır. 

İslam Âleminin müstesna büyüklerinden Pirimiz Mevlâna Celaleddin-i Rumi (ks) Hz.leri’nin de daha çocuk yaşta iken pek çok rüyaları ve halleri zuhur etmiş, babası Sultan-ül Ulema Bahaddin-i Veled Hazretleri’nin övgüsüne mahzar olmuştur. Hatta devrin büyük mutasavvıfı ve âlimi Feridüddin-i Attar Hazretleri de onun ileride çok büyük bir irşatçı olacağını müjdelemiştir.

Bazı Arap, Acem ve Rumeli şeyhlerinin daha çocukluk çağlarında iken manevi hallerle karşılaşmaları tam ve kâmil istidada sahip oldukları içindir. Sehl b. Abdullah Tüsteri ve benzeri zâtları sayabiliriz. Gençlik çağında iken bu hali yaşayan çok olmuştur. Bu gibi zâtlar İsa (as), Yahya (as) ve Yusuf (as) Peygamber meşrebindendir. 

Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin bazı dostları daha çocuk yaşta olmalarına rağmen, her hal ve hareketlerini Hakkın rızasına uygun yaşamaya çalışmışlar, asla Allah’ın (cc) razı olmadığı amelleri işlememişlerdir. 

Cenab-ı Zülcelal Hazretleri, peygamberlerine ihsan etmiş olduğu güzelliklerin bir benzerini onların varisi olan Mürşid-i Kamil zâtlara da bahşetmiştir. 

Allah-u Teâlâ Hz.leri Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur;

“Daha çocukken, O’na hikmet katımızdan kalp yumuşaklığı ve safiyet verdik” (Meryem /12,13) buyurmaktadır.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin her dönemde kullarını irşat için böyle seçilmiş zâtları bulunmaktadır. 

Abdullah Gürbüz (ks) Hazretlerinin de, daha çocuk yaşlarda iken, pek çok harikulade halleri ve rüyaları cereyan etmiş. Allah-u Teâlâ Hazretlerine kul olmanın en büyük saadet olduğunu anlamış ve o yaşlarda, Allah-u Teâlâ Hazretlerine kul olmanın mücadelesini vermiş, bunun yanında da elinden geldiği kadar insanlara yardımcı olmaya çalışmıştır.

Bizlere hayatımızın her noktasında ışık tutan, Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri, çocukluk dönemini şöyle anlatır:

Küçük yaşta iken Fatiha-ı Şerife’yi öğrenip, mealini de bir hoca efendiden öğrendikten sonra, “Bu Ümmül Kitap’tır, bunun sırrına mahzar olalım Ya Rabbi”, diye ağlardım.

Yedi yaşıma geldiğimde annem ve babam; “bu çocuk kafayı bozacak”, diye beni odaya kilitlerdi. Kapının üzerinde bulunan kemerlerin arasından geçer, “Allah” diyerek, üç metre yüksekten kendimi aşağıya bırakırdım ve beni meleklerin tuttuğunu müşahede ederdim.

Sabahları seherlerde kalkar, sabah namazı için Hoca Efendiyi uyandırırdım. Hoca Efendinin bana verdiği büyükçe anahtarı alır, doğruca camiyi açmaya giderdim. Daha küçük olduğum için, kapıyı açmaya gücüm yetmezdi. Sabah namazına camiye gelen ihtiyarların yardımıyla kapıyı açardım. Gelen cemaat:

“Evladım Abdullah, haydi bir Ulu!” derlerdi. 

Ezanın aslı gibi Arapça okunmasının yasak olduğu bu dönemlerde, “Tanrı uludur, tanrı uludur, tanrıdan başka yoktur tapacak” diye ezan okurdum.

Yaşadığımız o zamanlar insanların inanç noktasında çok sıkıntı çektikleri bir devirdi. Kadınlar çeşmeye gittiklerinde başörtülerini açarlardı. Kur-an’ı Kerim okuyanlar tutuklanırdı. Ben de herşeye rağmen Allah’ın (cc) Kelamı, Kur’an-ı Kerimi öğrenmek için hocalara gittim ve onlardan ders almak istediğimi söyledim. Ancak dini bilgiler almak yasaklandığı için, Hoca Efendiler;

“Abdullah, bu yaştan sonra hapse giremeyiz, kusura bakma, öğretemeyiz” dediler. 

Daha sonra benim ısrarım üzere babam, Kurşunlu Camii İmamı Saatçi Hafız Efendi’ye ricada bulundu ve bana Kur-an’ı Kerim’i öğretmesini istedi. O camide hem Kur’an-ı Kerim öğreniyor, hem de müezzinlik yapıyordum. Elif cüzü bitirmiş Ammeye geçmiştik. Bir gün, camide mum ışığında Kuran okurken, polisler baskın yaptılar. O gün, hem Hoca Efendiyi hem de beni; “Siz niye Arapça Kuran okuyordunuz?” deyip, dövdüler.

“Kur-an’ı Kerim öğrenmemize neden müsaadeetmiyorlar?” diye üzülürdüm. Bazı geceler de, rüyamda; gayet nurani, sarı sakallı bir zât gelir ve bana Kur-an’ı Kerim öğretirdi. Ben de aynı şekilde öğrettiklerini tekrar ederdim. 

Bir gün, bu yaşadığım durumu hocama anlattım. Kendisi de çok şaşırdı. Fakat hocama anlattıktan sonra o zâtı bir daha rüyamda göremedim.

İlkokula giderken müzik ve tarih dersine gelen öğretmenlerimiz beni çok sever ve korurlardı. Ezan-ı Muhammedi okunduğunda bana; “Hadi Abdullah sen namaz kılmaya gidebilirsin” diye izin verirlerdi.

Yine çocukluğum döneminde pek çok rüyalar ve haller meydana geliyordu. 

Bir defasında rüyamda Cebrail (as)’la görüştük. Ay ve Güneş’in bana selam verdiklerini gördüm. Birinin kız, birinin erkek gibi olduğunu, Güneşin (geceyi gündüz yapan) sabaha, Ay’ın ise; geceye ait olduğunu, semadaki yıldızların da insanlara ait olduğunu müşahede ettim. 

Dini bilgilerin öğrenilmesi ve tatbik edilmesi hemen hemen imkânsız olduğu o sıralarda yaşadığım bu hadiseleri kimseye anlatmıyordum. Bunun yanı sıra tasavvufa karşı içimde bir muhabbet, bir sevgi oluşmuştu. Allah’ın dostlarının ismini duyduğumda dahi içimde bir ürperme meydana gelirdi. 

Annem, Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’nın zakiri olması sebebiyle, bana da Veysel Karani Hz.lerinin, Yunus Emre Hz.lerinin, Ahmet-i Kuddusi Baba’nın ilahilerini öğretirdi.

Üç aylar geldiğinde Nevşehir’in civar köylerinden Nar köyü, Üçhisar köyü ve Göre köyünde oturan dervişlere üç aylık evradı şeriflerini götürmemi, onlara tesbihatları nasıl çekeceklerini tarif etmemi söylerdi. Ben de oralara gider, tarif ederdim. 

O dönemde mahallemizde dul bir kadıncağız otururdu. Geçim sıkıntısı çekiyordu. Ben de babam zengin biri olmasına rağmen kendi işimi kendim yapardım. Yün çorap eskisi, bakır eskisi, kayısı çekirdeği toplar, satardım. O zaman için (iki buçuk lira) para alırdım. Bu da iyi para idi. Kazandığım bu parayı alır, o dul kadıncağıza verirdim. Aradan bir müddet geçmişti. Babam, benim bu şekilde çalıştığımı duymuş. Eve geldiğimde beni dövdü:

─ Oğlum, sen benim şerefim ile oynuyorsun. Ben hatırı sayılır bir esnafım. Senin bu yaptığın işler doğru değil”, dedi. 

Bu arada annem de beni babama karşı savunuyordu. Babamın bu şekilde bana bağırıp çağırdığını duyan dul kadıncağız, kapıyı çaldı. Babama dönerek:

─ Mahmut Efendi, Abdullah’ı dövme! Allah (cc) razı olsun, ondan başka kimse halimi düşünmüyor. O, çocuk yaşta olmasına rağmen, durumumu anlayıp her gün bana, iki üç lira getiriyor. Onun verdiği ile geçiniyorum, dedi. 

Anneme dönerek: 

─ Anne, babamın zenginliği kendisine aittir. Bizim de çalışıp rızkımızı kazanmamız gerekiyor, dedim.

İlkokulu bitirdikten sonra, dericilik işi ile uğraşayım da, kardeşlerime yardımım olsun diyerek, deri tabakçısının yanında işe başladım.

Böylelikle, Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri, daha küçük yaşta olmasına rağmen çalışmaya başlamış, ticaret hayatı boyunca doğruluktan asla ödün vermemiştir. Peygamber (sav) Hazretlerinin; “Doğru tüccar Allah’ın dostudur” Hadis-i Şeriflerini kendisine düstur edinmiş, alnının teri ile çalışıp, Allah’ın vereceği rızka razı olmuştur.

Abdullah Baba (ks) genç yaşta ticarete atılmış ve henüz on yedi yaşında iken muhterem zevceleri Âmine Hanım ile evlenmişlerdir. Üçü kız üçü erkek, altı çocukları olmuştur. Fakat Züleyha (Cemanur) ismindeki kızları iki yaşında Çiçek hastalığından dolayı vefat etmiştir. Efendi Hazretlerinin, çocuklarının isimleri tarihleri ile birlikte şöyledir; 

1953 yılında büyük kızı Hatice dünyaya gelmiştir. Bundan sonra yedi yıl çocukları olmamış, 1960 yılında, ikinci çocuğu Hasan dünyaya gelmiştir. 1964 yılında ortanca kızı Aişe ve 1966 yılında da küçük oğlu Nuh Naci dünyaya gelmiştir.1953 yılında askere giden Efendi Hazretlerinin, askerde iken bir kızı bir de oğlu dünyaya gelmiştir. Kızı, yukarıda bahsettiğimiz, Hatice’dir. Oğlunun ismi ise Ebubekir-i’dir. Fakat oğlu vefat etmiştir.

1956 da askerlik vazifesini tamamlayan Abdullah Baba, memleketine döndükten sonra, bir yandan ailesinin nafakasını kazanmak ile uğraşırken, asıl gayesi olan Allah’a kulluk görevini yerine getirmek için ibadetlerine devam ediyor, ilim kitapları okuyordu. Buna Said-i Nursi Bediüzzaman Hazretlerinin, Risale-i Nur kitaplarını okuyarak başlayan üstadımız aradığını bulamıyordu. İçindeki yangını söndürecek çareyi arıyordu. Sürekli bir çıkış yolu arayan muhterem üstadımız, tasavvuf yoluna giriiine vesile olan yaiadığı hadiseleri bize iöyle anlatmıştır:

1956 da askerden geldikten sonra bir müddet Bediüzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatını okumaya devam ettim. O dönemlerde memleketimizde tasavvufi yönden çalışmalar yapan cemaatler yok idi. Ben de buna çok üzülürdüm.

Fatihayı Şerife’yi her okuduğumda bir titreme hâsıl olurdu: 

“Ya Rabbi ne olur şu mübarek âyet-i kerimede geçen, inam ettiğin, ihsan ettiğin, övdüğün, Sırat-i Müstakim üzere giden o nurlu yola bizi de dâhil eyle”,diye sürekli Allah-u Teâlâ Hazretlerine dua ederdim. Değişik şekillerde rüyalar görür, gece gördüğüm rüyaların aynısını gündüz yaşardım. Rüyalarım hep sahiha olurdu. Bunun yanında peygamberlerin hayatlarını okur, hep hayatını okuduğum Peygamber Efendilerimiz ile rüyamda görüşürdüm.

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur kitaplarını okuduğum dönem içerisinde, bir gece rüyamda Ay’a çıktım. Ay’ın cismi beyaz ve kayalıktı, toprağı, bizim Nevşehir’in ilçesi Avanos’un toprağına benziyordu. Said-i Nursi Hz.leri, Risale-i Nur okuyanların ihlâslı olanlarını davet etmiş, herkes oraya toplanmıştı. Ben de o topluluğun ön tarafında duruyordum. Bu esnada Said-i Nursi Hz.leri beyaz bir elbise, üzerine beyaz bir cübbe giymiş, başında beyaz takke, beyaz sarık, bıyıkları kısa kesilmiş, heybetli bir şekilde geldi, selam verdi. Selamını aldıktan sonra:

“Elhamdülillah, senin gibi bir evliyayı gördüm” dedim. Bu esnada dizlerimde derman kalmadı, olduğum yere oturdum. 

Said-i Nursi Hz.leri diğer topluluğun yanına gidip selam verdi, daha sonra benim karşıma geçip namazda oturur gibi oturdu. Ben de:

“Ya Rabbi! Zamanın evliyasının karşısında oturuyorum benim günahımı affet. Seni nasıl zikretsem de, bu evliyan beni sevse” diye dua ettim. O anda kalbimden; 

“Estağfurullah el-aziym” demek geldi. Sonra “Bismillahirrahmanırrahiym”, “Salâvat-ı Şerife”, “La ilahe illallah”, “Allah Allah”, “Hay Hay”, “Hu Hu” diye tarikat ehli gibi zikir yapmaya başladım. Bu arada dizlerim yerden kesilip, havalanmaya başladım. Said-i Nursi Hz.lerinin hizasını geçince, dedim ki;

“Uçayım da etrafında sema edeyim”, “Hay Allah” diye etrafında pike yapar gibi uçmaya başladım. Bir müddet döndükten sonra, Said-i Nursi Hz.leri; kalben; 

“Aşağıya in”, işareti verdi. Yine kalben;

“İn evladım yeter”, dedi. 

İndikten sonra karşısına geçip rabıta halinde durdum.

Said-i Nursi Hz.leri: 

─ Evladım, bir Mürşidi Kamil bulacaksın. Kadir-i tarikatına müntesip olacaksın. Senin risalen tamam, dedi. Ben de kendisine: 

─ Efendim ayrılmak istemiyorum, dediysem de; o mübarek zât: 

─ Hayır, evladım sen istihare yap, dedi. 

─ Peki, Efendim, dedim ve uyandım.

Ertesi gün evimize, Beyazın Şıh Ağa lakabında, her insanla fazla konuşmayan, Ramazan Ayında itikâfa giren, dili biraz kekeme olan o zât geldi. Arada bir ziyaretimize gelen Şıh Ağa, annemin de üstadı olan Aksaraylı Hacı Ahmet babaya bağlıydı.

─ Hoş geldin Şıh Ağa, buyur içeri gir, dedim. 

─ Sağ ol Abdullah, ben bağa gidiyorum, girmeyeyim. Sen, bugün rüyanda ne gördün? Onu anlat, dedi. Rüyam ona malum olmuştu.

Ben de kendisine görmüş olduğum rüyamı anlattım. Şıh Ağa cebinden bir kâğıt çıkardı: 

─ Abdullah, bu ders Abdülkadir Geylani Hz.lerinin dersidir, buna iyi çalış, diye nasihat etti. Bana verdiği ders annemin dersinin aynısıydı.

Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’ nın dersini çekmeye başladım. Bir yandan da baba mesleği olan deri imalatçılığına devam ediyordum. İmal ettiğimiz derileri civar illere götürüp satıyor, bu şekilde geçimimi sağlıyordum.

Yine bir gün İskilip’e deri satmaya gitmiştim. Müşterileri dolaştım. İşlerimi bitirdikten sonra esnaflardan birinin dükkânında sohbet ediyorduk.

Bu esnada bana:

─ Abdullah Efendi, burada, akşam zikrullah var, gitmek istersen seni de götürelim, dediler. Bende;

─ İnşallah gelirim, dedim. 

Akşam buluşup İskilip’in Kayabaşı Mahallesinde sohbet yapılacak yere gittik. Çorumlu Hacı Mustafa Efendinin zakiri Hacı Mehmet Efendi ismindeki zât çok güzel bir zikir yaptırdı. Zikrullah esnasında, Rufai tarikatına has olan ateş ve şiş burhanı yaptılar. Çok etkilendim. Daha sonra Zakir Hacı Mehmet Efendi:

─ Arkadaşlar, Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine ziyarete gideceğiz. Gelmek isteyeniniz var mı? Diye sordu.

Ben de, yaptığımız sohbet ve zikirden o kadar çok etkilenmiştim ki, gitmeye karar verdim.

Bir grup arkadaşla beraber Çorum’a gittik. Yanımda satmak için getirdiğim deriler de vardı. Bundan dolayı önce Veli Paşa Oteline yerleştim. Oradaki işlerimi hallettikten sonra akşam otele geri döndüm. O gece bir rüya gördüm.

Rüyamda; “Ulu Camii gibi içi havuzlu büyük bir cami içindeyiz. Camide namaz kıldık. Ben tefekküre dalmıştım ki, kapıları kapattılar. Camiinin içinde yalnız kaldım. –“Açık bir yer var mı?” diye etrafıma bakındım. Her taraf kapalı, sadece caminin içindeki havuzun tam üstünde camdan bir kümbet var. Oradan aşağıya doğru bir ip sarkıtıldı. O ipe tutunup yukarıya doğru çıkıyordum. Tam yukarıda da şeytan aleyhillane var. Azazil; çıplak vaziyette, sakalları seyrek, dişleri balta gibi. Beni eliyle bir itti, ben geri aşağı indim. Tekrar çıktım, geri indim. Bu hadise üç kere tekrar etti. 

O sırada caminin üç kapısı açıldı, üç kapıdan da insanlar girdi. Girenler Peygamberler ve Sahabelermiş. O an için sabah namazı kılacaklarmış. Bilal-i Habeşi Hz.lerinin sesi gibi gayet güzel bir ses Ezan’ı Muhammediyeyi okuyordu. Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa (sav) Hz.leri teşrif ettiler. Ben o sırada koştum fakat yetişemedim. Peygamber (sav) Hz.leri, bir anda caminin ortasındaki havuzun tepesine çıktı. Peygamber (sav) Efendimizin çıktığı yer ile havuzun kenarı arasında bir hendek (boşluk) vardı. O boşluktan Cehenneme düşülüyormuş. Arasat yeri imiş, hiç kimse geçemiyordu. Ben de kendi kendime, “Ölürsem öleyim, Ya Allah” dedim ve atladım. Rasulullah Efendimizin yanına çıktım. Peygamber Efendimizin kucağında; iki yaşlarında, buğday benizli, gayet güzel bir çocuk vardı. Hemen Rasulullah (sav) Efendimiz’i kucakladım. O da beni kucakladı ve elini öptüm. Dedim ki:

─ Ya Rasulallah, bu çocuk kimdir? 

Rasulullah Efendimiz (sav) Hz.leri: 

─ Evladım, bu benim torunum Mehdi’dir, dedi. 

Mehdi Resulü göreyim diye çok dua ediyordum.‘Elhamdülillah gördüm’ dedim. Tam çocuğu öpecektim ki, ağlaya ağlaya uyandım. Kalktığımda sabah ezanı okunuyordu.

O gün sabah, yani 26 Mayıs 1960 Cuma günü ihtilal oldu. Hiç kimseye sokağa çıkmaya izin vermiyorlardı. Camide on sekiz kişi ile cuma namazını kıldık. Caminin içinde iken, saçları kulağına kadar gelen, sakallarının bir kısmı ağarmış, üzerinde devetüyünden bir cübbe, başında siyah takke, siyah sarık bulunan bir zât gördüm ve çok etkilendim. Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri geldi zannettim. Hoca Efendi hutbeyi okuyana kadar ona bakıp bakıp ağladım. Bir yandan da kendi kendime:

“Sen ne yapıyorsun? Senin bir üstadın var” diye içimden geçirmeme rağmen, o zâtı seyretmekten kendimi bir türlü alamıyordum.

Namaz bittikten sonra, o güzel zâtın yanına gittim, elini öptüm. O mübarek insan, yanında bulunanlara hitaben; 

“Bu genci bizim eve getirin” dedi. Beraberce o mübarek zâtın evine gittik. Meğer bu zât Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri imiş. Evde beraber kahvaltı yapıp, sohbet ettik. 

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi:

─ Evladım, bu ihtilal Müslümanlara yapıldı. Müslümanlara yapılan bir darbe oldu. Allah’ın zikrini bırakırsak başımıza çok belalar ve musibetler gelir, dedi ve arkasından;

─ Evladım ben seni çok sevdim, sana bir ders vereyim, dedi. 

Ben de kendisine: 

─ Benim dersim var, dedim. Hacı Mustafa Efendi: 

─ Kimden derslisin, dedi. Ben de: 

─ Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’dan aldım. Benim annem onun dergâhına mensup zakirlerinden biri, dedim ve nasıl ders aldığımı anlattım. 

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri: 

─ Evladım, Mürşidi Kamillik babadan evlada kalmaz. Bu şekilde olanlar kabile şeyhidir. Ben sana teberruken ders vereyim de, hakikate erersin, dedi. Daha sonra, halimden anlamış ki:

─ Evladım soracağın ya da anlatacağın bir şey mi var? dedi.

─ Ben de kendisine, gece görmüş olduğum rüyayı olduğu gibi anlattım. 

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri; 

─ Elhamdülillah evladım, hakikaten “Mehdi Ali Resul” iki, üç yaşlarında, inşallah onu (manen) sen de göreceksin. Ayrıca, kalbin camiye çok bağlıymış, rüyan sahihadır. Zira Rasulullah (sav) Efendimizin şekline şemailine şeytan giremez, O’nu rüyasında gören, gerçekte görmüş gibidir, dedi ve hayır dua etti.

Bundan sonra hem Kadiri hem de Rufai dersi çekmeye başladım. Dersleri çekerken, hergün, farklı farklı haller ve değişik rüyalar görüyordum. Bunun yanında bazı acayip haller meydana geliyordu. 

Bir defasında; camide namaz kılarken, herkesin secde edeceği yerden alınlarına doğru birer kazık çıkıyor gördüm. Alnımıza batmasın diye secdeye varamıyorlardı. Ben de, “Ne olursa olsun, secdede kazıklar alnıma batarsa batsın”, diyerek secdeye varıyordum, ama hiçbir şey olmuyordu. Benimle birlikte bir de Hoca Efendinin alnına bir şey olmuyordu. Bazen herkesin önünde, tavşanların önüne konan yonca demetleri oluyordu. Müezzin; “Sübhanallah” dediği zaman, herkes uyuyor. Hoca Efendi, müezzin, bir de ben uyumuyorduk. Bazıları da para düşünüyorlardı. Ara sıra bir rüzgâr esiyor, yan tarafımdan geliyor, çekiliyorum, arka tarafımdan geliyordu. Bu sırada namaz kılarken, elimi bağladığımda, “Allah” dediğim zaman, ahenkle sallanıyordum. Benim bu şekilde sallanmamdan rahatsız olan müezzin; 

─ Abdullah Efendi sende bir hal var, bazen kıbleyi kaçırıyorsun, kalbine hâkim ol, dedi. Ben de müezzine: 

─ Ben farkında değilim. Öyleyse kimse görmesin. Arkada namaz kılayım, dedim. Cemaatin arkasında, namaz kılmaya başladım, namaz sonunda Cenab-ı Allah’a şöyle dua ettim:

“Ya Rabbi, herkes abdestini aldı, sana geldi, sana secde ediyorlar. Bunları umduklarına nail et, korktuklarından hıfzı muhafaza eyle, bunların duasını kabul eyle” dedim. 

Namaza gelenlerin ayaklarından çıkan tozları burnuma çeker, (iman edenlerin, namaz kılanların tozu burnuma girsin) derdim. Çünkü o dönemlerde namaz kılan insan pek azdı. Bir bekçi namaz kılarsa; devlet adamı namaz kılıyor, diye sevinirdik. Kur’an okuyanların hapse atıldığı, Kur’an-ı Kerimlerin kabristana gömüldüğü, kadınların başlarının zorla açıldığı ve Müslümanlara eziyet edildiği bir dönemdi. Hatta ezanı dahi okutmuyorlardı.

Efendi Hazretleri 26 yaşına gelmişti, yaşamış olduğu manevi halleri kimseye anlatamıyordu. Anlatsa da kendisine; “Sen kafayı bozmuşsun, tarikat senin neyine” diye çıkışıyorlardı.

Bir gün hafız-ı kurra olan, muhterem bir hoca Efendiye gördüklerimi anlattım.

Hoca Efendi: 

─ Evladım Abdullah, ben de tarikata bağlıyım. Bize küçükken anlatırlardı. Bu gördüklerine hal derler. Benim sırtımda semer görüyor musun?, dedi.

Ben de: 

─ Hayır, hocam seni iyi görüyorum, dedim.

Hoca Efendi: 

─ Bu durumunu anlatmak için, illaki şeyhine gitmen lazım, dedi. 

Ben de: 

─ Hocam, ben hem Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’den, hem de Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’dan ders aldım, dedim.

Hoca Efendi:

─ Aksaray daha yakın, sen Aksaray’a git, dedi. Daha sonra bir akrabam ile Aksaray’a gittik. 

Hacı Ahmet Baba’nın yerine geçen oğlu İzzet Efendi’nin yanına vardık. O gün İzzet Efendi’nin mahkemesi varmış. Davacı olan adamlara kızıyor, küfürler savuruyor ve olmadık hakaretler ediyordu. Hayretler içerisine düştüm. Akrabam Raşit Dayı’ya dönerek: 

─ Bu adam mı şeyh? Ağzından çıkandan haberi olmayan bir kimse benim bu halimi nasıl halletsin? dedim. Raşit Dayı bana;‘Sus, sus’, diye işaret yaptı. Bir müddet sonra İzzet Efendi bize;

─ Buyurun, dedi.

Raşit Dayı: 

─ Bu genç, benim halazadem olur. Annesi; Ahmet Baba’nın zakiriydi. Sana bir mesele danışacak, dedi. 

İzzet Efendi: 

─ Şöyle otur, dedi. 

Bu arada davalı olduğu kimselere; ‘dinsiz, imansız, kitapsız’ gibi sözler sarf ediyordu. Artık tahammül edemedim ve ayağa kalktım. 

Bu sırada İzzet Efendi bana:

─ Evladım neydi senin soracağın? dedi. 

─ Ben dersimi iade ediyorum. Kendime bir Mürşid-i Kamil arayacağım. Sen de bir Mürşid-i Kamil arasan iyi olur, dedim. Hiddetli bir şekilde;

─ Sen ne demek istiyorsun? dedi.

Raşit Dayı ile beraber oradan çıktık ve doğruca Nevşehir’e geldik.

Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri, bu arada ibadetlerine devam ediyor, oruçlar tutuyor. Cenab-ı Zülcelal Hz.lerine vasıl olabilmek için ağlaya ağlaya bir Mürşid-i Kamil arıyor. İşte bir gün Rabbine niyazda bulunur.

─ Ya Rabbi, sen bilirsin, dedim. Allah’a (cc) müracaat ederek istihareye yattım. 

Bir gün rüyamda Hızır (as); 

“Evladım, senin Şeyhin Antep’te, Bilal Nadir Hz.leridir, ona gideceksin” dedi. Yine rüyamda Antep’e gittim. Bilal Nadir Hz.lerinin evine girdim. Mübarek oturuyordu. Önünde; içi süt dolu bir kâse, yanında da bir tane kaşık vardı. Bir kaşık süt bana veriyor, bir kaşık kendi alıyordu. Ben de içimden; ‘Şeyh Efendinin bir tane kaşığı varmış. İki tane olsaydı da beraber içseydik’, diye düşünürken, uyandım. 

Ertesi gün; “bu istihare olmadı, belki şeytanidir”, dedim ve bir daha istihareye yattım. Rüyamda Bilal Babamın evine vardım. Herkes yatmış, tek bir yatak var. O da; Bilal Baba’ya aitmiş. 

Bilal Baba: 

─ Yatalım evladım, dedi. Ben;

─ İkimiz bir yatağa yatacağız. Erkekle bir yatağa yatmak olur mu? Gerçi askerde iki, üç kişi yattık ama burada da olur mu? diye kalbimden geçirdim.

Bilal Baba hemen döndü:

─ Evladım, sırtını sırtıma dayayacaksın. Elbiseyle yatacaksın, üzerimize battaniye, yorgan atacağız”, dedi.

─ Peki, Efendim, dedim.

Sırtımı sırtına dayadım. İkimizin kalbi aynı hizaya gelince; “Allah”, dedim. Bütün vücudum, “Allah Allah” demeye başladı. Uyandığımda halen “Allah Allah”, diyordum.

“Nihayet beni tasavvuf yolunda irşat edecek, yol gösterecek, hakikate erdirecek kâmil bir insanı buldum” diyerek, Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne hamd ettim. 

Lakin, 1960 ihtilalinden sonra çok zarar etmiştik. O gün için on sekiz bin lira gibi büyük bir sermaye kaybettiğimiz halde, yirmi sekiz bin lira da borçlanmıştık. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmasın diye sabahlara kadar çalışıyorduk. Manen beni irşat edecek zâtı bulduğum halde, onu ziyarete gidememek beni çok üzüyordu. Yol param dahi yoktu.

Bir gün ağabeyimin asker arkadaşı olan sarrafa varıp, bir hafta sonra ödemek şartıyla, on beş lira borç istedim. Parayı aldıktan sonra doğruca Aksaray’a gittim. Eskiden at arabaları olduğu için, oradan geçmekte olan bir arabacıya;

─ Nereye gidiyorsun? diye seslendim. Arabacı: 

─ Garaja gidiyorum, dedi. Hemen arabaya bindim. Arabada, elinde sepeti olan bir şahıs bana; 

─ Seni bir yerden tanıyacağım, dedi. Ben de: 

─ Evet, tanırsın, sen İzzet Efendisin, ben de Nevşehirliyim. Annem Hacı Ahmet Baba’nın zakiri idi. Sizinle daha önce görüşmüştük, dedim. İzzet Efendi cevaben; 

─ Evladım sorma! O gün çok öfkeliydim, ne yaptığımı bilmiyordum. Bir tarla meselemiz vardı. Adamlarla bir türlü anlaşamadık. Sen de tam o kavganın üzerine geldin. Senin yanında o gün yaptıklarımdan dolayı utandım. Daha sonra, Nevşehir’e sizi ziyarete gelmeyi düşündüm ama fırsat olmadı, dedi. 

Ben de kendisine: 

─ Lüzum yok, İzzet Efendi! Ben istihare yaptım ve aradığım Mürşid-i Kâmili buldum, “Elhamdülillah” dedim. Gördüğüm rüyayı anlattım. O da;

─ Allah mübarek etsin! Allah mübarek etsin! dedi. Daha sonra ayrıldık. 

Aksaray’dan, Fındık Ağası isminde bir firmanın arabasıyla Bilal Nadir Hazretleri’ne gitmek için, Antep’e yola çıktım.

Muhammed Bilal Nadir Hz.leri, Gaziantep İli’nin, İslâhiye İlçesinde o günkü ismiyle Erikli Belen Köyünde, 1895 yılında dünyaya şeref vermişlerdir. Bilal Nadir Hz.lerinin babası Abdullah Efendi zengin ve eşraftan bir zât idi. 

Abdullah Efendinin önceki hanımından çocuğu olmadığı için tekrar evlenmiş, ondan da çocuğu olmamıştır. Abdullah Efendi bunun üzerine, Allah-u Teâlâ’ya, kendisine hayırlı bir evlat vermesi için dualar eder, koyunlar kestirir, fakir fukaraya dağıtırmış. Hayır ve hasenatta bulunurmuş. Nihayet Hak Teâlâ ilk hanımından bir erkek evlat vermiştir.

Abdullah Efendi devrin âlimlerine çocuğun ismini koymak için müracaat etmiş. Zamanın âlimleri, nur yumağı olan bu yavruya, Peygamberimizin ve onun şerefli müezzini Bilal-i Habeşi Hazretleri’nin ismini vermeyi uygun görmüştür. Böylece “Muhammed Bilal” ismi verilmiştir.

Abdullah Efendi, oğlunun iyi bir eğitim görmesini istemiştir. Bunun içinde kendisi yaylada kalmasına rağmen, kış günlerinde oğlunu atına bindirip, köy imamından Kur-an eğitimi alması için köye götürmüş ve çocuğunun eğitimi ile yakından ilgilenmiştir. Nuru cihanı aydınlatacak olan Muhammed Bilal; küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i öğrenmiş ve on beş yaşına geldiğinde, babası Abdullah Efendi’yi kaybetmiştir. 

Artık evin geçimi kendi üzerine kalmıştır. Tüccarlık, çerçicilik, çiftçilik gibi çeşitli mesleklerde çalışarak büyük bir gayretle dünya hayatını kazanırken, öte yandan da içinde oluşan kemalat arzusu sebebi ile derin tefekkürlere dalmakta, bunun için, kendisini Hakk’ a vasıl edecek kâmil bir şeyh aramaktadır. Gaziantep’e, Kahramanmaraş’a ve daha birçok illerdeki şeyhlere gider. Kalbini mutmain edici bir şeyh bulamaz. Nihayet terki dünya etmiş ve aynı gayeyle yola çıkmış Sivaslı Osman Efendi isminde bir dervişle karşılaşır. Birlikte yola düşerek kendilerini matluba eriştirecek kâmil bir şeyh bulmak için Suriye’ye, Şam’a, Halep’e, Bağdat’a giderler. Fakat oralarda da uygun vasıfta kâmil birini bulamazlar. En son Hulefa-i Kadir-iden Şeyh Hafız Ali Efendi’ye gider. 

O büyük zât Bilal Nadir-i Hazretlerine:

“Evladım Bilal, senin maneviyatın Veysel Karani Hazretlerine benziyor, maneviyatını ben tartamıyorum” der.

Artık, bundan sonra Muhammed Bilal Nadir-i (ks) Hazretleri sürekli olarak, Antep de bulunan Hz. Peygamber (sav)’in güzide ashabı ve sancaktarı Ukkaşe (ra) Hazretlerinin türbesine gider. Vaktinin büyük bir kısmını, Ukkaşe (ra) Hazretlerinin yanında zikir, ibadet ve tefekkür ile geçirir, sürekli gözyaşı döker.

Ukkaşe (ra) Hazretleri

Cennet ehlinden olmak için Hz. Peygamberden dua isteyen Ukkaşe (ra) Hz.leri; Ashabı kiramın büyüklerinden ve Bedir ashabındandır.

Fazilet erbabı olup yaradılışı, ahlakı ve huyu çok güzeldi. Medine muhacirlerinden olup, çok meşakkatler çeken sahabelerdendir.

Ukkaşe (ra) Hz.leri Peygamber (sav) Efendimizin üç sancaktarından biriydi. Harbe gidilirken atlı birliklerin, okçu birliklerin ve yaya olan birliklerin sancağı ayrı ayrı olurdu. Yaya birliklerinin sancağını Ukkaşe (ra) taşırdı.

Hz.Ukkaşe (ra) İle İlgili Hz. Peygamberin (sav) Bir Mucizesi

Rasulullah(sav) Efendimizin yanında, Hz. Hamza (ra) ve Hz. Ali (ra) Efendimizin komutasında Bedir Savaşı’na katılmıştır. Bedir Savaşı esnasında kılıcı kırılmış. Hz. Peygamber (sav) kırılan kılıcına mukabil ona hurma dalı vermiştir. Peygamberimizin mucizesiyle hurma dalı keskin bir kılıç olmuştur. Daha sonra Uhud, Hendek gibi savaşlara da aynı kılıçla katılmış. Hayatı boyunca büyük zorluklarla karşılaşmış ve yılmadan mücadelesine devam etmiştir. Yaşadığı müddetçe de peygamber mucizesi bu kılıç ile savaşlara katılmıştır.

Ebu Hureyre (ra) ve İbni Abbas (ra) , Ukkaşe (ra) hakkında, hadisler rivayet etmişlerdir. Ukkaşe (ra) erkeklerin en güzeli ve ahlaklısı olarak tavsif edilmiştir.

Peygamber (sav) Efendimiz sağlığında iken Ukkaşe (ra)’a “Cennet ehliden” olması için dua etmiştir.

Hz.Ukkaşe(ra)’nin Hz. Peygamber(sav)’in Nübüvvet Mührünü  Görmesi ve Öpmesi

İbni Abbas (ra) anlatıyor:

Peygamber (sav) Efendimiz “Nasr suresi” nazil olunca vefatının yaklaştığını anladı. Rasulullah dünyadaki son günlerinde idi. Hz.Bilal’e bütün ashabının Mescid-i Nebevi’de toplanmasını emreyledi.

Daha sonra iki rekât namaz kıldı ve hutbeye çıkarak şöyle buyurdu;

─ Bugün benim dünyamın sonu ve ahiretimin ilk günüdür. Allah-ü Teâlâ beni dünya ve ahiret arasında muhayyer bıraktı. Ben de ahireti tercih ettim. Ben sizlere Nebi ve nasihat edici idim. Bu vazifeyi kendiliğimden değil, Allah’ın emri ile yerine getirdim. Allah tarafından görevlendirilmiş idim. Şimdi aranızdan ebediyen ayrılıyorum. 

Bir gün gelecek ki; o gün ana ve baba evladından kaçacak. Boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacak. O gün gelmeden eğer içinizden birine vurdum ise işte buradayım, gelsin benden hakkını alsın, diyerek üç defa tekrar eder.

Bunun üzerine Ukkaşe (ra) Hz.leri ayağa kalkarak:

─ Anam, babam size feda olsun Ya Rasulullah! Üç seferdir and verip “bende hakkı olan varsa gelsin”, buyurdunuz. Böyle ısrar etmeseydiniz, bir talepte bulunmayacaktım. Hâşâ sizden davacı değilim fakat emrinize istinaden buraya geldim. Tebük Seferinden sonra Hazid Muharebesinde benim devem sizin devenizin yakınında idi. Devemden indim. Size yaklaşıp elinizden öpmek istedim. Sırtımı size döndüğüm de; o zaman tevazuunuzdan öpmemi engellemek için, sırtıma kamçı ile vurmuştunuz, der. Bunun üzerine Peygamber (sav) Efendimiz:

─ Sende bana vur kırbacı, buyururlar.

O esnada bütün sahabe gözyaşları içerisinde Ukkaşe’yi caydırmaya çalışmaktadır. Ukkaşe (ra):

─ Ya Rasulullah! Benim üzerimde gömlek yoktu, der.

Peygamber (sav) Efendimiz üzerindeki gömleğini çıkarır. 

Ukkaşe (ra) Hz.leri, Peygamber (sav) Efendimizin iki omuz küreği arasındaki nübüvvet mührünü görür görmez, kendinden geçerek “La ilahe İllallah Muhammedur Rasulullah” deyip gözyaşları arasında mührü öpme şerefine nail olur.

─ Ya Rasulullah! Maksadım hâşâ sizi kamçılamak değil nübüvvet mührünüzü öpebilmekti. Bunun için böyle bir yola başvurdum.

Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber (sav) Efendimiz ashabına dönerek:

─ Ehli cennetten birini ve cennetteki komşumu görmek dilerseniz; bu zâta nazar ediniz ve ziyaret ediniz. O’nun nefesinde şifa vardır. Çünkü benim nübüvvet mührümü öptü, buyurur.

Bu hadiseden sonra ashab ve Ehli beytin ona karşı hürmet ve sevgisi daha da arttı.

Ukkaşe (ra) Hz.leri Peygamber (sav) Efendimiz vefat ettikten sonra Hz.Ebubekir’in döneminde ordu komutanlığı yapmıştır. O vefat ettikten sonra Hz. Ömer (ra) Efendimizin hilafetinde de aynı görevine devam etmişti.

İslam orduları Hz. Ömer (ra)’in Hilafetinde Hz. Ali (kv)’nin başkomutanlığında zaferden zafere koşuyor; önüne çıkan bütün küffar ordularını alt ediyorlardı.

Halep’in fethinden sonra İslam ordularına mukavemet edecek batıl güçler darmadağın olmuştu. Birçok koldan ilerleme sağlanabilir ve büyük bir coğrafya kısa sürede İslam ve iman vuslatına kavuşabilirdi. İşte bu yüzden Halid bin Velid (ra) Hz.leri fetih ordusunu onar bin kişilik birliklere ayırtıp birçok koldan ilerlemeyi emretmişti. İşte bu onar bin kişilik İslam fetih ordusu birliklerinin birine Ukkaşe (ra) Hz.leri getirilmişti. Bu birlik ve komutanı Antakya ve Hatay havalisini fethedip; İslam tebligatını yaparak, Kırıkhan ve İslâhiye’yi de aldıktan sonra, türbesinin bulunduğu güzergâh üzerinden Maraş ve Malatya’ya doğru ilerlemek istiyordu.

Ancak buralara gelene kadar kendinden sayıca ve kuvvetçe üstün olan küffar ile çok çarpışmış, epeyce şehit vermişler ve yaralılar da çoğalmış kendisi de yaralanmış idi. Tam o esnada Halife Hz. Ömer’in bir kerameti ile karşılaştı.

Bu keramet; taa Medine-i Münevvere de mescidin damı üzerinde iken, Hz. Ömer’in ileriye doğru işaret ederek ve bağırarak; 

“Ya Saria (Ukkaşe) El-Cebel El-Cebel (Ya Ukkaşe dağa çıkın)” emrini vermesi idi. Hz.Ukkaşe bu emri ve işareti alınca birliğine, çarpışarak dağa çıkmalarını emretti. Öncü olarak kendisi önce tepeye çıktı.

Bu tepede hem ağır yaralı hem de yorgun ve bitkin olan Hz.Ukkaşe, arkasından gizlice yaklaşan bir keşiş tarafından, hançerlenip şehit olarak Rabbine kavuşmuştur. Hz. Ukkaşe şehit olduğunda yetmiş üç yaşında idi. Daha sonra diğer İslam orduları yardıma yetişmiş ve küffar bozguna uğratılarak zafer kazanılmıştır.

Daha sonra şehitlerin defin işlemleri yapıldı. Hz.Ukkaşe’nin ashabın içindeki mevkii çok yüksek ve Ehli Beyte yakınlığı olduğundan özellikle şehit olduğu bu mekâna defnedilmesi kararlaştırıldı. Hz.Ali (ra) bu şehadeti ve muharebeyi duyunca emrindeki diğer birliklerle buraya gelerek, Hz. Ömer (ra)’in de mesajı üzerine Ukkaşe (ra)’ı bu mekâna ve makama defnettiler;

Sakın, terki edepten ey! Makam-ı evliya’dır bu

Nübüvvet Mührü’nü öpen Eshab-ı Mustafa’dır bu 

Elini göksüne koy da, gir bu dergâha ey mümin 

Muhibbi mürşidi âlem, sipaha evliyadır bu

 

Budur Ukkaşe bin Muhassin, şehidi Hak envarı

Fetih ordusu kumandanı, güruhu evliyadır bu

İmamı Ali emrinde, Ömer’ul Faruk zamanında

Yüzün sür payine Ethem, şehidi kibriyadır bu.

İlel Cennet-i Ebeda…

Bilal Baba, Ukkaşe (ra) Hazretlerinin yanında huzur buluyor, onun maneviyatından istifade etmeye çalışıyordu. Yine, böyle bir gün Ukkaşe (ra) Hz.lerinin huzurunda iken, basiret gözü açılan Bilal Nadir Hz.leri, Ukkaşe (ra) Hz.lerinin maneviyatı ile tanışmış ve tek gayesi olan Allah’a kulluk makamına ulaşabilmek için nefsi ile çetin bir mücadeleye girmiştir. 

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin dostluk makamına ulaştırdığı zâtlar Peygamberlerden sonra en büyük sıkıntılara ve imtihanlara tabi tutulurlar. Zira Peygamber (sav) Hazretleri Hadisi Şeriflerinde;

“Kim beni sevdiğini iddia ediyorsa, fakirliğe razı olsun. Kim Allah-u Teâlâ Hazretlerini sevdiğini iddia ediyorsa belaya razı olsun. Her kim Allah ve Resulünü sevdiğini iddia ediyorsa, hem fakirliğe hem de belaya rıza göstersin”, buyurmuştur.

İşte o Allah’ın dostları başlarına gelen her türlü sıkıntıya sabretmişler, en büyük saâdetin ancak Allah’a (cc) muhabbette olduğunu bilmişlerdir. 

Bilal Nadir (ks) Hazretleri de genç yaştaki kardeşini kaybetmiştir. Kardeşinin vefatı hadisesini, şöyle anlatır; 

─Kardeşim aniden ortadan kayboldu, günlerce aradık bulamadık. Arkadaşlarına sorduk. Onların da haberi yoktu.

Kardeşim kayıp olalı beş altı gün geçmesine rağmen hâla haber alamamış idik. Daha sonra Ukkaşe (ra) Hazretlerinin Türbe-i Şeriflerini ziyarete gittim. Çok üzgündüm. O sırada Ukkaşe (ra) Hz.leri bana:

─ Evladım Bilal, fazla üzülme! Besmele-i Şerife çek ve çık, dedi. 

Ben de:

─ Bismillahirrahmanirrahiym, dedim. O anda Cennetin birinci katında kendimi buldum. Aynı askeriye nizamiyesi gibi, gayet tertipli bir yerdi. Oradaki görevliye, kardeşimi aradığımı söyledim. Bana:

─Bu isimde birisi burada yok, dediler. Oradan ikinci kata çıktık. 

─İkinci katta da bu isimde bir şahıs yok, dediler. 

Oradan üçüncü kat cennete çıktım. İsmini okudular, biraz sonra kardeşim gayet güzel bir surette yanıma geldi. Yalnız, baş tarafında kan lekesi vardı. Eliyle yüzünü mesh etti. Yüzü pırıl pırıl oldu ve sonra şöyle devam etti;

─ Üzülme Ağabeycim! Benim rahatım burada çok iyi, ben şehit oldum. Biz o gün arkadaşlarla ava gitmiştik. Ben bir ara onlardan uzaklaştım. Onlar da beni av zannedip, ateş ettiler. Ben de orada şehit düştüm. Onların bundan dolayı bir vebali yok, davacı da değilim, dedi.

İşaret parmağını şöyle ileriye doğru uzattı. Floresan ışığı gibi bir ışık saçtı. Avlandıkları yerde, cenazesi iki kayanın arasında tertemiz duruyordu. 

Daha sonra oradan ayrıldım. Bu manevi hal üzerimden geçtikten sonra kardeşimin bana tarif ettiği yerde yatarken cesedini buldum. Cenazesini aldık ve defnettik. (Allah rahmet eylesin).

Tabi bu hadiseyi, kardeşimi vuran kişiler de duymuştu. Fakat onların bir suçu olmadığını ve onlardan davacı olmadığımızı söyledik.

Günler günleri kovalıyor ve Bilal Baba’nın içindeki ilahi aşk gittikçe artıyordu.

Ukkaşe (ra) Hazretlerinin manevi feyiz ve bereketi ile yetişip ondan istifade etmiş olan Muhammed Bilal (ks) Hazretlerine bir defasında, Gavs-ül Azam Seyyit Abdülkadir-i Geylani (ks) Hazretleri, nasıl yatacağını, nasıl uyuyacağını ve nasıl çalışacağını uzun uzadıya tarif eder. 

Bundan sonra Bilal Baba, yedi yıl tuzsuz arpa ekmeği yiyip riyazetle, mücahade etmiştir. Yedi sene riyazetten ve kırk günlük çileden sonra, kendisine manevi fetihler ihsan edilmiştir. 

Böylece Peygamber Efendimiz(sav)’in Veysel Karani’yi (ra) manevi olarak yetiştirdiği gibi, Ukkaşe (ra) Hz.’leri de Muhammed Bilal Nadir-i Hz.lerini yetiştirmişti. Rüyalarında Peygamberimizi, Cihar-ı yâri Güzin’i büyük velileri görerek onlardan da aldığı feyiz ile kısa zamanda kendisini yetiştirir ve kâmiller arasına girer. Kendisine de manevi olarak Rasulullah (sav) tarafından (Nadir) ismi verilmiştir. Böylesi zâtların ender yetişmesinden dolayı bu isme layık görülmüştür.

Zira Hz. Peygamber (sav) Hazretleri, hadisi şeriflerinde bizleri bu konuda şu şekilde aydınlatmaktadır;

“Benim ashabımın her biri gökteki yıldızlar gibidir, hangisine tutunursanız, kurtuluşa erersiniz”

Artık, Muhammed Bilal Nadir-i (ks) Hazretleri denizlerin kendisine aktığı bir umman olur.

Muhammed Bilal Nadir-i (ks) Hz.leri, manevi görev alışını şu şekilde anlatmaktadır;

“Bir gün rüyamda; Bütün peygamberlerin, sahabelerin, evliyaların ve pek çok mübarek insanın hazır bulunduğu bir yerde iken, bana imamlık yapmamı söylediler. 

Ben de: 

─ Bu zâtların hepsi, kabir ehlidir. Ben onlara namaz kıldırmaya hayâ ederim. En iyisi onlara dua edeyim, dedim. Tam o sırada, Peygamber (sav) Hazretleri, elinde bir taç ve bir cübbe ile geldi. Cübbeyi ve tacı giydirdi ve bana namaz kıldırmamı emretti. Namazı kıldırdıktan sonra, iki cihan serveri Fahri Kâinat Efendimiz (sav), şöyle buyurdu:

─ Evladım Bilal, senin maneviyatın nadirattandır. Bundan sonra senin ismin “Nadir-i” buyurdular. Ümmetime Hakkı anlat ve sabrı tavsiye et, iyiliği emret, kötülükten men et, ümmetimi irşat ile vazifelisin, buyurduktan sonra;

Seyyid Abdülkadir Geylani, Muhammed Bahaeddin Nakşibendî ve Seyyid Ahmed-i Rufai Hz.lerinden ders vermeye yetkili kıldılar.

Bu hadiseden sonra, Ukkaşe (ra) Hazretlerinin türbe-i şeriflerine gittim. Daha önceleri mübareği ziyarete gittiğimde, kendisi yanı üzerine yatar bir vaziyette iken görüşürdük. Bu görev verildikten sonra yanına gittiğimde toparlanarak bana;

“Hoşgeldin Mürşitlerin Kâmil-i” dedi”.

Antepli Bilal Nadir Hz.leri bir sohbetlerinde şöyle anlatmıştır:

“Kardeşlerim! Size “Üstadınızın Üstadı kimdir” diye sorarlarsa Veysel Karani Hz.leri dersiniz. Biz üveysiyiz. Bizi her yönü ile irşad eden Veysel Karani Hz.leridir. Manevi feyzinden istifade ettiğimiz zât ise Hz. Ukkaşe (ra) dır” buyurmuşlardır.

Bilal Nadir (ks) Hazretleri, yaşadığı müddet Hakkın hâkimiyeti için çalışmış, insanların ıslahı için gayret göstermiş. Pek çok sarhoşun hidayetine vesile olmuştur. Birçok ruh hastalarının ve devasız hastalıklara müptela olmuş zavallıların, şifa bulmasına vesile olmuştur. Kırık kalplerin, yıkık gönüllerin mimarı olmuş bir gönül sultanı idi.

Hayatı bütünüyle Hak mücadelesi ile geçen Bilal Nadir (ks) Hazretleri, sadece tasavvuf yolunda mücadele vermemiş; aynı zamanda memleketimizin düşman istilasına uğradığı o dönemlerde 1.Dünya Harbine de iştirak etmiştir. Etrafında oluşturduğu yirmi kişilik bir grup ile Fransızları günlerce oyalayarak düşmana büyük zayiatlar verdirmiştir. Tarihin cilvesine bakın ki, memleketi için canını ortaya koyan büyük bir mücahit, bir zaman gelmiş, ‘vatanı bölme suçundan mahkeme’ de yargılanmıştır. Otuz altı defa tevkif, elli dört defa nezarete alınmış ve yüzden fazla da ifade vermiştir. Daha sonra da, on sene Giresun’a ve iki sene de İstanbul’ a sürgüne gönderilmiştir. Giresun’da 1936 ve 1946 seneleri arasında, İstanbul’da ise 1954 ve 1956 yılları arasında sürgünde kalmıştır. Her hapis yatmasında, her sürgüne gitmesinde, biraz daha tanınmıştır.

Bir gün Giresun’a sürgüne gönderilirken yolda hanımı Bilal Babaya:

─ Hep bu başımıza gelenler, senin bu müritlerinin yüzünden, der.

Bilal Baba da:

─ Evet, hanım, arıyk bundan sonra bu işleri bırakacağım, diye cevap verir.

Bunun üzerine hanımı:

─ Ciddi mi söylüyorsun? Diye sorar.

Bilal Baba da:

─ Evet, der. 

Hanımı;

─ Aman Efendi! Bir eve acı, ekşi, tatlı, tuzlu, hepsi lazım. İyi müritlerin tatlı gibidir. Diğerleri de; tuzlu, acı ve ekşi gibidir. Bunlar olmadan nasıl ev hayatı devam etmezse, ihvanlar olmadan biz yapamayız, der.

Bilal Nadir (ks) Hazretleri de:

─ Hanım, ben de seni imtihan için böyle söyledim, cevabını verir.

Uzun bir yolculuktan sonra Bilal Nadir Hz.leri ile görüşmek için Antep’e geldim, fakat onu bulamadım. 

Kendisini orada tanıyan birkaç kişiye, nerede olduğunu sordum. Bilal Babanın köye gittiğini söylediler. Vakitte epeyce ilerlemişti.

Yatsı ezanları okunuyordu ve Bilal Baba köyden dönmemişti. Antep’e gelebilmek için on beş lira borç para almıştım. Gidiş yolu için, yedi buçuk lira harcadım. Geri dönüş için yedi buçuk lira param kalmıştı. Bu para sadece geri dönmeme yeterli idi. Aç olmama rağmen hiç bir şey yemedim. 

Yatsı namazını kıldıktan sonra, cemaatten birisi beni misafir eder diye bekledim. Fakat kimse halimi sormadı. En son imam da kapıyı çekip gitti. Ben de caminin yanında oturdum ve Allah’ı zikretmeye başladım. O sırada, gayet güzel sakallı, omzuna halı atmış, Allah dostu nurani bir zât yanıma doğru gelip;

─Vay Babamın kuzusu, Babamın oğlu, deyip beni kucakladı.

─Haydi, buyur seni eve götüreceğim, misafirim olacaksın, sende Bilal Babanın kokusu var, diyerek beni aldı ve evlerine gittik.

O zâta; Nevşehir’den geldiğimi, Bilal Baba’yı aradığımı, fakat görüşemediğimi söyledim. Bu arada evin hanımı sacın üzerinde, bazlama ve çörek pişiriyordu. Hem yol yorgunu hem de çok açtım. Fakat aç karnına sıcak çörek mideme oturur da rahatsızlanırım, diye düşündüm. Az bir şey yedim ve yatmak için odama çekildim. Lakin yemeği az yediğim için uyku tutmadı. Bu arada O zât da; açıktan gür bir sesle Kur-an’ı Kerim okuyor, namaz kılıyor, ibadet ve taat yapıyordu. Sonradan öğrendim ki, hafız bir insanmış. Bir ara O zât içeri gelerek:

─ Abdullah Efendi saat üç buçuk oldu. Teheccüd namazını da kıl. Ondan sonra istirahat et, dedi. 

Teheccüd namazını kıldıktan sonra yattık. O zât ise sabaha kadar hatim ile namaz kıldı. Sabahleyin namaza camiye gittik. Namazı kılıp eve geldikten sonra, saat dokuza kadar istirahat ettik. Bilal Babanın kaldığı eve beni misafir eden Hacı Hanefi Efendi ile beraber gittik.

Bilal Baba damın üzerine oturmuş, dervişlere vaaz ve nasihat ediyordu. Ben de dama çıkabilmek için merdivenlerden çıkarken Bilal Babayı gördüm. Sanki Rasulullah (sav) Efendimizi görmüş gibi oldum. “Allah” dedim. Tam o halin sarhoşluğu ile merdivenlerden düşerken yakaladılar. 

Bu arada Bilal Baba da, ben daha gelmeden evvel yanında bulunanlara:

─Az sonra buraya bir genç gelecek. O merdivenlerden düşmeden yakalayın, diye tenbih ederek kerametini göstermiş. Bu hadiseyi de, bana daha sonra anlattılar.

Bilal Babanın yanına oturdum. Güzel cemali karşısında mest oldum, elini öptüm. Mübareğin gözlerine bakınca kalbimden;

“Efendim beş tane çocuğumu bıraktım. Senin uğruna, aşkına geldim. Ne olur! Şu gözlerini bir öpsem”, diye düşünürken, o anda Bilal Baba kalbimden geçenlere vakıfmış. 

─Öp evladım öp, dedi ve iki gözünden de öptüm. “Elhamdülillah”

Mübarek ile kucaklaşınca; 

“Allah’ın evliyasının sakalı yüzüme değdi. Artık ben bir daha yüzüme jilet vurdurmam” diye kendi kendime orada söz verdim. O gün benimle beraber orada on kişi daha sakal bıraktı.

Daha sonra Bilal Baba, beni karşısına alıp dizini dizime dayadı, ellerimden tuttu, alnını alnıma dayadı, üç defa “La ilahe illallah” dedikten sonra,

─ Evladım sana yedi sahih üzere, Kadir-i dersi verdim”, dedi.

Dersi aldıktan sonra, Bilal Baba:

─ Evladım ismin ne?, dedi.

─ Abdullah, diye cevap verdim. Orada bulunanlar;

─ Bu muhakkak seyyiddir, Evladı Resuldür. Bilal Baba bugüne kadar hiç kimseye bu şekilde ders vermedi. Yanında birçok insanlar vardı. Onlar dahi bu şekilde ders almadılar, diye konuşuyorlardı. 

Bilal Babaya, Rufai şeyhi Hacı Mustafa Efendinin verdiği dersi de çektiğimi söyledim. 

Bilal Baba da bana:

─ Evladım, Hacı Mustafa Efendi, seyri sulükunu tamamlamış, Mürşidi Kamil bir zâttır. Türkiye’mizde tekdir. Önce O’nun dersini çek, sonra bizim dersimizi çek İnşallah, dedi. 

Bu arada vakit epeyce ilerlemiş, akşam ezanı okunuyordu. Orada bulunanlar bana namazı kıldırmamı söylediler. 

Ben de kendilerine; 

─Ben hafız değilim, ümmiyim. Burada hocalar var, hafızlar var onlar kıldırsın, dediysem de;

─Hayır, Abdullah Efendi, sen kıldıracaksın, dediler. O anda içimden;

“Ya Rabbi sen bilirsin, ben ümmi birisiyim. Benden imamlık yapmamı isteyenler âlim ve hafız kişiler, onlar gibi ilmim yok. Lakin Peygamber Efendimizin varisiymişim gibi benden imamlık yapmamı istiyorlar. Ne olursun beni mahcup etme”, diye dua ettim.

Namaza başlamak için tekbir getirdiğimde, vücudum bir anda büyüdü. Bulunduğumuz cami genişledi. Fatiha Suresini okuduktan sonra Vedduha’yı okumaya başladım. Vedduha’yı nasıl okuduğumu hatırlamıyorum. Sadece “Vedduha” dediğimi hatırlıyorum. 

Rükûya eğileceğimde, (alnım duvara değer) diye düşünürken aklıma; camide gördüğüm kazıklar geldi ve “değerse değsin” diyerek rükûya eğiliyordum. Ben her defasında rükûa ve secdeye eğildiğimde, hem cami genişliyordu hem de rükû ve secde yaptığım mihrap açılıyordu. Böylece vücudum ile birlikte ile camide genişliyordu. Bu şekilde namazı kıldırdım. Namazı tamamladıktan sonra tevhid okuduk. O an bende yine bir aşk, bir cezbe hali hâsıl oldu. Kendimi tutamadım. Tabi bunu orada bulunan kişiler de fark etti.

Zikrin sonunda ısrar ederek;

─ Siz seyyid misiniz? Evladı Resul müsünüz? diye sordular.

Ben ise halen; kıldırdığım namazı düşünüyor:

“Ya Rabbi eğer namazda ayetleri yanlış okusaydım hocalar beni ikaz eder, uyarırlardı. Onlar yanlışa tahammül edemezler, demek ki doğru okumuşum” diye içimden geçiriyordum.

Namaz kılarken yaşadığım o halin herkes üzerinde olduğunu düşündüm. Fakat kimse öyle bir şeyin mevzusunu dahi etmedi. Anladım ki, bu hal Allah-u Teâlâ Hazretlerinin vermiş olduğu bir lütuftu. 

Allah-u Teâlâ yarattığı ve yaşattığı her şeyin sahibidir. Kime ne murat etti ise o dem tecelli eder. Lütuf ve Kerem sahibi ancak Cenab-ı Zülcelal Hazretleridir.

O gün, Bilal Nadir Hazretleri ile epeyce bir sohbet ettikten sonra vedalaştık ve Nevşehir’e geri döndüm. 

Aradan on beş yirmi gün kadar geçmişti. Üstadımın hasretine dayanamadım. Ocağa bir adam tuttum ve arkadaşımla, beraber Antep’e gittik. Giderken de, Bilal Baba’nın ilahilerini çekelim diye yanımızda altı, yedi tane kaset götürdük. Niyetimiz bir hafta kalmaktı. 

Antep’in Danacık Köyünün girişinde indik. Yürür iken, at arabası ile bize doğru bir adam yaklaştı. Arabaya yonca yüklemişti. Bize;

─Herhalde Bilal Babayı ziyarete geldiniz. Fakat evinin yanına kadar giden yol çok çamurlu, üzeriniz batmasın. Buyurun, arabaya binin ben sizi götüreyim, dedi.

Peygamber (sav) Efendimizin doğum yıl dönümü olması sebebiyle bir gün önceden gitmiştik. Mübareğin evine yaklaştığımızda mahşeri bir kalabalık vardı. Bilal Baba, biz gelmeden önce, oradaki cemaate;

“Bugün, Nevşehirli Abdullah Efendi oğlum geliyor” diye kerametini göstermiş. (Bu hadiseyi bize daha sonra anlattılar.) Üstadımızın evine girdiğimizde, bizi içeri buyur etti, bir arkadaşı da yanına çağırdı ve Ona:

─Şu çantayı aç, içinden kaset çıkar, mevlit okunacak, ilahiler söylenecek, dedi. Ondan sonra pencereyi açtı, bana dönerek;

─Şu tepeyi görüyor musun? Orada, Sahabeden Ukkaşe Hazretleri vardır. Benim manevi liderimdir. Onu ziyaret et, oğlum Abdullah, dedi. 

Biz de, o mübareği ziyarete gitmek için gusül abdesti aldık ve dağa doğru tırmanmaya başladık. Bu arada diğer kalabalık, köyün etrafını dolaşarak dağa doğru gidiyorlardı. Yukarı vardığımızda, bize:

─Ya hu, siz ne yaptınız? Bu dağın yılanları meşhurdur. Bu güne kadar kimse çıkmaya cesaret edemedi. Size hiçbiri rastgelmedi mi? dediler. 

Biz de kendilerine;

─Hayır, hiçbir şey görmedik. Karşımıza ne bir yılan çıktı, ne de başka bir zararlı hayvan, diye konuşurken, bu esnada gayet iri ve heybetli gözüken bir meczup;

─Sizi kim gönderdi? diye sordu. 

Biz de kendisine:

─Bilal Baba, diye cevap verince; Öyle bir “Huu” dedi ki, sanki her taraflardan ses geldi.

─Demek Bilal Babanın misafirisiniz? Size hiçbir şey zarar veremez. Buyurun meydan sizin, dedi. 

Ukkaşe Hazretlerini ziyaret ettik. Dönüşte de, tekrar geldiğimiz yoldan geri döndük. Allah’ın izni ile ne bir yılan ne de başka bir zararlı hayvan karşımıza dahi çıkmadı. 

Bilal Babanın yanına vardığımızda, mübarek bize;

─Oğlum, Abdullah Efendi, doğru Nevşehir’e döneceksiniz, dedi. 

Bizde kendisine:

─Efendim, biz buraya bir haftalığına gelmiştik, mümkünse kalalım, diye cevap verdik.

Bilal Baba:

─Evladım, sizin gitmeniz gerekiyor. Allah razı olsun! Bizi memnun ettiniz, ziyaretimize geldiniz. Allah yolunuzu açık etsin inşallah, dedi. Bizde; 

─Üstadımız böyle uygun gördüyse bir hikmeti vardır, diyerek yanından müsaade aldık ve Fındık Ağası otobüsü ile Nevşehir’e geri döndük. Otogara indiğimizde, bir baktım, ağabeyim postaneye doğru hızlı hızlı gidiyor. Ağabeyime; Nereye gidiyorsun? diye seslendim. Ağabeyim de bana:

─ Ben de postaneye size telgraf çekmeye gidiyordum, dedi.

─ Hayırdır, ne oldu? dedim. 

─ Babam felç oldu, onu haber vermeye geliyordum. Hemen eve gidelim, dedi. Eve geldiğimizde, doktor bize: 

─ Babanızın durumu çok ağır, üç günü geçerse felçli bir halde hayatını devam ettirir. Ancak siz ölümüne hazır olun, dedi. Ve babamız birkaç gün içerisinde, 1968 yılında vefat etti. 

Bilal Baba’nın kerameti sayesinde babamı ölmeden görmüş oldum.

Yine bir gün, Nevşehir’den, Bilal Babayı ziyarete gittik. Hane-i saâdetlerine girdiğimizde kalabalık bir misafir topluluğu vardı. Gelen misafirlere ikram edilmek üzere, orada sürekli kaynayan buğday ve arpa kırmasıyla yapılan bir çorba pişiriliyordu. Bizler de yemek için bahçeye oturduk. Fakat hava kapalıydı. Bilal Baba’nın muhterem zevceleri hanımanne;

─Efendi, buraya seni ziyarete gelen insanları bahçeye buyur ettin, ancak yağmur yağacak, dedi. 

Bilal Baba, hanımanneye yemek yiyenleri işaret ederek:

─Bunların üzerine yağmur yağmaz, hacı hanım, dedi.

Aradan kısa bir süre geçtikten sonra yağmur yağmaya başladı. Etrafa sicim gibi yağmur yağarken, üzerimize bir damla yağmur dahi düşmemişti.

Nevşehir’de bir arkadaşım vardı. Kendisi trafik kazası geçirdi. Kazadan sonra idrarında sürekli damlama olduğunu, bunun için çok bizar kaldığını ve çoğu zaman idrarının damlaması yüzünden bir kapla dolaştığını söylüyordu. Bir gün kendisine; 

─Üstadım Bilal Nadir Hazretlerine giderken seni de götüreyim, hem senin rahatsızlığını söyleriz hem de hayır duasını alırsın, dedim.

Beraber Antep’e ziyarete gittik. Bilal Babama arkadaşın rahatsızlığını anlattım. Bilal Babam, mutfaktan ufak bir tabağa domatesi rendeleyip içine sirke koyarak, getirmelerini söyledi. Bilal Baba, arkadaşı karşısına aldı, ona okuduktan sonra, bizlere sohbet etti. Aradan bir müddet geçmişti ki, arkadaşım heyecanlı bir halde;

─Abdullah Ağabey, idrarım damlamıyor. Elhamdülillah, dedi ve çok sevindi. Ben de, Bilal Babama dönerek;

─Efendim, Allah razı olsun, arkadaşımın rahatsızlığı geçti, dedim. 

Getirmiş olduğum arkadaşım, oldukça zengin bir kişi idi. Nevşehir’de bir petrol istasyonu açacaktı. Yanında da yüklü miktarda para varmış. O rahatsızlığının geçmesinin verdiği huzur ile Bilal Babama dönerek;

─Allah sizden razı olsun, rahatsızlığım geçti, dedi ve parasını çıkartarak; 

─Efendim! Annenizin ak sütü gibi helal olsun, deyip parayı uzattı. Bilal Baba arkadaşıma şöyle bir tebessüm etti ve ekledi;

─Evladım paranı cebine koy! O parayı eğer biz alacak olursak, bu nefes bir daha şifa verir mi hiç! Şifa Allah-ü Teâlâ Hz.lerindendir. Bizler ancak vesileyiz, demişlerdi.

Efendi Hazretleri çay ocağını çalıştırdığı dönem içerisinde, her pazartesi günleri, yakınında bulunan hastaneye ücretsiz olarak çay götürür, oradaki hasta yakınlarına ikram eder, ilaç alamayacak olanların ilaç almasına yardımcı olur, onların sıkıntısı ile ilgilenirdi. Kendisine bunu niçin yaptığını sorduklarında ise onlara cevaben;

“Bu insanlar şifa aramak için buralara kadar gelmişler. Kimi gariban, kimi yoksul keşke elimde daha fazla imkân olsa da onlara sadece çay değil yemek de ikram edebilsem”, diye cevap verirdi. Yine, o dönem içerisinde Zeki isminde bir kişinin maddi yönden sıkıntıda olduğunu manen haberdar olmuştur. Bir gün bu kişiyi görür ve kendisine seslenir;

O da;

─ Buyur Abdullah Ağabey, diye cevap verir.

Efendi Hazretleri;

─Hayırdır, senin bir sıkıntın mı var? diye sorar

─Hayır, hiçbir sıkıntım yok, diye söyler.

Efendi Hazretleri;

─Kardeşim benden çekinme. Durumunun sıkıntılı olduğunu biliyorum nedir? diye tekrar sorunca o kişi şöyle cevap verir;

─Abdullah Ağabey çok dardayım. Kış geliyor, ne odun alabildim ne de kömür.

Efendi Hz.leri;

─Ayakkabının altı da delik mi? diye sorunca;

O kişi daha da şaşırmış bir halde;

─Evet ağabey maalesef, der.

Bunun üzerine Efendi Hz.leri o kişiyi yanına alarak odun ve kömürünü alır. Ayağına ayakkabısını alır. Kendisi de maddi yönden iyi durumda olmadığı halde o insana Allah rızası için yardım eder. 

Efendi Hazretleri yapmış olduğu iş her ne olursa olsun, önce o işte Allah’ın rızasını gözetir, ona göre davranırdı. 

Birgün Gülşehir tarafından Nevşehir’e gelen bir kişi Nevşehir’in üzerinden semaya doğru çıkan bir nur görür. Hayretler içerisinde kalır ve o nuru takip eder. Nihayet Bekir Efendi Camisinin çay ocağının üstünden nurun yükseldiğini görür. Bu arada Efendi Hazretleri de çay ocağını ışıklarını söndürmüş, sekiz on kişi ile beraber içeride Allah’ı zikretmektedirler. Nuru gören adam çay ocağının camına vurur. Adama kapıyı açarlar ve o adam şöyle der;

“Subhanallah, sizin zikrullahın nurunu ta Gülşehir’den gördüm, buraya kadar nuru takip ederek geldim.”

Yine Çay ocağı işlettiği dönemde, Efendi Hz.leri bir zabıta memurunun baskısı altında kalır ve Bilal Nadir-i Hz.lerine manen müracaat eder. Allah’ın izniyle Bilal Baba manen hadiseyi çözer. İşte bu durumu Efendi Hz.leri bize şöyle anlattı;

1965–70 yılları arasında çay ocağı çalıştırıyordum. Tabii gençtik, sakallarımız siyahtı. O sıralar sürekli dükkâna bir zabıta memuru gelir ve bana;

“Abdullah Efendi, sakalının teli çaya düşüyor, temizlik açısından uygun değil, yönetmelikte şöyle diyor…” gibi sözler sarf eder, günde üç-dört bardak çay içer, arkadaşlarına da içirir, kahve içerler, parasını vermezlerdi. Ben de bir şey diyemezdim. Ama zoruma gidiyordu. Kendimi haraç verir gibi hissediyordum.

Bu olaydan epeyce bizar oldum ve dua ettim. “Ya Rabbi sen bilirsin” dedim ve maneviyatı haberdar ettim.

Sabahleyin dükkânımı açtım. Zabıta memuru karşımda perişan bir halde duruyor ve bana dönerek;

─Sorma Abdullah Efendi başıma neler geldi. Öyle bir rüya gördüm ki, dedi ve rüyasını şöyle anlattı; 

─ Çok heybetli, yüzü nurani bir zât yanıma geldi ve bana bir tokat attı.

─Sen nasıl benim, Abdullah’ıma sıkıntı çektiriyorsun, onu sahipsiz mi zannettin? Senin ona yaptığın eziyetlerin hepsinden haberimiz var, O benim gözümün nurudur. O’nun çoluk, çocuğunun nafakasını nasıl yersin melun adam? dedi. Tokadı vurunca duvara çarptım, duvardan caddeye düştüm. Caddeden araba geçiyordu. Elbisem lastiğin jantına takıldı, epeyce bir sürüklendim. Sonra hastaneye götürdüler, “ölüyor” dediler ve kafama buz koydular, gözlerim karardı. Orada bulunanlar;

─Pek fazla ümit kalmadı, biz buna iğne veya ilaç tedavisi uygulayamayız. Bunun az bir ömrü var, fayda etmez, dediler. 

Onlar bu konuşmayı yaparken, perişan bir halde yatakta yatıyordum. Tam o sırada bana tokadı vuran nurani, güzel yüzlü zât geldi ve dedi ki;

─Bir daha Abdullah’ıma dokunmayacaksın, onu üzmeyeceksin ve onun işine karışmayacaksın. Eğer bu söylediklerimi yerine getirirsen, elimdeki şu iğneyi vuracağım, kurtulacaksın, dedi. 

Bende;

─ Aman Efendim tövbe ettim, pişman oldum, hatamı anladım. Bir daha Abdullah Efendiye karışmayacağım ve gidip kendisiyle helalleşeceğim. İçtiğim çay paralarını ödeyeceğim. Namaza başlayacağım, ibadet yapacağım. Yeter ki iğneyi vurun Efendim, deyince, bana elindeki iğneyi vurdu ve uyandım. Sabahleyin kalktığımda ter içinde kalmışım. Hemen üstümü giyindim, buraya koştum, geldim. 

─Abdullah Efendi, sen nereye bağlısın? Beni o hale getiren, o nur yüzlü zât kimdi? diye sordu. Kendisine:

─Sen bizi sahipsiz mi zannediyorsun? Bizim maneviyatımız var, bizi koruyanlar var. Nasıl zahiri asker varsa ve bir erin başına bir şey gelse, o ere komutanları sahip çıkar. İşte bunun gibi maneviyatında komutanları olur. Onlar da kendilerine bağlı olanları korurlar, muhafaza ederler. Sen de bize zulmettin, biz de seni maneviyata havale ettik. Şimdi anladın mı zabıta Efendi? deyince Zabıta:

─ Aman Abdullah Efendi, Allah beni affetsin, sen de affet. Çok pişmanım, tövbe ettim. Ne olur hakkını helal et. Buyur şu parayı da. Bu güne kadar içtiğim çay borçları, fazlasıyla var. Hakkım helal hoş olsun, dedi.

İşte gerçek Mürşid-i Kamiller, Allah’ın izniyle, kendilerine tabi olan kimselerin sıkıntı ve meşakkatlerine yetişir, himmet ve bereketleriyle o olayı hayırla bitirirler.

Yine, çay ocağı çalıştırdığım dönemde, oğlum Naci doğdu. Fakat çocuğun doğuştan, üst dudağının dışa bakan kısmı, burnuna kadar açıkta idi. Beş tane dişi dışarıdan gözüküyordu. Üç defa da ameliyat geçirdi. Fakat bir düzelme olmadı. 

Ben de, Naci’nin bu durumunu, Üstadım Bilal Baba’ya iletmeye karar verdim. Ancak, Naci çok küçük olduğu için yanımda götüremedim. Antep’e Üstadım Bilal Babayı ziyarete kendim gittim. Mübarek bizi “buyur” etti. Halimizi, hatırımızı sordu. Ben de kendisine, oğlum Naci’nin durumunu anlattım. Bilal Baba beni dinledikten sonra sağ elinin başparmağına tükürdü ve benim üst dudağıma meshetti. Sonra şöyle dedi;

“Evladım Abdullah Efendi, Nevşehir’e dönünce, Naci’nin dudağına kendi dudağından meshet, İnşallah” dedi ve dua etti. Daha sonra yanından müsaade aldım ve geldiğimde aynen Üstadımın dediği şekilde dudağını mesh ettim. Allah’ın izni, Üstadımın himmeti ile dudağındaki açıklık kapandı.

Bilal baba’nın himmeti her sıkıntı anımda bana yetişti. Bir başka yaşadığım olayda şöyle:

1964 yılında ortağımla birlikte İskilip’e deri satmaya gittik, oradan da Çorum’a geçtik. Çorum’da işlerimizi hallettikten sonra ortağımdan on beş lira para aldım. Kalan işleri halletmek için onu orada bıraktım. Ben de; Yozgat’a, Alaca’ya, Yerköy’e, oradan da alacakları tahsil etmek için Kırşehir’e geldim. 

Günlerden pazar olması münasebetiyle hiç kimseyi bulamadım. Bu arada ortağımdan aldığım on beş lira para da bitmişti. “Nasıl olsa burada alacaklarımızı tahsil ederiz” diye düşünmüştüm. Fakat alacaklarımızı toplayamadım. On sekiz saat aç dolaştım. Namaz vakitleri geldiğinde, namazımı kılıyor, “belki çarşı esnaflarından açık olanlar vardır” diye dolaşıyordum. 

Bu şekilde dolaşırken, sakallı bir kişi koşa koşa yanıma geldi:

─ Vay Efendi Babam! “Sana kurban olayım” diyerek, sarılıp ağlamaya başladı. Bir müddet sonra bu garip kişi elimden tutarak lokantaya götürdü. Yemeğimizi yedikten sonra otele götürdü. Tek yataklı bir odayı kiraladıktan sonra tekrar dışarı çıktık. Olup bitenlere bir anlam veremediğim için;

─Sen bunları niye yapıyorsun? diye sordum. O zât: 

─Efendim ben, Ahi Ervani Veli Hazretlerinin yanından geliyorum. O mübarek bana; 

─ Evladım, senin manevi baban geldi ve on sekiz saattir ağzına bir lokma dahi koymadı. Sen şimdi doğru Abdullah Efendi’nin yanına git. Onu ağırla, ikramda bulun, karnını doyur, dinlenmesi için bir otele götür, harçlığını ver” dedi.

─Peki, Efendim, dedim. Fakat baktım ki siyah sakalınız var ve gençsiniz.“Bu yaşta bir insan, benim nasıl manevi babam olur”, diye düşünürken, bu esnada Bilal Nadir Hazretleri geldi; “Elimin tersiyle bir vurursam, ağzın döner. Tokat yemeden yürü git”, dedi. Koştum geldim, ne olur hakkınızı helal edin, dedi. 

Kendisine; 

─Bu makama nasıl geldin? diye sordum. Adamcağız şöyle anlattı:

─Efendim, ben aslen, İzmir’in, Konak İlçesindenim. Orada, evim, ailem, kızım, oğlum vardı. Onları bir trafik kazasında kaybettim. Ben de terk-i dünya ettim. Dünyalığın gelip geçici olduğunu anlamıştım. Birgün rüyamda, Yunus Emre Hazretleri’ni gördüm. Beni Eskişehir’e çağırdı. Bunun üzerine Eskişehir’e gidip, kabrini ziyaret ettim. Manen, mübareğin sağ ayağını Eskişehir de, sol ayağını da Karaman’da olarak müşahede ettim. 

Yunus Emre Hazretlerine; 

“Efendim, bunun hikmeti nedir? diye sordum.

O’da; 

“Evladım, üç ay burada kalacaksın, üç ayda Karaman da kalacaksın” dedi. 

Üç ay sonra Karaman’a gittim. Orada kalırken Mevlana Hazretleri Konya’ya gelmemi söyledi. Konya’da üç ay kaldım. Sonra Hacı Bektaşi Veli Hz.lerine gitmemi söylediler, üç ay da orada kaldım. Daha sonra, Ahi Ervani Veli’ye gitmemi söylediler. Şimdi buradayım, amelelik yaparak rızkımı temin ediyorum. 

Artık, sen benim manevi babamsın. Maddi durumun da iyi değil, biliyorum. İzmir’de bir evim var. Tapusunu sana vereyim. Senin olsun, dedi.

─Yok, kardeşim, ben bir şey istemem. Allah senden razı olsun, dedim.

Bu tanıştığım zât ile oradaki bulunan Allah dostlarının kabirlerine ziyaretlerde bulunduk. Epeyce bir sohbet ettik. Gece saat üçe doğru otele döndüm. Sabah saat on civarında otelden ayrıldım. Hemşerilerimi bulup onlardan elli lira para aldım. Tanıştığım zâtın verdiği adrese gittim. Fakat o adreste bulamadım. 

Oradaki işlerimi bitirip Nevşehir’e geri döndüm. Birkaç ay aralıklarla onu görmek için gittiğim halde, onu bir daha göremedim.

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks)Hazretleri, Bilal Nadir Hazretlerinin manevi terbiyesi altında yetişmeye başlamış, her hal ve hareketiyle, Verese-i Peygamber olan üstadına tam bir teslimiyet örneği göstermiştir ve Bilal Nadir Hazretleri de ondaki cevheri görüp, kendisi vefat ettikten sonra kamil bir üstada gitmesini ve bu şekilde Allah’a vasıl olacağını işaret etmiştir. Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri bir yandan manevi yoldan ilerlerken, diğer yandan, insanlara bu yolun hak ve hakikatini anlatıyor. Onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyordu.

Efendi Hazretleri, Bilal Baba’nın kerametlerini anlatmaya şöyle devam etti.

Nevşehir’de bir arkadaşım vardı. Bu arkadaşımın oğlu ruh hastasıydı ve doktorlarda tedavisinde pek bir gelişme sağlayamadılar. Arkadaşım da o dönemlerde alkol bağımlısıydı.

Ben de kendisine;

─Sizi üstadıma götüreyim. Allah’ın izniyle, İnşaallah sen alkolü bırakırsın, oğlun da şifa bulur, dedim.

Arkadaşım da bana: 

─Bizi muskacıya mı götüreceksin?, dedi. 

─Hayır, benim üstadım Mürşidi Kamil bir zâttır. İnşaallah faydalanırsınız.

Daha sonra Adana üzerinden Antep’e gittik. Bilal Babanın yanına vardığımızda; 

─Efendim, bu arkadaşım, alkol bağımlısı, bir dua etseniz de şifa bulsa, dedim. Mübarek de arkadaşıma dönerek;

─Evladım, Allah-ü Teâlâ Hazretleri içkiyi haram kılmış. Allah’ın verdiği o güzel ağza haram girmesi iyi olmaz. Seni okuyalım, inşallah bu illetten kurtulursun, dedi. 

Mübarek zât, arkadaşımı karşısına aldı. Dua okudu ve daha sonra “Huu” dedi. 

Bilal Babanın “Huu” diyerek üflemesi ile beraber, arkadaşımın üzerinde bulunan gömleğin düğmeleri tek, tek çözüldü. Bilal Baba o mübarek elini kalbinin üzerine koydu. 

─ Bir daha içmeyesin inşallah, tamam mı? dedi. İkimizde şaşırıp kalmıştık. 

Bilal Baba, arkadaşı okuduktan sonra dedim ki; 

─ Efendim, oğlu da çok rahatsız, bir türlü iyi olamadı. Sürekli ruhi bunalım geçiriyor, hareketlerini kontrol edemiyor. Şifa Allah-u Teâlâ Hazretlerindendir lakin siz de mübarek nefesinizle okuyup şifa bulmasına vesile olursanız memnun oluruz, dedim. 

Daha sonra Bilal Baba, çocuğu yanına çağırdı; 

─ Evladım, bu çocuğu üç defa okumamız gerekiyor, dedi. 

Bilal Baba çocuğu o gün sabah, öğle ve akşam olmak üzere üç defa okudu. “Elhamdülillah”, çocuk şu anda gayet akıllı, sıhhatine kavuştu. Büyüdü, evlendi. Nevşehir’de resmi bir dairede çalışıyor. 

Allah, kendisinden razı olsun, mübareğin pek çok kerametlerini gördük.

Bizim görmediğimiz ancak görenlerden dinlediğimiz ve hepimizi hayretler içinde bırakan bir olay şöyle gerçekleşmiştir;

Bilal Nadir Hazretleri Konya’ya, Mevlana Hazretlerini ziyaret etmek için geldiklerinde birkaç kişi ile beraber otele yerleşirler. Bir müddet istirahat ettikten sonra Mevlana Hazretleri’ni ziyaret etmek için yürüyerek türbeye doğru yaklaşırlar. Tam bu esnada karşılarına, uzun boylu, sakallı, baba yiğit bir insan gelir. O gelen kişi Bilal Babanın yanına, bir erin generale karşı saygısı nasıl olur ise, o şekilde yaklaşır saygıda kusur etmeyerek şöyle der;

─ Efendim, Mevlana Hazretleri buyurdular ki; 

“Üstadım Şems Hazretlerini ziyaret etmeden bizi ziyaret etmesinler. Önce O’nu ziyaret etsinler, daha sonra bizim yanımıza gelirler, İnşallah” Bunun üzerine Bilal Baba o gence;

“Peki” der ve önce Şems Hazretlerini ziyaret etmek için camiye girerler. 

Orada iki rekât namaz kıldıktan sonra türbe-i şerifleri caminin içerisinde olan Şems Hazretlerinin sandukasının yan tarafından asıl yatmış olduğu kuyuya geçişin kilitli kapısına yönelirler.

Bu arada Caminin hizmetinde görevli olan Ömer Efendiye, Bilal Babanın dervişlerinden bir tanesi şöyle der:

─ Biz, Şems Hazretleri’ni ziyaret etmeye geldik. Üstadımız Bilal Baba ziyaret etmek istiyor, kapıyı açar mısınız?

Ömer Efendi de o dervişe:

─Buranın anahtarı bizim elimizde değil, belediye tarafından kilitlenir. Onlar anahtarı götürür, temizlik günlerinde anahtar gelir, biz de temizleriz, der.

Bu arada Bilal Nadir Hazretleri bir iki saniye gibi kısa bir süre gözlerini yumup, kalbi üzerine huzur eder ve başını kaldırır. O anda kilitli olan kapı, alenen açılır. Bir kapıyı açmak için anahtarı çevirdiğinde nasıl ki, kuvvetli bir şekilde ses çıkar ise aynı o şekilde açılır.

Camide bulunan herkes bu olanları şaşkın bir şekilde seyreder.

Caminin hizmetinde bulunan Ömer Efendi de hayretler içerisine düşmüş bir şekilde:

─ Bu zât kimdir? diye sorar.

Dervişler de:

─ Üstadımız Antepli Bilal Nadir Hazretleri, derler.

Caminin hizmetlisi Ömer Efendi hayretler içerisinde:

─ Efendim, buraya daha önce Medine’den Hacı Ali Rıza Kaşıkçı Efendi, Sivas’tan İsmail Hakkı Efendi, İstanbul’dan Süleyman Hilmi Tunahan Hoca Efendi, Mahmut Sami Efendi, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri geldiler. Fakat ben böyle açık saçık bir kerameti hiçbirisinde görmedim, diyerek ağlamaya başlar. Mübareğin bu kerametini camide bulunan herkes şahit olmuşlardır. 

Yine Bilal Baba’nın dervişlerinden şoför olan bir kişi, bir kafileyi geziye götürürken Nur Dağı’nda bir ara direksiyon hâkimiyetini kaybedip otobüsü kaydırır ve dağa doğru kayarken, şoför sadece “DAHİLEK” deme fırsatını bulur. O esnada otobüsün ön camında bir el belirir. İçeride bulunan kırk kişi de eli görür. Daha sonra Bilal Baba şoföre;

“Korkma evladım geri geri sür” der ve kurtulmaları imkânsız bir kazayı Allah’ın izni, evliyasının himmeti ile atlatırlar. Otobüsün içindekiler şoföre;

─ Kaptan, sen bir ara DAHİLEK diye bağırdın. O camda beliren el kimindi? Allah aşkına söyle, derler; Şoför şöyle söyler;

─ O benim Üstadım Antepli Bilal Nadir Hz.leridir. Siz sadece elini gördünüz. Ben ise buraya geldiğini bize yardım ettiğini gördüm, deyince; Otobüsün içerisindekiler şoföre; 

─ O halde bizi önce O mübarek zâtın yanına götür. Kendisi ile muhakkak tanışmak istiyoruz, derler. Şoför yolunu değiştirip Antep’e doğru yönelir. Bu arada Bilal Baba Hz.leri Antep’te, tarlasında ekin ile uğraşırken, yanındaki dervişlerine;

─ Çalışmayı bırakın. Bugün misafirlerimiz gelecek, hazırlık yapın buyururlar. Pilavlar pişirilir ve bir müddet sonra kırk kişilik kafile Bilal Baba Hz.lerinin dergâhına gelir. Orada bulunan kırk kişi de Bilal Baba’ya intisap edip dervişi olurlar.

Antepli Bilal Nadir Hz.leri, himmeti bol, kerameti açık, eşine az rastlanır, güzide Evliyaullahtandı. Hatta bir sohbetlerinde şöyle söylemişlerdir;

“Bizden; zorda kaldığınızda, sıkıştığınızda, himmet istediğinizde eğer yetişemezsem; ben sizin değil merkeplerin şeyhiyim” diye söyler, İndi İlahideki kıymet ve nazarının ne denli çok olduğuna dikkat buyururlardı.

Bilal Nadir Efendi Hazretleri’nin bizim bildiklerimizin yanında, daha bilmediğimiz birçok vakıf olamadığımız kerametleri vardır. Allah(cc) bu kerametleri görüp feyiz alanlardan ve bu yolun yolcularından eylesin, inşallah.

Bilal-i Nadir-i Hz.lerinin Vefatı

Bilal Baba (ks) Hazretleri yetmiş dört yıllık ömrü hayatında Hakkın yılmaz sesi, garip kimselerin sığınağı, vatan ve milletin saâdet membaı olmuş. Olması istenilen hayır öğütlü bir zât idi. Yüzüne bakıldığında Allah ve Resulü hatıra gelir. Allah’ın rahmetinden ümit kestirmez, azabından emin kılmaz, Sadık ve Salih bir zât idi.

Her fani gibi O da yetmiş dört yıllık şerefli bir hayatın ardından dar-ı bekaya intikal etti. Vefat tarihi (22 Aralık 1969) yılıdır. Allah, yüce velinin himmetine cümlemizi nail eylesin.

Bilal Baba’nın vefatının ardından yaşadığı olayları Efendi Hazretleri şöyle anlatır:

Bilal Baba vefat edince O’nun hasretine dayanamayıp günlerce ağladım. Bilal Baba vefat etmeden önce;

“Evladım Allah’a vasıl olabilmek için, insana muhakkak Mürşid-i Kamil gerekir. Biz vefat ettikten sonra kendinize bir Mürşid-i Kamil arayın” nasihati üzerine istihare yaptım. Rüyamda Âdem (as), Zekeriya (as) ve Hızır (as) bana;

“Evladım Abdullah senin dosyan Çorum’a havale oldu” dediler.

Bundan sonra yoluma Rufai Şeyhi olan Hacı Mustafa Efendi Hazretleri ile devam edecektim.

Allah-ü Teâlâ’nın büyük evliyası yeryüzünün müstesna ağırlıklarından, Peygamber varisi, Mürşid-i Kamil Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Hz.lerini rahmetle anıyoruz.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi (ks) 1884 yılında dünyaya teşrif etmişlerdir. Babası Çorum eşrafından olup; imam, mutasavvıf Hacı Mehmet Efendidir. Annesi, o daha küçük yaşta iken vefat etmiştir.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, babasından naklederek anlatır; Babamı ziyarete, Erzurum dan bir zât gelir: 

─ Sizin yeni doğmuş bir çocuğunuz var mı? diye sorar.

Tanımadık bir kişinin böyle soru sormasına tereddüt ederek maksadını öğrenmeye çalışır. 

Adam ağlayarak, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatır:

─ Ben vaktiyle eşkıya idim, tövbe edip pişmanlıkla nedamet duydum. Bir Allah (cc) dostunu ziyaret edip durumumu anlattım. O mübarek zât da, Çorumda Hacı Mehmet Efendi namında bir zâtın, bugün yeni bir çocuğu oldu. Adı Mustafa’dır. Bu çocuğu ziyaret edip, kucağına al ve kıbleye yönelip; bu çocuk ile Allah’a (cc) tevessül et. İnşallah, Allah Teâlâ Hazretleri, tövbeni bu çocuk hürmetine kabul edecektir. 

Bu durumu anlatınca; babam o zâtı alarak evine getirir ve çocuğu (beni) adamın kucağına verir. Adam uzun uzun dua ederek ağlar ve muradı hâsıl olur.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri; Sultan ikinci Abdülhamit Han zamanında askerlik vazifesini yapmış. Birinci Dünya harbine katılmıştır. Ayağından da bir kurşun yarası aldğıını, hatta savaş sırasında çok sevdiği bir arkadaşının yaralanmasyıla, onu cephe gerisine sırtında götürdüğünü, arkadaşının sıhhate kavuşmasında ona çok yardımcı olduğunu, ona Arapça ve dini bilgiler öğrettiğini anlatmıştı. 

Bir gün bu arkadaşını İstanbul’a ziyarete gider. Arkadaşının babası zengin bir kişidir ve çok aşırı ilgisiyle karşılaşır. Aynı zamanda oğluna askerliğindeki yardımlarından dolayı O’nu İstanbul’dan göndermek istemez. Büyük otellerden birisinin işletme hakkını kira olarak kendisine verir.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, bir müddet bu işi yapar. Çok para kazanır ve kazandığı paraları; fakir mahallelerde bulunan muhtaçlara dağıtır. İstanbul’da bulunduğu dönem içerisinde, Nakşibendî üstadı Hacı Ali Haydar Efendi (ks) Hazretleri ile tanışır, sohbetlerinde bulunur. 

Bir müddet böyle devam ettikten sonra, Çorum’dan babasını da İstanbul’a getirmek istediğini söyler, fakat babası kabul etmez. Hatta kendisinin de o işleri bırakıp memleketine geri dönmesini ister. Bunun üzerine bütün işlerini bırakarak tekrar memleketi olan Çorum’a döner.

Ara sıra İstanbul’da tanıştığı Hacı Ali Haydar Efendi Hazretlerini de ziyarete gider. Bu ziyaretler ileride manevi tecellilerin gerçekleşeceği günlerinde habercisi olmuştur. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri artık kendi memleketi olan Çorum’a yerleşmiş, zaman zaman ticaretle uğraşmış, esnaflık yapmış ve bir yandan da Hak’ın hâkimiyeti için çalışmıştır.

Allah ve Resulüne olan bağlılığı, tasavvuf yoluna olan muhabbeti neticesinde; devrin büyük Mürşid-i Kâmili Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i(ks) Hazretleri ile tanışıp arzu ettiği, gayelerin gayesi olan, Allah ve Resulüne vasıl edecek ariflerin, abidlerin, zahitlerin, âşıkların yoluna dâhil olmuştur. Bundan sonra ki hayatının her safhasında Üstadı Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i (ks) Hazretlerinin yaşantısını ve emirlerini kendisine düstur etmiş ve ona göre yaşamıştır.

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri, Gürcistan’ın Ahiska vilayetinde dünyaya gelmiş. Küçük yaşta Kur-an’ı Kerim’i hıfz etmiş, kalbi iman ile dolu bir gençtir. Hem hafız olması, hem de sesinin güzel olmasından dolayı, kendisini yetiştiren hoca Efendi, Ebubekir Baba’ya Samsun’a gitmesini söyler.

─Evladım senin baban yok, git orada vaaz et, der. 

Hoca Efendinin nasihatini tutan Ebubekir Baba, Ramazan ayında Samsun’a gider, orada hatimler okur, müezzinlik yapar. Bu şekilde Ramazan ayını ibadetle geçirir. Bu arada, camide tanıştığı bazı tasavvuf ehli kimselerle sohbet etmeye başlar. Onları evine davet eder. Gelen misafirlerin, kimisi Kadiri, kimisi Rufai, kimisi Mevlevi, kimisi Nakşibendî, kimisi Şazeli olan bu tarikat ehli insanları tanıdıkça onlara hayran olur.

─Ya Rabbi! Ben de seni sevmek için fedai, asker olacağım. Ben de talip olacağım, ben de Mürid olacağım, ben de derviş olacağım, der ve istihare yapar.

Ebubekir Baba (ks) Hazretleri’ne, istiharesinde, kendisini Allah’a vuslat bulduracak, İstanbul’da bulunan, meşayıhın büyüklerinden Aziz Mahmud-u Hüda-i Hazretleri’nin dergâhına gitmesi söylenir.

Hemen yol hazırlıklarını tamamlayıp doğruca İstanbul’a gider. Dergâhın o dönemdeki Mürşid-i Kâmili, Mahlası Ruhi diye tanınmış Mehmet Ruşen Hilmi Hazretlerine intisap eder. 

Mehmet Ruşen Hilmi Hz.leri, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hazretlerine;

─ Evladım, sen tavlacılık yapacaksın, der. 

O zamanlar da tavlacı; atları besleyen, tımarlayan ve bakımını yapan kişilere denilirdi. 

Tam yedi yıl üstadının vermiş olduğu bu hizmeti sürdürür. Bunun yanı sıra günlük derslerini çeker, haftalık sohbetlerine devam eder. Büyük bir ihlas ve samimiyetle bu yola olan bağlılığını gösterir. Yedi yılın sonunda, üstadı kendisine:

─ Gel evladım Ebubekir, sana seyahat göründü, buyurur. Yanına yol arkadaşı olarak Sanemerli Hacı Ahmet Baba ismindeki zâtı verir. Onunla beraber seyahat edeceklerini söyler. 

Eskiden, bir müridin kemale ermesi için, ya seyr-u suluk ettirilir yâda seyahat verilirdi. Tabi bu hadise, maneviyatın işareti ile olurdu. Tasavvufta ki seyahatin de, kendine göre bazı adap ve erkânı bulunmaktadır. 

Osmanlı Döneminde Mürşid-i Kamil olan zâtlara, devlet bir mühür verir. Bu mühür ile seyahate gidecek olan dervişlere, üstadı bir belge hazırlar ve bu belge sayesinde seyahat ettikleri müddetçe, devletin hanlarından, hamamlarından, vakıflarından istifade ederlerdi. 

Bu mübarek zât da bir kâğıda;

“Evladımız Ebubekir ve Sanemerli Hacı Ahmet Babanın, seyahat esnasında devletimizin imkânlarından faydalanmaları uygundur” diye yazar ve kâğıdı mühürler. 

Üstadı Mehmet Ruşen Hilmi Hazretleri, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerine elindeki postu göstererek:

─Evladım üzerindeki gömleği çıkart. Bundan sonra senin gömleğin bu postturder. Postu ortasından deler ve gömlek gibi başından geçirir. Ardından sözlerine şöyle devam eder;

─Bu post senin hem yatacak yerin hem de seccadendir. Bununla seyahat edeceksin. Zekât almayacaksın, sadaka kabul etmeyeceksin, fitre almayacaksın. Allah’ı seven bunları almaz. Çünkü bunlar fakirlerin hakkıdır. Sen hafızsın, manen zenginsin. Yiyecek hiçbir şey bulmazsan; üç gün aç duracaksın. Ondan sonra “Şeyhenlillah, benim karnımı doyurun”, diyeceksin. Seyahatini yaya olarak yapacaksın. Yoldan vasıta ile geçenler, vasıtalarına “buyur ederlerse” bineceksin. Kimsede kusur ve kabahat ararsan, kendi nefsine bak. Nefsini sigaya çek evladım. Allah işini rast getirsin, der ve gönderir.

Şeyhi ile helalleşen Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri arkadaşı ile birlikte uzun ve yorucu yolculuğuna başlar…

Seyahat ederlerken; kendilerine nerelere gidecekleri manen işaret edilir, ya da rüyalarında ikaz edilirlerdi. Ve seyahat ancak maneviyatın tayin ettiği yerlere yapılırdı. Tabii, yolculuk esnasında şimdiki gibi imkânlar yoktu. Olsa dahi, seyahatin adabında yola çıktığın zaman, hiçbir şekilde bir vesaite binemezdin. Ancak biri durur da götürmek isterse, o zaman binebilirdin. 

Üç gün süreyle, hiç kimseden, aç olsa dahi bir şey istenilmez. Üç günün sonunda eğer hiçbir şey yemediler ise, ancak o zaman hallerini arz ederler. Açlıklarını giderecek kadar isteyebilirlerdi. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve yol arkadaşı Sanemerli Hacı Ahmet Baba, her türlü meşakkat ve sıkıntıya göğüs gererek, yalnız Allah’a vasıl olabilmek için bu zor seyahate başlarlar ve çeşitli şehirleri gezerler. 

Seyahatleri esnasında vardıkları bir şehirde üç gün ikamet ederler. Fakat hikmeten, üç gün boyunca onlara; “Kimsiniz? Necisiniz?” diye soran olmaz. Bir lokma ekmek dahi vermezler. Onlar da seyahat adabından olduğu için isteyemezler.

Üçüncü günün sonunda, tam şehirden çıkarlarken, bir fırının önüne gelirler. Kendi aralarında konuşurlar:

─Şu fırıncıya durumumuzu söyleyelim. Bize bir tane ekmek versin, der ve içeri girerler. Fırıncıya durumlarını izah ederler. Fırıncı da kendilerine: 

─Sapasağlam adamlarsınız, isteyeceğinize çalışsanıza. Bakın, ben sabahtan akşama kadar ateşin karşısında yanıyorum, çalışıyorum. Siz de gelmişsiniz benden bedava ekmek istiyorsunuz. Olmaz öyle şey! diye öfkelenir. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri, Fırıncıya: 

─Efendi! Biz senden bir tane ekmek istedik, sen bize bin tane laf saydın. Sadece “vermem” diyebilirdin. Ayrıca “sabahtan akşama kadar ateşin kendisi bile olmayıp, yalnız sana çarpan sıcaklığının yaktığını söylüyorsun. O ateş nardır ve nuru yakmaz. Allah’ın (cc) izni ile şu gördüğün ateş bize hiçbir şey yapmaz, der. Fırıncı dinler ve ardından, alaylı bir şekilde; 

─Demek ateş size bir şey yapamaz öyle mi? Şu fırına girin de görelim o zaman , diye cevap verir. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve yol arkadaşı birbirlerine bakar. Ardından Besmele-i Şerife çekip, fırının içine girer ve otururlar. Fırıncı neye uğradığını şaşırır, panik halinde kendini dışarı atar ve bağırmaya başlar:

─Yetişin, fırının içinde adamlar var, yanıyorlar! 

Bu arada, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve Hacı Ahmet Baba fırının içine oturmuş, pişen ekmekleri dışarıya çıkarmaktadırlar. Halk, dehşetle bunu izlemekte, bir yandan da yalvarıp yakarmaktadır;

─Ne olur, fırının içinden çıkın, yanacaksınız, ne olur çıkın. 

Ancak, ne yapıp ettilerse de fayda etmez, onları çıkaramazlar. En sonunda şehrin kadısı çağrılır. Kadı Efendi, feraset sahibi, âlim bir zâttır. Fırının içerisindeki kişilerin boş birileri olmadığını fark edip onlara; 

─Şeriat hakkı için dışarı çıkın! deyince, fırının içinden çıkarlar.

Çıktıklarında, elbiselerinde ne bir ateş vardır, ne de vücutlarında yanma izi, sadece üstleri fırının külleri ile kirlenmiştir.

Kadı Efendi, bu ikisini alır ve kendi evine götürür. Onlara; neden böyle bir şey yaptıklarını sorar. Ebubekir-i Sıddık Çorumi Hazretleri ve arkadaşı, durumlarını Kadı Efendiye izah ederler. 

Bunun üzerine Kadı Efendi, onların elbiselerini yıkattırır ve onları bırakmak istemez. Onlara güzel bir sofra hazırlattırır. Yemekten sonra yatak hazırlatıp gece ağırlar. Sabah Ezanı okunduğunda, kalkarlar. Namazlarını kıldıktan sonra kadıya hitaben:

─Efendim! Artık biz burada durmayalım. Zira halk bizi görürse, büyük bir teveccüh gösterebilir. Bu da nefsimize hoş gelir. Onun için biz gidiyoruz, deyip o şehri terk ederler.

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve Sanemerli Hacı Ahmet Baba, bu ve buna benzer pek çok hadiseler yaşamış, pek çok şehirler gezmiş, nihayetin de Irak’a geçmişlerdir. Bir müddet Bağdat’ta Abdülkadir Geylani (ks) Hz.lerinin türbesinin yanında kalırlar. Daha sonra Irak’ın Basra şehrine gelirler. Ebul Alemeyn, Pirimiz Seyyit Ahmed-el Kebir-i Rufai Hazretleri’nin kabrini ziyarete gitmek istediklerini, oraya nasıl gideceklerini, oradaki halka sorarlar. Orada bulunanlar da, kendilerine;

─Efendim, siz çok yanlış zamanda gelmişsiniz. Buradan o mübareğin kabrine altı ay aralıklarla kervan gider. İlk kervan yeni gitti. Diğer kervanın gidişini beklemeniz gerek. Ancak; “biz yürüyerek gideceğiz derseniz”, o da çok tehlikeli ve zordur. Orası çok sık ormanlık bir arazidir. O’nun kabrini aslanlar bekler. Sizi parçalarlar, ölürsünüz, derler. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri;

─ Ölürsek, onun yolunda ölelim. Ne olursa olsun gideceğiz. Hasbinalallah veniğmel vekil, Hasbinalallah veniğmel vekil¸ Hasbinalallah veniğmel vekil. Benim vekilim o’dur. O’ndan güzel vekil yok. Mülkün sahibi O,dur,der ve yola koyulurlar.

Sıcak bir bölge olduğu için, yolculuk çok zor ve meşakkatli geçmektedir. Buna rağmen, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hazretleri ve yol arkadaşı o mübareğin aşkı ile yanmakta ve hiç durmadan yollarına devam etmektedirler.

Epeyce bir zaman gittikten sonra artık takatleri kalmaz. Sıcak bir yandan, açlık bir yandan bastırmıştır. Bir ara yorulur ve dinlenmek için otururlar. Bir müddet dinlendikten sonra, bakarlar ki; bir ağacın kenarında, daha yeni pişmiş sıcacık bir ekmek. Hemen ekmeği alır ve yürümeye devam ederlerken bir anda karşılarında yırtıcı hayvanları görünce içlerine bir korku hâsıl olur ve hemen;

“Hıfzıhuma Vehüvel Aliyyül Aziym” deyip, gözlerini yumup otururlar. Kendilerini parçalayacaklar diye beklerken, hayvanlar kuyrukları ile yön gösterir gibi hareketler yaparlar. Ebubekir-i Sıdık Çorum-i Hazretleri:

─Hasbünallah Veniğmelvekil! Sen ne güzel vekilsin. Mahlûkatı emrime verdin. Mahlûkat bana selam verdi, der. Ayağa kalkarlar, aslanlar da ayağa kalkar. Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerini ve arkadaşını, Ahmed-i Kebir-i Rufai (ks) Hazretleri’nin türbesine kadar getirirler.

Ahmed-i Kebir-i Rufai (ks) Hazretleri, yaratılan her canlıya şefkat ve merhametle yaklaşırdı. Hayvanlara çok merhamet eden, onlara yardım eden bir zât idi. 

Öyle ki, bir gün bir ağacın kenarında Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri istirahat ederken, cübbesinin kenarına bir kedi uzanır. Bu arada da ezan okunmuştur. Mübarek; o kediyi rahatsız etmemek için cübbesinin kenarını keser ve namazını kılmaya gider. Kıldıktan sonra döndüğün de, o kestiği parçayı tekrar cübbesine diker. 

Bu ve bunun gibi pek çok hadiseleri cereyan etmiştir. Bu büyük zatın vefatından sonra kabri şerifini biri dişi, biri erkek olmak üzere iki aslan beklerdi. Bu hal, Cenab-ı Zülcelal Hazretleri tarafından evliyasına bahşettiği bir lütuftur. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i (ks) Hazretleri ve arkadaşı türbede üç gün kalırlar. Üç gün sürece, kendilerine tanımadıkları nur yüzlü bir kişi tarafından süt getirilir. Vakitlerini zikir, tefekkür ve ibadet ile geçirirler. 

Üç gün olduğu halde, halen Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretlerini görememişlerdir. Bundan dolayı gayet üzüntü duymuşlardır. Gidecekleri gün Hazreti Pire, manen rabıta ederler ve kendisine:

─Efendim, üç gündür buradayız. Bir “Hoş geldiniz” bile demediniz. Bir edepsizliğimiz mi oldu?” diye sorarlar. 

O anda Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri manen, tebessüm ederek; 

─Evladım, siz bizim misafirimizsiniz. Üç gündür size süt getiren kim zannediyordunuz?”

Üç gün boyunca onlara yemek getirenin Ahmed-i Kebir-i Rufai (ks) Hazretleri olduğunu anlayan Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Hazretleri ağlaya ağlaya, mahcubiyetini ifade eder. Bir müddet daha orada kaldıktan sonra, büyük bir üzüntü ve gözyaşları içinde, mübareğin türbesinden ayrılırlar. 

Oradan ayrıldıktan sonra Mekke’ye giderler. Beş yıl boyunca Mekke ve Medine de mücavir olarak hizmetine devam ederler. Mübarek Hafız-ı Kurra olması hasebi ile altı saatte bir hatim etmektedir. Beş yılın sonunda Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz;

“Evladım Ebubekir-i! Senin seyr-i sulukunu yapacağın yer Mısır’da Abdurrahim Tantavi’dir. O’nun dergâhına gideceksin icazetini oradan alacaksın”buyururlar. 

Yedi yıl gibi uzun ve meşakkatli ve bir o kadar da tehlikeli olan seyahatin sonunda, Mısır’ın Tanta vilayetine gelirler. Orada bulunan, Abdurrahim-i Tantavi Hazretleri’nin dergâhında üç gün misafir olurlar.

Üç gün boyunca kendilerine; ne bir “hoş geldin”diyen çıkar, ne de yemek saatinde; “buyur, sen de yemek ye” diyen. Buna rağmen üç gün boyunca ibadet ve taât ile uğraşırlar. Üçüncü günün sonunda, kendi kendilerine;

“Herhalde bizim bu dergâhta nasibimiz yok, artık gidelim.” derler ve çarşıda bulunan eski bir ahbabı ziyaret etmek için dergâhtan ayrılırlar. Nihayet ahbaplarının yanına varırlar. Onunla sohbet ederler iken, şehrin ortasında büyük bir gürültü kopar. Bir anda herkes sağa, sola kaçışmaya başlar. Dükkân sahipleri kapılarını kilitler. Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri de, arkadaşına sorar:

─Neler oluyor? İnsanlardaki bu telaş niye? O da:

─Sorma Ebubekir Efendi! Bu gelen meczubun biridir. Arada bir gelir. Böyle bağırır. Dükkânı açık olan olursa, elindeki sopa ile vurur. İnsanlar ondan korktuğu için, o, çarşıdan çıkana kadar kimse dükkânından dışarı çıkmaz, der. 

Bu arada, o meczup, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerinin olduğu dükkânın kapısının önüne gelince, elindeki sopa ile bir defa vurur ve şöyle seslenir;

─Ey! Ebubekir Sıddık-i Çorumi! Sen kimden izin aldın da, burayı terk ediyorsun? Çabuk çık dışarı!

Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hazretleri, bu gelen zatın bir Hak aşığı olduğunu anlar ve dışarıya çıkar. O meczup zat önde, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hazretleri arkada, şehrin dışına doğru yürümeye başlarlar. Mağara gibi bir yere gelirler. O meczup, bir nöbetçi gibi mağaranın önünde bekler ve Ebubekir-i Sıddık Hazretleri içeri girer.

Orada; uzun boylu, sarışın, seyrek sakallı, gayet zayıf bir zat olan Abdurrahim Tantavi Hz.leri bulunmaktadır. Başka kimse yoktur. Mübarek Tantavi Hazretleri şunları söyler;

─Derviş acıkmaz, derviş susamaz, derviş yorulmaz, derviş kızmaz, derviş küsmez. Derviş güneş gibi olur, herkese sıcaklığını verir. Derviş rahmet gibi olur, herkese dua eder. Derviş su gibi olur, cömerttir. Derviş toprak gibi olur, herkes ezer yine bin bir meyvesini verir. Derviş demek Allah’a dost demek. Dergâha eşik demek. Herkes çiğner de sesini çıkarmaz!

Yunus Emre’nin;

Vurana Elsiz Gerek

Sövene Dilsiz Gerek

Derviş Gönülsüz Gerek

Sen Derviş Olamazsın, Sen Hakkı bulamazsın,

Vururlarsa vurma! Elini kaldırma elsiz ol..! Söverlerse dilsiz ol..! Eğer gönlünde kırgınlık varsa o kırgınlığı at! Allah’ın nazargahı gönüldür. Bütün sıkıntılar ondan geliyor…

Hacı Ebubekir Baba sağa sola bakınır, kimsecikler yoktur. Söylenenlerin kendisine olduğunu anlar. 

“Ya Rabbi O söylediği ile amel ediyor. Bana da duyduğum ile amel etmeyi nasip eyle” der ve ağlamaya başlar.

Aradan iki yıl gibi bir süre geçer. Yine aynı mağaraya, aynı O meczup kişi ile beraber giderler.

Divan kurulmuştur. Gavs-ül Azam Seyyid Abdülkadir-i Geylani (ks) Hazretleri, Ebul Alemeyn Seyyid Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri, Seyyid Ahmed-el Bedevi Hazretleri, Seyyid İbrahim-i Dusuki Hazretleri, Hasan Ali Şazeli Hazretleri, Hace Muhammed Bahaaddin Nakşibendî Hazretleri ve diğer piranların orada olduğunu görür. 

Gavs-ül Azam Seyyid Abdülkadir-i Geylani (ks) Hz.leri, şehadet parmağını havaya kaldırıp Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerine;

“Aferin evladım! İmtihanı kazandın, herkes bu imtihanı geçemez. Bundan sonra benim dergâhımın halifesisin. Ümmeti Muhammedi irşat ile vazifelisin” der. 

Arkasından, Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri, Ahmed-el Bedevi Hazretleri, Seyyit İbrahim-i Dusuki Hazretleri, Hasan Ali Şazeli Hazretleri de görev verirler. Tam Bahaddin Nakşibendî Hazretleri de, “bende görev veriyorum” dediğinde, Rasûlüllâh (sav) Efendimiz;

“Kâfi, bu kadar yeter” buyurur.

Mübarek, beş tarikattan ders vermeye yetkili kılınır. Nihayet seyrü sülûkunu tamamlamıştır.

Piran Efendilerimiz, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Hazretleri’ni, tek tek tebrik ederler. (Öyle ki; Üstadımızın bize bildirdiğine göre, kolay kolay herkesi tek tek tebrik etmezler imiş.)

Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Hazretleri, bu manevi vazifeyi aldıktan sonra, tekrar o meczup zât ile birlikte, Tantavi Hz.lerinin dergâhına gelirler. Bu arada, Abdurrahim-i Tantavi Hz.’leri ve Abdurrahim-i Nişavi Hz.leri, daha o gelmeden icazetleri hazırlamışlardır. Dergâha geldiğinde;

“Evladım, Rum Diyarına gideceksin. Oradaki insanlara, Tarikat-ı Aliye’yi, Allah ve Resulünün sevgisini anlatacaksın. Şu icazetin, şu da yol harcırahın, derler.

Mübareğe orada, güzel bir tavuk pişirirler, sıcak ekmekler ikram ederler. Kaç gündür aç olduğu halde, o bir parça tavuktan alır, bir parça da ekmekten. Geri kalanı oradakilere dağıtır. Kendisine verilen yol harcırahı altınları da yine orada bulunanlara dağıtır.

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i (ks) Hazretleri, yedi yıl süren bu meşakkatli, yorucu yolun sonunda nice zorluklara katlanmış, soğuklarda, sıcaklarda yürümüş, gayet kibar olan bedeni simsiyah yanmıştır. Fakat bu çilelerin sonunda, kulluk mertebesine erişmiş. Mevlayı Zülcelal Hazretlerine ve O’nun güzel Habib’ine dost olmuştur.

Mısır’dan dönünce doğruca İstanbul’a gider. O zamanın padişahı, halifesi, Şeyhül İslamı Cennet mekân, Abdülhamit Han’ın huzuruna çıkar, halifelik icazetini gösterir:

─Padişahım! Benim icazetim budur. Eğer yer gösterirseniz; ben de bir dergâh açmak istiyorum, deyince; Kendisine Osman-ı Aliye tarafından Çorum’da dergâh açması ve derviş yetiştirmesi için mühürlü bir kâğıt verilir. Oradan ayrılıp Çorum’da dergâhını açar.

O zamana kadar Çorum’da sekiz tane dergâh bulunmaktadır. Dokuzuncu dergâhı da Ebubekir Baba açmıştır. Mübarek günlerde dokuz tarikatın mensupları bir yerde toplanır zikrullah yaparlardı.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin yeryüzündeki seçilmiş kullarından olan, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Hz.leri, bundan sonraki hayatı süresince insanlara hak ve hakikat yolunu, Allah ve Resulünün sevgisini anlatmayı kendisine en büyük vazife görmüş ve bu uğurda canını, malını, evladı iyalini, her şeyini, fisebilillah, hak yoluna adamıştır. Geçimini değirmencilik yaparak kazanmış, Allah için harcamış; dünyalık hiçbir şey biriktirmemiştir. Bu aşk ve muhabbet ile Çorum’da, Ümmet-i Muhammedi irşada başlayan Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i (ks) Hazretlerinin, manevi görevi süresince, pek çok kerametleri ve pek çok da hadiseleri cereyan etmiştir. Bu büyük zâtın kerametlerinin bazılarını sizlerle paylaşmak istedik.

Hacı Ebubekir Baba Hz.leri Çorum’un üst tarafında “solak değirmen” diye tarif edilen değirmenin sahibi idi. Değirmencilik yaparak geçimini sağlardı. Sürekli değirmenin etrafında zikrullah yapar, çok aşklı ve coşkulu zikrullah yaptırırdı. Yeryüzündeki bütün şeyhleri manen çağırırdı.

Bir gün Ebubekir Baba zikrullaha başladığı zaman, değirmenin yakınındaki suda bulunan kurbağaların dahi Allah’ı zikrettiğine, orada bulunan herkes şahit olmuşlardır.

Lafza-i Celale gelindiğin de yerin Allah’ı zikrettiğini, sallandığını dahi herkes gözleri ile görmüşlerdir.

Hay esmasına gelindiğinde büyükçe bir ateş yakar. Oradaki diğer şeyhleri davet eder.

─Buyurun ateşe girin, derdi. Diğer şeyh Efendiler:

─Aman Ebubekir Baba! Bizde bu kabiliyet yok, diye cevap verirlerdi. Mübarek, tek başına o alevlerin içerisine kendini bırakır, Allah’ı zikrederdi.

Hacı Ebubekir Baba Hz.leri değirmene at arabası ile gider gelirdi. Bir gün dervişler at arabası ile pirinç getirirlerken, arabanın tekeri kırılır pirinçler yere dökülür. Yemek saati olması hasebi ile yemek yapılacaktır. Dervişler doğruca Ebubekir Baba’nın yanına gelir;

─Efendi Baba! Arabanın tekeri kırıldı. Pirinçleri getirecek kimse yok. Yol da çok uzakta ne yapacağız, derler.

─Evladım, cebinizde bir avuç pirinçte mi yok? diye mübarek sorar.

O esnada dervişin bir tanesinin cebinden bir avuç pirinç çıkarır. Ebubekir Baba bir avuç pirinci alır, fokur fokur kaynayan bir kazan suyun içerisine elindeki bir avuç pirinci döker ve elini de kaynar kazanın içine sokup karıştırmaya başlar. Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin izni ile kerameten bir kazan pirinç olur. Orada bulunan bütün dervişler de buna şahit olurlar. 

Ebubekir-i Sıddık Hazretlerine halk pek itibar etmez, pek teveccüh göstermezler idi. Ta ki, bir gün Çorum’da büyük bir yangın meydana gelene kadar…

Bir Rum kadının evi alevler içerisinde kalmış, dumandan göz gözü görmüyordu. Kadın feryadı figan ediyor:

─Aman Müslüman kardeşler! Evim yanıyor, ne olur söndürün. Bana yardım edin! diye yalvarıyordu.

Müslüman halk ise:

─ Yansın bu gâvurun evi yansın, diyorlar ve kadına yardım etmeden sadece seyrediyorlardı.

O anda Cenab-ı Zül Celal Hazretleri büyük bir rüzgâr halketti. O zaman ki evler ahşaptan olduğu için, yangın başladıktan kısa bir zaman sonra alevler diğer evlere de yayıldı. Tabi, itfaiyecilik de o zamanlar tulumbacılar tarafından yapıldığı için, yangını söndürmek için su kifayet etmiyor, alevler gittikçe büyüyordu.

Bunun üzerine, Ebubekir Hazretlerinin müridi olan, itfaiye amiri, dergâha gelerek;

─Efendim! Çorum yanıyor, ne olursunuz yardım edin, deyince, müridini kıramaz ve yangının olduğu yere gelir. Orada ki kalabalık topluluğa, İtfaiye Amiri şöyle seslenir: 

─Çekilin ey ahali! Çorum’un sultanı geliyor. Hacı Ebubekir Baba geliyor.

Ebubekir Baba bir bardak su ister. Besmele çekerek, sudan bir yudum ağzına alır. Ağzındaki suyu yangının olduğu yere doğru “Huu” diyerek üfler ve Allah’ın izni ile o bir avuç su yangını söndürmeye yeter. Orada bulunan halk, bu kerameti görünce bir anda galeyana gelir;

─Sen ne mübareksin, ver elini öpelim, yaşa! diye bağırmaya başlarlar.

Ebubekir Baba:

─ Bunlar hep el öpendir, kerameti gördüler ama ondan sonra hergün keramet isterler daha sonra dağılırlar oğlum, der.

O zamandan sonra artık Ebubekir Baba, Çorum da, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hz.leri diye anılır. Seyahat ederken, güneşin yakmasından dolayı, kararmış bir teni olduğu için kendisine “Kara Şeyh” de denilirdi.

Bir gün, Erzurum’da Mehmet Efendi isminde Evlad-ı Resulden bir zât, rüyasında, Peygamber (sav) Efendimizi görür. Rasûlullâh (sav) Hazretleri kendisine;

“Evladım, seni kemale erdirecek zât, Çorum’da Hacı Ebubekir-i Sıddık Efendidir. Ona git.” diye telkinde bulunur. Mehmet Efendi, kendisini Hakk’ a vasıl edecek olan zâta gidebilmek için Erzurum’dan çıkar, günlerce yürür ve Çorum’a gelir.

Önce, orada hacı arkadaşını bulur. Onunla Saat Meydanında oturur ve sohbet ederlerken, arkadaşı kendisine ne için geldiğini sorar. O da durumu anlatır. Bu arada yolda, kara kuru esmer bir zât, arkasında da iki kişi hızlı hızlı yürümektedir. Hacı arkadaşı, Mehmet Efendiye dönerek, biraz da alaylı bir şekilde:

─Yahu, senin aradığın şeyh var ya; işte şu karşıda yürüyen adamdır, der.

Mehmet Efendi bir bakar ki, kara ve zayıf biri, kendi kendine:

─Yahu bu adam mı benim derdime ilaç olacak? diye düşünür ve küçük görür. Hâlbuki nefsine uymuştur. Zira Hz. Peygamber (sav) Efendimiz ona gelmesini telkin etmişti. Ama bir an nefsi galebe çalar.

“Sen koskoca bir Evlad-ı Resulsün. Bu adam sana ilaç olamaz” der ve geceyi geçirmek üzere oteline gider.

Gece rüyasında; Ebubekir-i Sıddık Çorum-i (ks) Hazretleri ile güreş tuttuğunu görür. Ebubekir-i Baba, Mehmet Efendiyi alır, yere vurur. Birisi Evladı Resul, birisi de koskoca gönüller sultanı… Sabahleyin kalktığında bir bakar ki; başı hariç, hiçbir tarafı tutmuyor. 

Otel sorumlusuna, bağırarak:

─Yetiş Efendi! der. 

Adam içeri girer ve:

─Hayırdır Efendim, ne oldu? diye sorar. 

Mehmet Efendi kendisine:

─Sormayın, hareket edemiyorum, size zahmet benim bir hacı arkadaşım var, onu bana acilen bir çağırır mısınız? der. Arkadaşını nerde bulabileceğini de söyler. Adam koşarak gider, hacı arkadaşını getirir. Mehmet Efendi perişan bir halde:

─Aman kardeşim, ben gece bir rüya gördüm. Rüyamda Ebubekir Efendi ile güreşiyorduk. Mübarek beni aldı bir hamlede yere yatırdı. Hiçbir tarafım tutmaz oldu. Ne olur, benim için Ebubekir-i Sıddık Çorum-i Hazretlerine git, kendisine durumumu anlat. Beni affetsin, der. 

Adam, doğruca dergâha gider. Ebubekir-i Sıddık Çorum-i Hazretlerinin karşısına geçer, Mehmet Efendinin durumunu tafsilatı ile anlatır. Ebubekir Baba, adama:

─Evladım o arkadaşın Evlad-ı Resul bir zâttır. Onun bize geleceğini Peygamber (sav) Hazretleri haber verdiler ancak o bizim dış görünüşümüze aldandı, kibirlendi ve bizi beğenmedi. Ondan sonra da bu hale geldi. Biz onu affetmeye affettik ama bir hafta yatması gerekiyor. Bir hafta sonra yanıma gelsin, görüşelim İnşallah, der. Mehmet Efendi, arkadaşından bu haberi alınca:

─Kardeşim görüyorsun. Halim perişan, kimim kimsem de yok. Sen bana bir hafta süre ile bakar mısın?, der. 

Hacı arkadaşı da, Mehmet Efendiye bir hafta hizmet eder. 

Mehmet Efendi, bir hafta sonra, Ebubekir Babanın dergâhına gelir. Karşısına geçer ve pişman bir halde diz çöküp oturur. Bu arada Ebubekir-i Baba, oradakilere sohbet etmektedir. Bir ara Mehmet Efendiye dönerek:

─Evladım, Mehmet Efendi, der.

O da:

─ Buyurun Efendim, der ve ayağa kalkar. 

Ebubekir Baba, kendisine:

─ Evladım, seni dergâhın çavuşu yaptım, der. 

Mehmet Efendide, o anda acayip garaip haller meydana gelir. 

─Allah razı olsun, Efendim, der. 

Ebubekir-i Baba sohbetine devam eder. Bir müddet sonra tekrar Mehmet Efendiye dönerek:

─ Evladım, Mehmet Efendi, diye seslenir. 

O da, yerinden kalkarak:

─ Buyurun Efendim, diye cevap verir. 

Ebubekir Baba;

─ Evladım seni nakib yaptım, der. 

Mehmet Efendide yine değişik manevi haller zuhur eder. 

─Allah razı olsun Efendim, der ve oturur. Ebubekir Baba, sohbetine bir müddet devam ettikten sonra, yine Mehmet Efendiye hitaben;

─Evladım Mehmet Efendi, diye seslenir. 

Mehmet Efendi:

─Buyur Efendim, diyerek ayağa kalkar. Ebubekir Baba;

─Evladım, seni nukaba yaptım, der. 

Ebubekir-i Baba Mehmet Efendi’ye her nazar ettiğinde farklı farklı manevi haller zuhur eder. 

─Allah razı olsun, Efendim, der, yerine oturur. Ebubekir Baba tekrar ona dönerek:

─Evladım Mehmet Efendi, diye seslenir. 

Mehmet Efendi;

─Buyurun Efendim, diyerek ayağa kalkar. 

─Evladım seni, halife yaptım. Git memleketine, orada bulunanları irşad et, der. İcazetini yazar ve yol verir.

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin kendisine vermiş olduğu bu yetki ve maneviyatı ile dervişini bir anda Hakka vasıl edebilecek, büyük bir Mürşid-i Kamil zât idi. Onun dergâhına girenlerin, Allah ve Resulünün muhabbetini arzulayanların, sebat ile sabredenlerin, Allah’ın izni ve Evliyaullahın himmeti ile muratlarına nail oldukları bir gül bahçesi idi.

Ebubekir-i Baba bir “Rufai üstadı” olduğu için, o dönemlerde bir takım burhanlar maneviyat tarafından kendisine verilmişti. Şiş burhanı, kılıç burhanı, ateş burhanı, en kuvvetli zehirleri yutma burhanı gibi harikulade haller göstererek insanları irşad etmek için bir vesile olarak kullanıyordu.

Yine bir gün, Ebubekir Baba Çorum’da dervişleri ile beraber ateş burhanı için toplanmışlardı. Bir ateş yakıldı. Yanan ateşin üzerine sac koyuldu ve o sac alevlerden kızıllaştı. Ebubekir-i Baba dergâha çok hizmet eden Mehmet Efendi isminde zengin bir dervişi elinden tuttu, halakanın ortasına aldı. Ateşte kızaran sacı eline alarak o dervişin başına koydu. O zengin kişi, bir anda nefsine kapılıp kendi kendine şöyle dedi: “Üstadın bu kadar dervişi var, onların içinden beni seçti. Demek ki bende bir iş var, ben halife olacağım herhalde”. 

Hâlbuki bu hadisenin üstadının bir kerameti olduğunu idrak edemedi. Aradan birkaç gün geçti. Ebubekir Baba’nın yakınında olan zâtlardan bir tanesine şöyle dedi:

─ Ebubekir Baba’ya söyle de, benim şu halifelik icazetimi artık yazsın. O gün herkesin arasından beni çıkardı ve ateş burhanını bende yaptı. Demek ki ben diğer dervişlerinden farklıyım. Bende o cevheri görmeseydi burhanı bana yapmazdı. Ben halifelik yapabilecek manevi duruma geldim.

Ebubekir-i Babaya, durumu anlattılar.

─ Evladım, halifeliği biz veremeyiz. Allah-u Teâlâ izin verirse olur, sülûka girerse olur, dedi.

Ebubekir-i Baba’nın söylediklerini, o kişiye gidip söylediler. Hemen doğruca dergâha gitti:

─ Aman Efendim! Ben sülûka girip halife olmak istiyorum. Ne olur beni sülûka sokun, dedi. Ebubekir Baba:

─ Madem sulûka girmek istiyorsun, peki o zaman, dedi.

Suluk denilen yerler, göz göz oda şeklinde, ancak bir kişinin sığabileceği, namaz kılabileceği büyüklükte yerlerdir. Suluk’a giren bir kişiye, ilk üç gün kesinlikle yiyecek veya içecek bir şey verilmez. Üç günün sonunda Üstadı, belki bir zeytin, belki bir bardak çay gönderebilir. O kişinin yetişme durumuna göre, üstadı ayarlar. Suluk’a giren kişilerin, oradaki gıdası Hakkı zikrederek, Ona ibadet ederek, lezzet ve haz alırlardı. Açlık dahi akıllarına gelmezdi. 

Sülûk’a giren o zât, üç gün boyunca bir şey yiyip içmeyince beti benzi sararır. Herhangi bir manevi gıdada alamaz. 

Bu arada hanımı:

“Allah, Allah bizim bey üç gündür ortalıkta gözükmüyor, nerelerde acaba?” diyerek doğruca dergâha gider. Oradaki dervişlere:

─Bizim beyi gören oldu mu? Üç gündür ortalarda yok, diye sorar. Onlarda hanımına:

─Senin kocan sulûka girdi. Üç gündür sulukta, derler. Kadın doğruca suluk odasının önüne gelir ve perdesini hafifçe aralar. Adam karısını görünce:

─ Üç gündür neredesin, be hey kadın? Bu adam (hâşâ) bizi açlıktan öldürecek. Hemen eve var, bana yiyecek bir şeyler getir” der ve kadın eve gider.

Evden yiyecekleri aldıktan sonra, kocasının yanına gelir. Perdenin kenarını kaldırıp gizlice yemekleri verir. Boş tabakları da akşama doğru alır. Suluk’un yedinci gününde adam bir hal görür. Halinde Ebubekir-i Baba gelir:

─Evladım şu balığı al, fırıncıya selamımı söyle pişirsin, der. Adam da:

─Peki, Efendim, der ve balığı alır. (Bu hadise sulukta iken gerçekleşmektedir.) Adam, fırıncıya balığı götürür:

─ Ebubekir-i Babanın sana selamı var, şu balığı bir pişiriver, der. Fırıncı da:

─Ve aleyküm selam, hemen pişireyim, diyerek, balık tavasını fırına atar. Yarım saat kadar bir süre geçtikten sonra fırıncı, balık tavasını dışarı çıkarır. Bir bakar ki; balık değil pişmek, tava dahi ısınmamış, halen soğuktur. “Allah, Allah” diyerek şaşırır ve tekrar fırına sürer. Yarım saat kadar daha fırında bekletir. Balık tavasını çıkartır. Yine bakarlar ki; ne balık pişmiştir, ne de tavada en ufak bir sıcaklık vardır. Fırıncı, o adama dönerek, şöyle der:

─ Ebubekir-i Babaya selam söyle! Bu balık pişici değil, der ve adamın görmüş olduğu hal biter.

Tam o esnada dervişlerden birisi sülûk odasının perdesini aralar ve Ebubekir-i Baba’nın kendisini çağırdığını söyler. Adam sevinçle suluktan çıkar.

─Halifeliği kazandım mı? diye onlara sorar.

Hâlbuki suluk’a giren bir kişi kabiliyetli ise kırk gün içinde, eğer kırk günde olmadı ise üç ayda, üç ayda da olmadı ise bir yılda, bir yılda olmadı ise üç yılda, üç yılda da olmadı ise beş yılda. Beş yılın sonunda da eğer tamam olmadı ise o kişiye artık suluk ettirmezler. Ayrıca suluk’tan, kemale ermiş olarak çıkan kişiler, törenle suluk’tan çıkarılır. Zira o kişi Allah-u Teâlâ Hazretlerine vasıl olmuş, sıfatlarında fani olmuş bir zât olarak suluk’tan ayrılır.

Bu zât kırk günü dahi doldurmadığı halde, kendi kendine bir hevese kapılır. Doğruca Ebubekir-i Baba’nın yanına varır.

─Efendim halifeliği kazandım mı? diye sorar.

Ebubekir-i Baba da kendisine:

─Ne halifeliği oğlum, sen bir balığı dahi pişiremedin, diye cevap verir.

Adam, Ebubekir-i Babaya:

─Aman Efendim, ne olursunuz, ben zengin bir kişiyim, bana bu halifeliği verin, der.

Ebubekir-i Baba, kendisine:

─Evladım, ancak Allah izin verirse halifelik veririz, der.

Adam, Ebubekir-i Babaya:

─Benim çok altınlarım var, evlerim var. Onların tapusunu sana vereyim, bana şu halifelik icazetini verin. Bunu nefsim çok istiyor, deyince, Ebubekir-i Baba hiddetlenerek ; (Evliyaullah ancak Allah için hiddetlenir)

─Biz maneviyat ne derse onu yaparız. Haydi, yürü bakalım!, diye cevap verir. 

Adam sinirli bir şekilde orayı terk ederken;

─Ben de senin adını Çorum’dan silmez isem; bana da Mehmet Ağa demesinler, diyerek edepsizlik yapar, kapıyı vurup çıkar.

Aradan bir müddet geçtikten sonra, adam başka bir yerden para karşılığı halifelik icazeti alarak, tekrar Çorum’a döner ve bir dergâh yaptırmaya başlar. Para ile adamlar tutar. Aklınca; Ebubekir-i Baba’ya muhalefet etmeye çalışır. Dergâhın inşaatı bir adam boyu kadar çıktığında midesine bir ağrı girer. Bu ağrının acısından duramaz bir hale gelir. Hekimlere gider; fakat kimse tedavi edemez.

En sonunda kendisine; bir de hamama gitmesi tavsiye edilir ve hamama gider. Hamama girince midesinin ağrısı geçer. İyileştiğini zannederek sevinir. Bir müddet hamamda kaldıktan sonra “Artık iyileştim, dışarı çıkabilirim” diye düşünüp hamamdan dışarı çıkar çıkmaz; midesindeki ağrı tekrar başlar.

─Benim midemin iyi olduğu tek yer burası. En iyisi ben iyileşene kadar, siz buraya bir yatak yorgan getirin. Yiyecek ve içeceğimi de buraya getirin. Ben burada yatıp kalkayım, der.

Adamın, yatağı, yiyeceği, içeceği oraya getirilir. Ve hamamda yaşamaya başlar. Fakat hamam sıcak olduğu için sürekli terlemekte ve gün geçtikçe zayıflamaktadır.

Onun bu perişan halini gören etrafındaki insanlar da; birer birer onu terk etmeye başlarlar. Bir müddet sonra yanında hiç kimse kalmaz.

Sürekli terlemesinden dolayı vücudunda en ufak bir et parçası dahi kalmamış, bir deri bir kemik hale gelmiştir. Yaptığı hatayı anlar ve kendisine bir hamal çağrılmasını ister. “Bunların hepsinin başıma gelmesinin sebebi, Ebubekir-i Baba gibi bir Evliya’ya muhalefet etmemden kaynaklanıyor. Ben kim, halifelik kim?” diye pişman olup ağlar.

Zira Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Hadisi Kutside;

“Kim benim Velime düşmanlık ederse, bana karşı savaş ilan etmiş olur” buyurmuştur.

Başka bir hadisi kutside de; 

“Kim bir Veliye eza ederse, benimle muharebeye girmiş gibi olur”buyurur.

O esnada hamal gelir ve perişan haldeki Mehmet Ağa hamala şöyle der:

─Beni şu erzak taşıdığın küfenin içine koy ve doğruca Ebubekir-i Babanın evine götür. Evine on metre kala küfeden çıkart. Boynuma bir ip takarak sürüye, sürüye doğruca evinin kapısına kadar götür, der.

Hamal, aynen Mehmet Ağa’nın dediği şekilde küfenin içine koyar. Ebubekir-i Babanın evine doğru gelirler. Evine on metre kala hamal, adamı küfeden dışarı çıkarır, boynuna bir ip geçirir; sürüye, sürüye Ebubekir-i Baba’nın evine doğru getirir.

Bu esnada Ebubekir-i Baba evinde (manen) Ahmed-el Rufai Hazretleri ile sohbet etmektedir. Zira evliyalar için zaman ve mekân sorunu yoktur. Onlar Allah’ın izni ile vefat ettikten sonra dahi, manen görüşebilirler. İşte bu şekilde sohbet ederken, Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri,

Ebubekir-i Babaya;

─Hani, senin dergâhta zengin bir zât vardı. Senden para karşılığı halifelik istemişti; sen de vermemiştin. O da dışarı çıkarken ; “Ben de seni Çorum’dan silmezsem” demişti. İşte biz o zâtın karnına şöyle bir değdik. Şimdi o çok hasta. Bu tarafa doğru geliyor. Eğer sen hakkını helal edersen; ehli iman olarak ölecek, değilse işi çok zor, der.

Tam bu esnada hamal kapıyı aralar. 

─Hasta bir adam getirdim, demeden, Ebubekir-i Baba içeriden ; 

─Hakkım helal olsun, diye seslenir. 

Ebubekir-i Baba’nın sesini duyunca, hasta olan o adam rahatlar. Hamal tekrar hamama götürmek üzere küfeye koyar. O hasta olan adam küfenin içerisinde kelime-i şahadet getirerek iman ile ahirete göçer.

O dönemlerde Ebubekir-i Baba ile ilmine güvenip uğraşan bir çok zât vardı. Gayeleri kendilerinin daha âlim olduğunu göstermek ve onu küçük düşürmekti. İşte bunlardan bir örnek daha:

Çorum’da Vaiz olan bir kişi, Ebubekir-i Baba ile uğraşırmış. Tevhid’i “La İlahe İllallah Hu” diye okuyan Ebubekir-i Baba’ya:

─Arabistan’dan buraya geldi. “La İlahe İllallah” tamam da; bir de sonuna “HU”çıkardı, arkasına ilave etti, olmaz, der.

Vaizin bu sözleri, Ebubekir-i Baba’nın birkaç dervişine de tesir eder. Onlar da derslere gelmemeye başlarlar.

Ebubekir-i Baba, vaiz Efendinin yiyeceklerden helvayı sevdiğini öğrenir ve hanımına helva pişirtir ve doğruca vaiz Efendinin evine gider. Hoca Efendi, Ebubekir-i Baba’yı karşısında görünce şaşırır ve tedirgin olur.

Ebubekir-i Baba, Hoca Efendiye:

─Bak Hoca Efendi! Senin söylediklerini işittim. Ben seninle buraya anlaşmaya geldim. Beş dakika sen bana derviş olacaksın. Karşılıklı oturacağız ve beş dakika bana rabıta yapacaksın. Benim okuduğum tevhidi beş dakika da sen söyleyeceksin. Ondan sonra benim dediğim doğru ise bana bağlan, doğru değil ise ebedi ben sana bağlanacağım, sen ne dersen onu yapacağım, der.

Hoca Efendi içinden;

─Beş dakika hemen geçer, bu herhalde bana bağlanacak, tamam ben bunu hallettim, deyip sevinir. Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hz.leri:

─Şimdi beni manevi babalığa kabul edeceksin, dizini dizime dayayacaksın, beni öylece düşüneceksin, söylediğimi de aynen yapacaksın der.

Hoca Efendi ;

─Tamam, der

─La ilahe İllallah hu” derken; 

Hoca Efendi;

─ La İlahe İllallah, tamam da “Hu” denilmez der.

Ebubekir-i Baba:

─ Bak Hoca Efendi, saniyeler geçiyor, deyip “La İlahe İllallah hu, La İlahe İllallah hu, La İlahe İllallah hu” derken bir yandan da kalbine vurur.

Hoca Efendi gözünü bir açar hemen Ebubekir-i Babanın eline kapanır:

─Aman Efendim! Ne olur ben sizin ebediyen dervişiniz olayım, der.

Ebubekir-i Baba:

─Ne oldu Hoca Efendi? diye sorar.

Hoca Efendi:

─Sen Allah’a kendini nasıl sevdirmişsin ki; Levhi Mahfuzda “La İlahe İllallah hu” yazılı” diye cevap verir.

Ebubekir-i Baba:

─Nasıl Gördün Levhi Mahfuzu? diye sorar

Hoca Efendi.

─Seninle birlikte tevhid okurken melekler benim perdemi açtı. Levhi mahfuzu gösterdiler. Orada “La İlahe İllallah hu” yazılıydı. der.

Ertesi gün Hoca Efendi camiye ağlayarak gelir öyle bir vaaz eder ki, vaazında; 

─Biz ilmimize mağrur olmuşuz. Biz hata etmişiz. Allah’ın dostları ile uğraşmışız. Allah’a harp ilan etmişiz. Allahım benim günahlarımı affetsin. Ebubekir-i Sıddık Baba çok haklıymış. Levhi mahfuz da “La İlahe İllallah hu” yazılı der ve ardından, kendisi de Ebubekir-i Babanın dervişi olur.

Ebubekir-i Baba, yaşadığı müddetçe Ümmet-i Muhammedi irşat etmeye gayret göstermiştir. İnsanları Hak yola vasıl edebilmek için gece gündüz çalışmıştır. Sayısız kerametleri ve halleri bulunan bir meşayıhtır. 

Dergâhta Hacı Ali Efendi Hz.leri ve Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine ayrı bir ilgi ve alaka göstermiş ve bu iki zâtı kendisi hayatta iken manen yetiştirmiştir.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hz.lerine ilk bağlandığı dönemlerde deki bir kaç anısını şöyle anlatır:

Gençliğimde çay ocağı çalıştırırdım. (Eskiden kıraathaneler bu günkü gibi değildi. Kuran-ı Kerim okunur, dini ve ilmi değeri olan konular ehliyetli kişiler tarafından beyan edilir, şiirler okunur, günlük olaylar müteala edilirdi. )

Bir gün kapıda üstadım Ebubekir-i Baba’nın beni çağırdığını gördüm. İşi bırakıp koştum. Üstadımın önünde ihtiyar, ama dinç, üzeri eski giyimli, sarışın bir meczup var idi. Biz de birkaç kişi geriden Üstadımızla birlikte meczubu takip ediyorduk. Ebubekir-i Babanın evinin önüne geldiğimizde; meczup zât geri döndü ve bize doğru bakıp, beni göstererek;

“Şu gençte kemalat kokusu var. Şu ise fasık ve şunda da münafıklık alameti var” dedi. Arkadaşlardan birisi müdahale edecekti ki, 

Hacı Ebubekir-i Baba;

─Sakın cevap verme, O Allah dostudur, sana zarar gelir, dedi.

Yine o dönemde, evde ders çekiyordum. Kapının çaldığını işittim. Kapıyı açtığımda hayretler içerisinde, Üstadım Ebubekir-i Baba’yı gördüm. Zira o güne kadar evime ilk defa geliyordu. Üstadım bana şöyle seslendi; 

─Evladım, Mustafa ne yapıyorsun?, ben de kendisine:

─Efendim ders çekiyordum, dedim. 

Üstadım da bana;

─Hangi esmayı çekiyordun evladım, diye sordu. 

Ben de kendisine;

─Efendim aslında dersimi bitirdim. Biz severiz Cihar-ı Yari Veliyi; Ebubekir-i, Ömer, Osman, Ali’yi okuyordum, dedim. 

Üstadım bana:

─Evladım, o söylediğin zâtları görüyor musun? diye sordu. 

Ben de kendisine: 

─Hayır, Efendim, deyince; 

Üstadım:

─İyi evladım. Bundan sonra gör inşallah, dedi. Ve o günden sonra, o mübarekleri manen sık, sık görmeye başladım.

Dergâhta çavuş iken, arkadaşlarla Çorum yakınlarında bir yere gittik. Camide halakayı zikre oturduk. O beldede başka dergâhtan Rufailer de vardı. Onlar da katıldılar. Zikir devranı devam ederken oradaki Rufailer; bir mangal dolusu ateş getirip, nakibimizin önüne koydular. Kendisinde burhan olmadığı için, o da bana havale etti. Ben de huzur ettiğimde; Ebubekir-i Babanın caminin mihrap tarafından, halakanın ortasına geldiğini gördüm. Müsaade verildi zannederek ateş burhanını yaptım. Çorum’a vardığımızda üstadıma anlattım. Fakat çok disiplinli olması hasebiyle beni azarlamıştı. Çünkü şer’i izin olmadan yaptığımı söyledi.

Ebubekir-i Sıdık Çorumi Hazretleri keşfi, kerameti açık, ledünni ilim sahibi bir zât idi. Bir gün sohbet esnasında, Mehdi Resulden bahsederken o cemaat içerisinde, daha henüz on sekiz yaşlarında bir genç olan Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini göstererek;

─ Mehdi Resulü biz göremeyeceğiz, fakat bu gencin dervişleri görecek, buyurmuşlardır.

Ebubekir-i Baba, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin henüz on sekiz yaşında olmasına rağmen; ileride Mürşidi Kamil zât olacağını, onun değil ama dervişlerinin Mehdi Resulü göreceğini, o zamandan işaret buyurmuşlardır.

Hacı Ebubekir Baba Hz.leri çok büyük bir Mürşidi Kamil idi. Lakin kendisinden sonra bir halife yetişmemesinin üzüntüsünü yaşıyor, bazen bundan dolayı hüzünleniyordu. Derken bir gece zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah (cc) kendisine tecelli eder. (keyfiyeti ehline malumdur.) 

Bu tecelli anında Allah-ü Teâlâ Hz.leri Ebubekir Babaya;

─Kulum Ebubekir; Evlat verdim istemedin, devlet verdim istemedin, mal mülk verdim istemedin, makam mevki verdim istemedin. Ne istiyorsun? diye buyurur.

Ebubekir Baba;

─Ya Rabbi âcizane seni istiyorum, diye cevap verir.

Cenab-ı Zülcelal:

─Kulum Ebubekir! Bu akşam ömrün tamam olmuştu ancak fazlı keremimden ben senin ömrünü 30 sene uzattım. Ömrünün son beş senesinde şehrinizin doğu kısmından, Ahıska tarafından elinde kılıç, at üzerinde eşkıya tipinde biri gelecek. Elinde bulunan emanetleri ona vereceksin. Bu zât bostancı Ali Efendidir, buyurur.

Ebubekir Baba o gece tarih atar. Gerçekten de ömrünün son beş senesinde Ali Efendi gelir. Geldiği zaman da Çorum’da Nakşibendî Üstadı Çerkez şeyhi Hacı Ömer Efendi diye bilinen bir zâtın sohbetine götürürler. Şeyh Ömer Efendinin kapısına gitmeden önce Ali Efendi eşkıyadır. Çok haşarı, gözü pek ve biraz tehlikeli birisidir Hacı Ali Efendinin de tasavvufa başlaması böyle olmuştur

İlk olarak Şeyh Ömer Efendinin dergâhına gider fakat manevi dosyası Ebubekir Baba’dadır. Hacı Ebubekir babanın dergâhına gidecektir. Lakin Ali Efendi henüz Ebubekir Sıddık Hz.lerinin kapısına gitmemiştir. Nazarı ve çalışması gereken hususiyet bu taraftır. Tabi buna Ebubekir baba Hz.leri daha fazla rıza göstermez. Çünkü kendisine Allah-ü Teâlâ Hz.lerinden böyle bir vaat vardır.

Neticede bir akşam Bostancı Hacı Ali Efendinin mana âleminde ayağına zinciri takar, tespih çeker gibi Ebubekir Baba (ks) Hz.leri, Çerkez Şeyhinin kapısından sürükleye, sürükleye kapısının önüne getirir ve Ali Efendiye latife ederek şöyle der:

─Evladım Ali Efendi! En sonunda kendini sürüklete, sürüklete kapımıza geldin” buyurmuştur. Hatta Çerkez şeyhi Hacı Ömer Efendi, Ali Efendiye;

─Oğlum! Kara Şeyh beni de rahatsız ediyor. Sen oraya gideceksin. Nasibin orada, dosyan Ebubekir Baba’da, diyerek Ebubekir Baba Hz.lerinin kapısına göndermiştir. 

Ebubekir Baba Hz.leri Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin vaadi olan bu mübarek zâtı beş sene içerisinde yetiştirir, Ali Efendi’ye bütün makamları aştırır ve halifelik makamına kadar getirir. Fakat Çorum’da bazı dedikoducu insanlar ; 

“Ebubekir baba Hz.leri, Ali Efendi’den korktu da; onun için görevi ona tevdi etti” derler. Bu her dönemde olmuştur. Meyve veren ağacı taşlarlar.

Bostanı Hacı Ali Efendi Hz.leri vazifeyi aldıktan sonra, Ebubekir Baba Hz.leri bir gün;

─Gel oğlum Ali, sana bir sırrımı açıklayacağım, der ve otuz sene önce yaşadığı tecelliyi anlatır.

─Oğlum! Ben tarih atmıştım. Herhalde bu gece emaneti teslim edeceğiz. Dervişleri topla da helalleşelim, buyurur. 

Bu arada Ebubekir Babanın hanımı, konuştukları mevzuu harem penceresinden duyar.

Dervişler haberi alır almaz dergâha toplanırlar. Aradan birkaç saat geçer. Ebubekir baba Hz.leri tefekkür halinde iken, hanımı;

─Ha Bekir ha! Öleceğim diye başına milleti topla. Hacı Laledin hesabı; bir rezil rüsva ol da gör, der. Hacı Laled ismindeki kişi; etrafındakilere “ben bu gece ölüyorum” diye toplamış fakat on yıl daha yaşamış olan bir kimsedir.

Bekir baba hanımına dönüyor;

─Bir Hacı Laled’le, bir Ebu Bekir’i ayırt edemiyorsun ya; kırk sene seninle bir yastığa baş koydum. Yazıklar olsun sana, diyor.

Ebubekir Baba Hz.leri, gecenin belli bir vaktinde gözünü açıyor.

─Oğlum Ali, dervişler nerde, diye soruyor. 

Bostancı Ali Efendi Hz.leri;

─Efendim bir kısmı gitti, bir kısmı kaldı, diyor. 

Ebubekir Baba Hz.leri;

─Ne yapalım evladım nasipleri bu kadarmış. Allahaısmarladık, der ve o anda;

─Aleykümüsselam melekül mevt, diyerek Azrail(as)ı karşılıyor ve ardından:

─Ben ihtiyar adamım. Benim canımı acıtma, diyor ve “hu” esmasıyla ruhunu teslim ediyor.

Ebubekir Baba Hz.leri sohbetlerinin sonun da sürekli:

─Ehli Beyti seven Al kanlar içinde yatar, diye söyler fakat bu sözün sırrına kimse vakıf olamaz.

Vefatından belli bir süre geçtikten sonra. Ebubekir Baba Hz.lerinin evlatlığı;

─ Benim babamı sofanın parmaklıklarından dervişler düşürdüler, itelediler. Ben babamı çıkarıp otopsi yaptıracağım, der.

Ebubekir babayı gömdükleri kabirden çıkarıyorlar, hastaneye götürüyorlar. Otopsi için ameliyathaneye alınıyor. O zaman otopsiyi yapacak olan Doktor Sulhi Bey’dir ve itikadı zayıf birisidir.

Ebubekir Baba Hz.lerini ameliyat masasına yatırıyorlar. Doktor, vücudundan bir yeri açıyor ve orada bir sırra vakıf oluyor. Nabız yok, nefes yok ama kan dolaşıyor. Kalp çalışıyor ve “Allah” diye ses geliyor. Bunu duyuyor ve inancı zayıf bir kişi olduğu için hayretler içerisinde kalıyor.

Ebubekir Baba’yı kaldırıyorlar, tekrar kabre götürüyorlar. Bostancı Ali Efendi Hz.leri, Üstadının cenazesini toprağa vermek için kabrin içine giriyor. Tabi ameliyat edilir iken; Ebubekir Baba’nın vücudunu açtıklarından dolayı eline kan değiyor ve orada;

Bostancı Hacı Ali Efendi Hz.leri;

─ SEDDAKSIN YA ŞEYHİM!! EHLİ BEYTİ SEVEN AL KANLAR İÇİNDE YATAR, buyuruyor.

Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Aziz Hazretleri, bu mübarek ve kutsal görevi layıkı ile tamamlamış ve 1929 yılında Hakka yürümüştür. İlel Cenneti Ebeda. Allah-u Teâlâ Hazretleri makamlarını Âli kılsın, Füyuzatı Rabbaniye’lerini üzerimizden eksik etmesin. Âmin.

1929 yılında, bu zor görevi alan Bostancı Hacı Ali Efendi Hazretleri, Ebubekir-i Baba gibi, Gürcistan’ın Ahiska İlçesinde dünyaya gelmiltir. Bu mübarek şahsiyetin döneminde, dergâhlar kapandığı için görevini çok zor şartlarda devam ettirmiştir.

Kendisini satıcı gibi gösterir ve eline birkaç tane ceket alır, köy köy, kasaba kasaba dolaşır. İnsanlara Hakkı anlatır, Allah’ı zikrettirirdi. İnsanlar satın almasın diye de, yanında getirdiği ceketlere yüksek fiyat biçerdi.

Hacı Ali Efendi Hazretleri, Çorum’da vazifeyi yürütebilmek için bostan tarlasında durur, gelen kişiler mübareği orada ziyaret ederlerdi. Böylece dikkat çekmezdi. Onu, bağ belliyor zannederlerdi. Bu şekilde zor ve meşakkatli olduğu halde, insanları irşat etmeye çalışır, onlara tasavvufu anlatırdı. Bostan tarlasında sohbet ettiği için kendisine, Bostancı Hacı Ali Efendi denilirdi.

Bir gün Hacı Ali Efendi Hazretleri, çarşıda esnafları dolaşırken; karşısına çıkan zamanın müftüsü, o mübarek zâta olur olmadık laflar söyler, hakaretlerde bulunur, kötü sözler sarf eder. Buna karşılık Hacı Ali Efendi Hazretleri, müftüye bir tek kelime dahi söylemez. Müftü Efendi, o kadar lafı saydıktan sonra yanından ayrılır ve çarşıda yürümeye devam eder.

Bir müddet yürüdükten sonra çarşının diğer köşesinde iki kişinin kavga ettiğini gören müftü onları ayırtmak ister. Tam bu esnada kavga edenlerden bir tanesi bıçağını çıkararak müftüye saplar ve müftü oracıkta ölür.

Bu hadiseyi hayretle izleyen bazı feraset sahibi esnaflar, Hacı Ali Efendi Hazretlerine;

─Efendim, keşke adam size hakaret ederken; siz de ona birkaç söz söyleseydiniz. Ama siz sükût ettiniz. Siz razı olsanız da, Kudretullah’ın gücüne gitti ve dostunun intikamını aldı, diye hadisenin manevi boyutunu müşahede etmişlerdir.

Hacı Ali Efendi Hz.leri, insanlara bir yandan vaaz ve nasihatlerde bulunuyor, diğer yandan Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin seyri sülûk’u ile yakından ilgileniyordu.

Hacı Ali Efendi 1950 yılında Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine hilafet vermesine rağmen, Hacı Mustafa Efendi Hazretleri bu görevin çok zor olduğunu bildiği için, vefat edeceği zamana kadar kimseye söyleyememişti. Bu mübarek vefat etmesine yakın, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini yanına çağırtır ve Ona;

─Evladım, birkaç kişiyi çağır, şahit olarak burada bulunsunlar, der.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri o söylediği kişileri çağırmaya gidip geldikten sonra bir bakar ki; mübareğin yanında 80–90 kişi kadar insan toplanmış. Hacı Ali Efendi, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine dönerek:

─Oğlum, ben sana bu kadar adam çağır demedim,diye söyler. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri de, üstadına:

─Efendim, ben sadece sizin söylediklerinizi çağırdım. Bu insanlara gelmesini ben söylemedim, der.

Bostancı Hacy Ali Efendi Hazretleri, ağlamaya başlar ve:

─Evladım Mustafa! Keşke bu görevi sana vermeseydim. Seni çok seviyorum. Sevdiğimden ağlıyorum. Senin işin çok zor, deyip, arkasından şöyle devam eder:

─Evladım Mustafa Efendi! Bakır leblebi hiç yutulur mu? Yutulmaz ama yutacaksın. Dervişlerde hata aramayacaksın. Zira dervişlik yolu çok ince, çok zor. Ahir zamanda şartların zorluğu da eklenirse bu devlete ermek pek mümkün değildir…

Hacı Ali Efendi, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine 1958 yılında bu manevi görevi devrettikten sonra Cenab-ı Hakka yürümüştür. Allah, makamlarını Âli kılsın. Fuyüzatı Rabbaniyelerini üzerimizden eksik etmesin. Âmin.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri İstanbul’a aralıklarla gider gelirdi. O dönemin Nakşibendî Şeyhi Mürıid-i Kamil Hacı Ali Haydar Efendi (ks) Hz.leri ile her gittiğinde muhakkak görüşür, sohbet eder, manevi istişarelerde bulunurdu. Hacı Ali Haydar Efendi Hz.leri vefatına yakın Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini yanına çağırır ve kendisine;

─ Mustafa Efendi bizim dergâhımızda kimse yetişmedi. Onun için bizdeki manevi emanetleri de sana tevdi edeceğiz, demişler ve Hacı Mustafa Efendi Hz.leri böylece Hacı Ali Haydar Hz.lerinden Manevi emanetleri teslim almış ve Evrad-ı şerife dâhil etmiştir.

İnsanlara ilmi, irfanı ve yaşantısı ile örnek teşkil eden, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin kendisini dostluk makamına kabul ettiği Ali Haydar Efendi (ks) Hazretleri, 1870 yılında, Gürcistan’ın Ahıska Kazası’nda dünyaya geldi. Babasının ismi Şerif Efendidir. Henüz iki yaşında iken annesini, dört yaşında da babasını kaybetmiştir.

Bundan sonra hem öksüz, hem de yetim kalan Ali Haydar Efendi (ks) Hz.leri, ufak yaşlardan itibaren ilme karşı büyük bir istek ve arzu duymuş, ilk ilim tahsiline memleketinde başlamıştır. Daha sonra Erzurum’da medrese eğitimine devam etmiştir.

Erzurum’dan sonra İstanbul’a gelen Ali Haydar Efendi (ks), Fatih Camii şerifinde derslere devam ederek, Beyazıt Dersi-imamlarından Çarşambalı Hoca Ahmet Hamdi Efendi’den 1901 yılında icazet almıştır.

Ali Haydar Efendi (ks) Hazretleri, Ahmet Hamdi Hoca’nın derslerine devam ederken, o devirde kadı yetiştiren, şimdiki hukuk fakültesinin ilk şekli olan Medresetü’l-Kuzzat’a (Şeriat Kadısı yetiştiren okul, şeriat hâkimi, bu güne göre Hukuk Fakültesi)giderek, oradan da diploma almıştır (1906).

İlk Adli vazifesi Burdur Kadılığıdır. Daha sonra pek çok vilayetlerde kadılık yapmıştır. En son İstanbul’da Temyiz Mahkemesi üyeliği, aynı mahkemenin Hukuk Dairesi üyeliği, sonra Temyiz Mahkemesi başkanlığı görevinde bulunmuştur.

Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, Hukuki İslamiye ve Islahatı Fıkhiye Kamusu eserinde, Ali Haydar Efendi den bahsederken;

“Yüksek çalışkan fukahamızdan madudtur”, diye kendisini övmüştür.

1914 yılında Fatih Camiinde talebe okutmaya başlamıştır. Fetvahanede fetva vermiş, gösterdiği büyük iktidarla 1914 yılında Sahn Medresesi Fıkıh Müderrisliğine tayin edilmiştir.

1. Dünya Savaşı’nın ardından 14 Kasım 1914’te ilan edilen (Cihad-ı Ekber) fetvasını, Fetva Emini sıfatı ile Fatih Camiinde okumuştur. Aynı zamanda 23 Kasım 1914’te Cihat Beyannamesinde bulunan yirmi dokuz imzadan birisi de Ali Haydar Efendi (ks) Hazretlerinin imzasıdır.

Ahıskalı Ali Haydar (ks) Hazretleri ilim noktasında en son yere kadar çıkmış, yüksek şerefli, şöhretli bir zât idi. Hitabeti çok kuvvetli, fakihliği dört mezhebe fetva verecek kadar güçlü, tesir ve ikna kabiliyeti yerinde idi.

1913 ve 1914 yılları arasında, bir Ramazan ayında, Bandırma’ya vaaz etmek için gider. Tabi, kendisi İstanbul ulemasından olduğu için heryerde rağbet görür. Vaazları genelde tarikat ve tasavvuf aleyhinde olur.

Bir gün, sabah namazından sonra sohbet ederken isim vererek, 

─ Burada Bezzaz Ali Rıza Efendi var, esnaftır, tarik ehlidir. Şöyle yapar, böyle yapar, diye aleyhinde konuşur.

Cemaatin içerisinde, Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin talebelerinden, Börekçi Hasan Efendi de vardır. Vaazı dinler ve namazdan sonra olup biteni Ali Rıza Bezzaz-i Hazretlerine anlatır. 

Bezzaz-i Hazretleri:

─Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecektir, diye buyururlar.

Bu hadiseden sonra Ali Haydar Efendi (ks) Hazretleri’nin gönlüne bir od (ateş) düşer. Tasavvuf ve tarikat ehline karşı bir sevgi alâka başlar. Kalbi vecd, istiğrak ve cezbe ile dolar. Dev cüsse, cübbe ve sarığı atarak camiden çıkar. Pazaryerinde, bez satan Ali Rıza Bezzaz Efendinin yanına varır. Söylediklerinden pişmanlık duyduğunu ve onu affetmesini, evlatlığa kabul etmesini diler.

Bezzaz Ali Rıza Efendi (ks) Hazretleri kolundan tutar, sırtını okşar ve:

─İstanbul’da Hacı Ahmet Efendi var, ona git, der.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks), İstanbul’a gelip, Hacı Ahmet Efendiyi bulur. O da;

─Topkapı da Ali Efendi var, ona git, der.

Bu yol çile yoludur. İmtihanlar, sabır, teslimiyet, her bir şey ölçülür. Nihayet, Topkapı’da, kendisine bildirilen köhne, dökük bir evin kapısını çalar. Yarım saat kadar kapıda bekler. O an nefsi ile baş başa kalmıştır ve nefsi ona şöyle haykırır; “Ey Ali Haydar! Sen ki padişahın huzur dersleri, başmuharrir ve baş muhatabısın. Böyle bir adamın, köhne evinin önünde kapıyı açmasını bekliyorsun. Bu sana yakışır mı?”

Daha sonra kapı açılır ve bir kız çocuğu çıkar:

─Buyurun, içeri, der.

İçeri giren Ali Haydar Efendi (ks), bir saat daha içeride bekler. Bu sırada saçı sakalı ağarmış, zayıf bedenli bir zât içeri girer. Bu kimsenin Ali Efendi olduğunu anlayan Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks), hemen elini öpmek ister. Fakat o zât;

─Çek elini, ben samimiyetsizlere el veremem, der.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks), kendi sıfatlarını ve makamlarını saymaya başlayınca, o zât; “Sus, sus” deyip O’nu azarlar.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks) ağlamaya başlayınca da;

─Ya, amma da sulu gözlü hocaymışsın, seni imtihan ettim, der. O anda bazı değişiklikler hisseden Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks), karşısındaki Ali Efendiye mürid olup, sohbet ve derslerine devam eder.

Nasıl ki, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri; “Numan’ın son iki yılı olmasaydı; Numan helaktaydı” diyerek, Allah-u Teâlâ Hazretlerine vasıl olabilmenin ilim ile değil, bir Mürşid-i Kamil zâtın terbiyesi, himmet ve nazarı ile kazanılacağını idrak etmiş ve ehli beytten, Cafer-i Sadık (ks) Hazretlerine intisap etmiş ise; Ali Haydar (ks) Hazretleri de, içindeki o manevi boşluğu bir Mürşid-i Kamile intisap ederek doldurmuş ve Allah-u Teâlâ Hazretlerine, üstadının himmeti ile seyru sülûkunu tamamlayarak vasıl olmuştur.

Kendisine 1914 yılında manevi vazife verildikten sonra, Fatih ilçesi Çarşamba mevkii, Cebecibağı Mahallesinde, İsmail Ağa Camiinden Fener Kilisesine doğru giden sokağın sonunda bulunan dergâhta, insanları irşada devam etti.

Burası, Şeyh Mustafa Garibullah Efendi Hazretlerinin dergâhıdır. Nakşî silsilesinden otuz ikincidir. Yanında otuz üçüncü Şeyh Halil Nurullah Zağravi Hazretleri vardır. Yan yana kabri şerifleri oradadır. Otuz dördüncü silsile Ali Rıza Bezzaz-i Hazretleridir ve Bandırma’da metfundur. Otuz beşinci silsile Ali Haydar (ks) Hazretleri olmuştur.

Her evliyaullahta olduğu gibi, Ali Haydar Efendi (ks) Hz.lerinin de, o dönemlerde çile ve sıkıntıları olmuş. O’nu istemeyenlerin ve fitnecilerin çıkardığı yaygaralardan dolayı, polis nezarethanelerine atılmış, İstiklal Mahkemelerinde yargılanmıştır.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks) ömrü hayatını, insanlara hak ve hakikati anlatmak için geçirmiştir. Edebin birini dahi terkine rıza göstermemiştir. Pek çok ilim erbabı yetiştirmiş, kıymetli müritleri olmuştur. Vaktinin büyük bölümünü Kur’an-ı Kerim okumakla geçirmiştir.

“Sülbümden değil, yolumdan gelen benim evladımdır”, buyurmuştur.

Uğrunda, hayatı boyunca mücadele ettiği en büyük gayesi, Allah’ın indirdiği ile hükmetmek idi. Maruz kaldığı çile ve meşakkatlere göğüs gererek Emr’i bi’l-maruf’a büyük önem verirdi.

“Dini Mübini İslam’ın devam ve bekası, Emr’i bi’l-maruf ve nehyi anil münkerin devamına; dini mubini İslam’ın yıkılması ise, Emr’i bi’l-maruf ve nehyi anil münkerin, terkine bağlıdır” buyururdu. 

O, gözlerin nuru, kalplerin süruru idi. Marifet deryası ve sırlar hazinesi idi. Pek az kimselere nasip olan makamların sahibi idi. Aşkla ve muhabbetle yanan kalplerin tabibi idi. Dergâhının bulunduğu mahalledeki evinde 1 Ağustos 1960 yılında vefat etti.

Vefatı sırasında ayetler okuyarak, etrafındakilere nasihatler ederek, tebessümler saçarak, dâr-ı bekaya göç etti. Mübarek naaşı, Yavuz Selim Camiinde kıldırılan cenaze namazından sonra, Edirne Kapı Sakız Ağacı kabristanına defnedildi

İlel Cenneti Ebeda…!

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri için zor ve sıkıntılı günler başlamıştır. Fakat O, şeriat-ı Ahmediye ve Ahlak-ı Muhammediye’ye sonsuz derece bağlılığı ile örnek teşkil etmiştir.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri dergâh çavuşu iken, mesaisinin çoğunu ihvanın işine sarf ederdi. Hatta zikrullaha gelmesi için bir dervişin ayağına on kere gittiği dahi olurdu. Dervişlerin ayakkabılarını çevirir, ceketlerini asar, çaylarını yapıp dağıtırdı. Hatta kendisine bu yüce görevin, çok hizmet ettiğinden dolayı verildiğini söylerdi. Buna rağmen, bazı hasetçilerin de hedefi olmuştu. En yakın arkadaşlarının dahi, kendisine muhalefet ettiklerini, gelen dervişlerin ayağını kaydırmak için çalıştıklarını ve pek çoklarını da caydırdıklarını söylerdi.

Netice olarak, Allah (cc) yolundan saptıranların akıbetlerinin perişanlık olduğunu belirtirdi. Hatta birisi öyle olmuş ki;

─Ulu Caminin tuvaletinde bir eli ile simit yerken ve diğer eli ile de ihtiyacını gideriyordu. Bu hale de Çorumlular şahit oldular, demiştir.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, o günlerde köy köy gezerek, terzi malzemesi (tela) satıcılığı yapıyor gibi görünür, insanlara Allah ve Resulünden bahseder, manevi güzelliklerden anlatır, insanları Hakka çağırır. 

Gariptir ki; o tarihlerde Hacı Mustafa Efendiyi taşlayan Çorum halkı, bugün kerametlerini dilden dile anlatmaktadırlar. Zaten hakikat erenlerinin durumu hep aynı olmamış mıdır?

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri şöyle anlatır;

“Çorum da on iki tarikata ait, birçok dergâhlar vardı. Ulu Cami’de sabah namazından sonra zikir devranı yapılırdı. Bütün şeyhler, müritleri ile katılırlardı. Bu tarikatlar arasında o kadar sıkı bir münasebet ve muhabbet vardı ki; hangi müridin, hangi Şeyh Efendiye tâbi olduğu bilinmezdi. Şeyh Efendiler, yaş sırasına göre halakayı yönetirlerdi. Zikrin sonunda en yaşlı olan Şeyh Efendi, dua ile merasim hatmi ettirir ve her bir şeyh ile tek tek kucaklaşırdı. Zikrullah bitip de ayrılma saati geldiğinde, her mürit kendi şeyhini takip ederdi. İşte o zaman hangi mürit hangi şeyhe tâbi imiş anlaşılırdı. Şimdiki gibi “ Senin dergâhın, benim şeyhim” ayrımı yapılmaz hepsine aynı edep ile muamele edilirdi”.

(Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, evliyalık noktasında, zamanın üçlerinden ve rical-i gayb erenlerinden, yüce keramet sahibi bir zât idi).

O büyük zâtın kerametine bizzat şahit olmuş ve kerameti yaşamış olan müritlerinden Hilmi Efendi şöyle anlatır;

“Bir Cuma günü, Efendinin sohbetinde bulunuyordum. Kendim Çorum’a bağlı bir köyde imamlık yapmaktaydım. Üstadımın sohbetinden erken ayrılıp, Cuma namazına yetişmek istiyordum. Fakat sohbeti bölmeye cesaret edemedim. Üstadım;

─Haydi, oğlum camiye gidelim, deyince, hiç sesimi çıkarmadım fakat içimden;

─Benim köydeki camiye yetişmem imkânsız, diye geçirdim. Ama dışarı çıkınca Efendi Hazretleri:

─ Haydi, oğlum sen köydeki camine yetiş, dedi 

Ben de;

─ Baş üstüne, dedim ve yanından ayrıldım. 

Allah tarafından olsa gerek, birden yıllardır gidip geldiğim yolu kaybettim. Daha ne olduğunu anlayamadan kendimi köydeki camide buldum. O şaşkınlık ve hayret içinde cuma ezanını köydeki camide okudum. Elhamdülillah.”

Gösterdiği kerametlere örnek bir hadiseyi de Hacı Mustafa Efendi Hazretleri şu şekilde anlatmıştır;

“Çorum Müftüsü ve âlimlerin bulunduğu bir topluluğa davet edildim. Topluluk bir park yerinde idi, benden keramet göstermemi istediler. Zaruretten dalda duran bir kuşa işaret ettim ve kuş gelip omzuma kondu. Bir müddet sonra işaret ettim, kalkıp gitti. Buna itiraz edip “tesadüf” dediler. Bu sefer uzakta nokta gibi küçük görünen bir kuşu çağırmamı istediler. Ona da aynı şekilde işaret ettim. Kuş geldi başımın üzerinde bir müddet döndü. Sonra işaret ettim gitti.

Gariptir ki, orada bulunan halk, müftü ve hocalara; “Ey hocalar! Sizler ilim sahibisiniz, bir de siz keramet göstersenize” diyemediler”.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerinin kerametini bizatihi yaşayan Nevşehirli bir başka kişi şöyle anlatıyor:

“O zamanlar pek kimsenin arabası yoktu. “Hayati” diye bir kişi var, o da biraz ters birisi idi. Bir tek onun arabası vardı. Abdullah Baba Hz.leri de; o dönemde Nevşehir’in zakiri idi. 

Hayati’ye;

─Hayati Efendi arabanın mazotunu koyalım da bir Çoruma gidelim, dedi.

Hayati; 

─Yok, benim ne işim var oralarda, dedi ise de Efendi Hz.leri ikna etti.

─ Sabaha gideceğiz, diye konuştuk ve ayrıldık.

Evine gidince vazgeçmiş. “Benim tarikatçılarla falan işim yok” diye kendi kendine söylenerek yatmış. Rüyasında Çorumlu Mustafa Efendi Hz.leri geliyor;

─Sabah kalkınca arabayı çalıştır ve misafirlerimi getir, gel, diyor. Ama yine gitmemekte kararlı bir şekilde tavır koyuyor. Birazdan yine üzerinde cübbesi ile Mustafa Efendi Hz.leri geliyor;

─Oğlum, sabah arabaya binin gelin, diyor ve bu sefer biraz da kızıyor. Bu rüyanın tesiriyle sabah geldi, buluştuk. Çoruma vardık. Mustafa Baba’nın hanesi biraz küçüktü. Beş kişiyle de dolardı, kırk kişi ile de dolardı. Bana sobanın yanyıda yer düştü. Soba nasıl yanıyor ama borular kızarmış bir vaziyette. Öyle sıcak ki şimdi elbiselerim alevlenecek diye düşünüyorum. İçimden şöyle dedim: “Efendim, ben yeniyim. Pek usûl bilmem ama ben yanıyorum haberiniz olsun”, der demez; omzumdan aşağıya doğru soğuk soğuk sanki su döküyorlar.

Bu sırada çay içiyorduk. Bizim Hayati, bir bardak çay içtikten sonra içinden; “Eğer sen şeyh isen, bana bir çay daha söyle. Benim canım çay istiyor” demiş.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi dizlerinin üstüne doğruldu.

─Oğlum Metin!” dedi. Parmağıyla göstererek;

─Şu arkadaşa bir çay daha ver de, içsin, dedi. Oradan ayrıldıktan sonra, Hayati; Efendi Hz.lerine dönerek:

─Abdullah ağabey! Sizler çok iyi bir yoldasınız. Ben içimden geçirerek üstadınızdan çay istemiştim, bu mübarek içimden geçenleri bildi. Rüyamda gördüğüm zât yine bu mübarekti. Üzerindeki cübbesi de orada asılı idi, dedi.

O dönemlerde benzin karaborsa, pek bulunmuyor. Biz de düştük yola geliyoruz. Nevşehir’e elli kilometre kala, Hayati;

─Benzinimiz bitti, şimdi ne yapacağız nerden benzin bulacağız, dedi.

Abdullah Baba telaşlanmamasını, yola devam etmesini söyledi. Fakat Hayati hala panik içerisinde söylenip duruyordu. İkinci kez Abdullah Baba deyince; sesini kesti öylece Nevşehir’e kadar geldik. Hayati çok şaşkın ve hayretler içerisinde;

─Yahu bu nasıl oldu! Benzinimiz bitmişti. Benzinsiz nasıl geldik? diye söyleniyordu. Efendi Hz.leri, Hayatiye;

─Sana ders verelim, dedi.

─Abdullah ağabey! Ben hırsızlık hariç, her türlü haksız kazanç yerim. Bu nasıl olacak? dedi ise de; Efendi Hz.leri gayet hoşgörülü bir şekilde:

─Sen iyi bir insansın, Allah (cc) seni muhafaza etsin, diye dua etti.

Abdullah Baba dua ettikten sonra, bir daha o işler için adamın bankaya gittiği olmamıştır”.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, 1960 yılındaki ihtilalde yaşadığı hadiseyi bizlere şöyle nakletmiştir;

“1960 yılında, ihtilalde beni hapse atmışlardı. Cezaevi müdürü çok iyi bir insandı. Bize oldukça kibar davranıyordu. Cezaevindeki mahkûmlara:

─Müslümanlar bir tarafa, diğerleri bir tarafa ayrılsın, dedim, ardından;

─Ey Allah’a iman eden mahkûmlar! Bakın, Müslümanız diyorsunuz. Burası Hz. Yusuf’un makamı, burada ticaret yapamazsınız, ailenizle görüşemezsiniz. Vaktinizi boş boş harcayacağınıza; bari abdest alın, namaz kılın ki, hiç olmazsa sevap almış olursunuz, dedim.

Mahkûmlar;

─Ama Efendim, burada biz altmış kişiyiz. Buna karşı, bir banyo, bir tuvalet bir de abdest alacak çeşme var, bu yetmez ki, dediler.

Cezaevi müdürüne rica ettim. Uygun bir yere dört tane daha abdest almak için çeşme yaptırdılar. Artık mahkûmlar, abdest alıp, namaz kılmaya başlamışlardı. Fakat bizim suçumuz olmadığı için serbest bırakıldık. Bu haberi duyan mahkûmlar ağlamaya başladılar. Onların ağlamasına dayanamadım. Sırf onların hatırı için iki gün daha orada kaldım. İki gün sonra vedalaşırken;

─ Elhamdülillah, Elhamdülillah! Ne mutlu ki sizlere; dininizi, İslam’ı, ahlakı, Kur’an okumayı öğrendiniz. Bu şekilde, hayatınızı devam ettirin, dedim. Ağlaya, ağlaya oradan ayrıldık”.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, şartlar ne kadar zor olursa olsun, Allah ve Resulünün sevgisini insanlara anlatmak için, büyük çaba harcamış ve maddi manevi gücünü her zaman, diğer insanlarında imanlarını kurtarma yolunda, sarf ederek yaşamıştır.

Abdullah Baba (ks) Hazretleri, 1969 yılına kadar Bilal Baba’nın manevi feyzinden istifade etmiş ve bu zaman zarfında üstadının övgüsüne mazhar olup himmet ve gayretleri ile Allah’a giden yolda oldukça mesafe kat etmiştir.

Ancak 1969 yılında Bilal Baba’nın vefat etmesi ile Vuslatı henüz tamam olmayan ve içindeki kemalât ateşi gün geçtikçe daha da artan Abdullah Baba (ks) Hz.leri istihare yapar ve rüyasında; Hızır (as), İlyas (as) ve Zekeriya (as) tarafından kendisinin, Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Hz.lerine intisap etmesi gerektiği, manen dosyasının orada olduğu söylenir. Bu görmüş olduğu rüyadan sonra, kendisini Hakk’ a vasıl edecek olan Çorumlu Hacı Mustafa Baba (ks) Hz.lerine gidişini ve yaşadığı durumları üstadımız bize şöyle anlattılar.

Cennet mekân Bilal Baba vefat ettikten sonra, maneviyatın işareti ile dosyamızın Çorum’da olduğunu ve Çorum’a gitmem gerektiğini öğrendim. Fakat o sıralar maddi yönden oldukça sıkıntılı bir dönem içerisinde idik.Çorum’a gidecek yol param dahi yoktu. Bu yüzden maddi durumum iyi iken aldığım Sahih-i Buhar-i isimli oniki ciltlik kitaplarımı satıp yol parası yapmayı düşündüm. Ve o dönemde devamlı içki içen, mahalle arkadaşıma: 

─Ben de Sahih-i Buhar-i kitapları var. Bunları satmam gerekiyor, alır mısın? diye sordum. O da bana, alabileceğini söyledi.

Arkadaşımın, annesi: 

─ Oğlum bak ne güzel! Ramazan ayı girdiğinden beri içki içmiyorsun. Abdullah Efendi bir mübarek zâtı ziyarete gidiyor. Sen de Abdullah Efendi ile yolculuk yapsan. Hem Abdullah Efendi’nin kalacak yeri ya olur, ya olmaz. Çorum’a gitmeden önce, Ankara’da dayının oğluna uğrarsınız. Oradan Çorum’a gidersiniz, demiş. Annesinin söylediklerine ikna olmuş. Beraberce yola çıktık.

Önce Ankara’ya gittik. Orada bir gün kaldık, ertesi gün Çorum’a geçtik. Ramazan ayı içerisinde olduğumuz için akşam iftar vakti bir lokantaya girdik, oruçlarımızı açtık. Yemekten hemen sonra, beraberce Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’nin evine vardık. Mübarek zât, misafirlerini buyur etti ve sohbet etmeye başladı. Sohbet bittikten sonra, bize de ikramda bulundu, halimizi hatırımızı sordu. 

Ben de, geliş sebebimizin kendisinden ders almak olduğunu, istihare yaptığımı, manen dosyamın Çorum’a geldiğini anlattım.

Mübarek de bize:

─Evladım Abdullah Efendi, sen bir daha istihare yap, deyince.

Ben de kendisine:

─Efendim, siz bana daha önce Rufai dersi vermiştiniz. İkinci bir istihareye gerek yok” dedim. 

Hacı Mustafa Efendi yine:

─Ah evladım, bu nefis, Firavundan daha kötü, devamlı şek şüphe verir, onun için istihare yap.

Bende:

─Peki, Efendim, dedim.

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi, bize teravih namazını kılacağımız camiyi tarif ettikten sonra;

─Evladım, sahura buraya gelin, beraber sahur edelim, dedi.

Daha sonra teravih namazını kılmak için oradan ayrıldık. Namazdan sonra kalacağımız otele gittik ve yattık..

O gece rüyamda;

─Büyük bir ateş yakılmış, içine insanları atıyorlardı. Etrafta da uzun boylu, yeşil elbiseli, zırhlı, ellerinde kılıçları olan asker toplulukları vardı. O sırada askerlerden bir tanesi geldi ve bana kılıç salladı. Fakat kılıç bana değmeden gitti, kendisini vurdu. Bunun üzerine o asker telaşlandı:

─Aman Ya Rabbi burada bir zât var, dedi. Hemen koşup komutanlarını çağırdı. Komutanları, başındaki miğferin üzerine yeşil sarık sarmış heybetli bir zât idi. Yanıma yaklaştı, miğferinin ucunu yukarıya doğru kaldırdı. Alnında yeşil yazı ile Mehdi Resul yazan mührünü gördüm. Ben onun mührüne bakarken o da yanındaki askerlerine dönerek:

─Siz Abdullah Efendi’ye nasıl kılıç sallarsınız! Bu zât manen vazifelidir. Kim bu zâta dokunmaya kalkarsa, zararı kendisi görür, sıkıntıya düşer. Onun sırtında “Lam Elif” harfi vardır.

Arkasından üzerimdeki gömleği çıkartıp, sırtımı açtı ve baktı. Bu şekilde rüyam bitti.

Tam o anda otel odasının kapısı çalındı, uyandım. İçeri gelen Hızır (as) idi. Bana;

─Abdullah Efendi yüz defa “Ya Vehhab” diyeceksin, dedi. Ben de:

─Üstadım Hacı Mustafa Efendi derse çekerim, gerçi Allah’ın (cc) ismi ama üstadımın izni ve telkini olmadan hiç bir şey söylemem, dedim. Kapıyı kapattı, bir müddet sonra tekrar girdi. Yine aynı şeyi söyledi. 

Bu hadise üç kere oldu. Bu olaylar cereyan ederken saat üçü çeyrek geçmişti. Arkadaşım ile birlikte sahur yemeği için Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin evine gittik. Beraber sahur yemeği yedikten sonra;

─Evladım istihare yaptın mı? 

Ben de kendisine, görmüş olduğum rüyayı ve otel odasına gelen kişinin bana “Ya Vehhab (cc)” ismini okumamı söylediğini ve ona kabul edemeyeceğimin sebeplerini olduğu gibi anlatınca, Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri:

─Maşallah evladım! Rahmetli Bilal Baba sana çok nazar etmiş, seni çok iyi yetiştirmiş, halifelik makamına kadar çıkartmış. Evladım sen çok fukarayı sabiriynsin. Vehhab (cc) ismi, çok verici, çok genişletici anlamındadır. Günde yüz defa değil de, her farz namazlardan sonra on dört defa söyle.

─Peki, Efendim, dedim.

Arkasından bana şöyle dedi: 

─Evladım Abdullah, kapıyı açıp sana telkinde bulunan kimdi biliyor musun?

Ben de;

─ Hızır (as)’dır Efendim, dedim.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri:

─ Nereden biliyorsun?

─ Efendim, kendisini sık sık görüyorum.

Üstadım da bize:

─ Evladım, insanlar Hızır (as)’ı göreyim, ondan ders alayım diye yanar. Sende hiçbir değişiklik yok, dedi. 

Cevaben kendisine:

─ Efendim, Hızır (as) da bir insan, Nebi değil ki. Hz. Peygamber(sav)’e âşık olduğu için Allah (cc) Teâlâ’ya; O’nun ümmeti olmak için dua etti. Allah (cc) , O’na deccaliyet zamanına kadar müsaade etti. Deccal öldükten sonra, O da ölecek. Peygamberimizin bir ümmetidir. Ama bana siz lazımsınız, çünkü siz Peygamber varisisiniz. 

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, bu cevaba tebessüm ile karşılık verdi ve arkasından şöyle devam etti:

─ Evladım sen çok fakru zaruret içerisindesin. İnşallah sana yardımcı olalım da, borçlarından kurtul. Nevşehir’de fasık bir kişi sana yardım edecek, onun bu yardımını reddetme. Zira o senin duan ile o düştüğü ateşten kurtulacak…

Aslında Efendi Hazretleri, burada teslimiyetin ölçüsünü çizmiş; teslim olacak bir müridin, üstadını herşeyden daha ziyade ittiba etmesi gerektiğini anlatmıştır. Tıpkı sadakat örneği, Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretlerinin Miraç olayı ile ilgili olarak; “Senin arkadaşın bir gecede kısa bir sürede pek çok mukaddes beldeyi gezdiğini, miraca çıktığını ve Allah-u Teâlâ Hazretleri ile konuştuğunu söylüyor. Sen ne dersin?” dediklerinde, hemen Hz. Peygamberin yanına gitmiş; “Ya Rasulullah! Sizin ağzınızdan çıkan her söze şu gözümün gördüğünden daha fazla itibar ederim” diyerek, tam bir teslimiyet örneği göstermiş olduğu gibi.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri daha sonra:

─ Evladım Abdullah! Sen buraya, bizden ders almaya geldin. İstihareni yaptın. “Elhamdülillah” imtihanı geçtin, biz de sana Evradı Şerifeni verelim inşallah, dedi. 

O an yakasına yapıştım ve kendisine:

─Efendim, bizim memlekette âlimler, vaazlar, müftüler var ama ben buraya sana geldim. Beni Rasulullah (sav) Efendimize vasıl edemezsen, mahşerde Liva-ül Hamd sancağına götüremezsen, huzuru mahşerde yakana yapışırım, dedim. Mübarek gülümsedi ve:

─ İşte bize böyle bir erkek lazım evladım, dedi.

─Allah (cc) razı olsun, çok memnun oldum. Buna küstahlık demezler, cesaret ve şecaat derler. Sen de benim dediklerimi tutarsan; yalan söylemez, haram yemez, ailenle iyi geçinirsen, her ne gelirse gelsin Allah (cc) dan geldiğini bilirsen, ihsan üzere yaşarsan, Allah’ın (cc) Habir ismi ile haberdar olup seni her yerde gördüğünü bilirsen, seni istediğin yere götürürüz… Evladım, Allah-u Teâlâ Hazretleri senden razı olsun, sadakatinden hoşnut kaldım. Bundan sonra İnşallah Allah’ın vermiş olduğu nimetlerden istifade et. Seni biraz zayıf gördüm, ye, iç. Yalnız, midene haram girmemesine dikkat et, şehvetin başka yere gitmesin. Bu dediklerimi tatbik et, yolda kalmazsın, buyurdu ve daha sonra bize Rufai Tarikatı üzere ders verdi. Elhamdülillah. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine, ne iş yapacağımı sordum. 

─Evladım ayakkabı al sat, deyince;

─Ben deri imalatçısıyım, al sat işinden pek anlamam Efendim dedim. 

─Öğrenirsin evladım, dedi.

─Peki, Efendim, dedim. Sabah namazını kıldıktan sonra müsaade isteyip Nevşehir’e döndüm. 

Hiç kimseye borcumuz kalmasın, kimseyi kapımıza getirmeyelim diye sürekli çalışıyordum. İhtilal döneminde zararımız çok olduğu için öderken oldukça zorlanıyorduk. Bir gün yolda yürürken birisi bana seslendi bir baktım Üstadımın sana yardım edecek dediği Ekmekçi Rıza Efendi:

─Hayırdır Abdullah, senin bir derdin var. Kaç gündür takip ediyorum, yüzün gülmüyor. Gel seninle bizim eve bir gidelim, bir konuşalım, dedi.

─Evine gittik, yemek ikram etti. Bu arada odada kimse yokken, bana oldukça yüklü bir miktarda para verdi.

─Abdullah Efendi, bu parayı al. Sen dürüst bir insansın. Borçlarını öde, daha sonra kazandıkça sen de bana ödersin, dedi.

Onun bana verdiği para ile bütün borçlarımı kapattım. Deri imalathanesini de satıp; elime on iki bin lira geçti. Paranın altı bin lirası ile ayakkabı satışına müsait bir dükkân kiraladım. Altı bin lirasını da dükkâna mal satın almak ve İstanbul’a gitmek için ayırdım. Nevşehir’in tanınmış hocalarından biri:

─Duyduğuma göre İstanbul’a gidiyormuşsun. Senden bir istirhamımız var, dedi. O dönem içerisinde de Milli Selamet Partisi çok konuşuluyordu. 

─Buyurun, dedim.

Hoca Efendi de bana:

─Abdullah Efendi, şu Necmettin Erbakan abdestsiz namaz kılıyormuş. Açık saçık bir kadınla evlenmiş, kızı barlarda gezermiş. Almanya, Müslümanları tefrikaya düşürsün diye ajan göndermiş. Şu mektubu al. Bunların doğru olup olmadığını öğrenmemiz için Fatih’te İskender Paşa Camii İmamı Mehmet Zahit Kotku Hazretlerine ver. Eğer olumlu bir cevap verirse; biz de Selamet Partisini Nevşehir’de açalım, dedi. 

Hoca Efendinin verdiği mektubu aldım:

─İnşallah sorarım, dedim. Daha sonra yanlarından ayrılıp otobüsle İstanbul’a doğru yola çıktım.

Yolda giderken otobüste bir rüya gördüm.

Rüyamda;

─Uçağa biniyorum fakat uçak yavaş gidiyordu. Bu esnada uçağın camını delerek uçaktan çıktım. Uçaktan daha hızlı uçmaya başladım. Uçarak Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, Mısır, Suriye, Mekke ve Medine’ye gittim. Bu sırada denizin içine daldım. Balıklar Allah’ı zikrediyorlar, ben gittikçe bana yol verip istikbal ediyorlardı. Sudan çıktım, dağlarda, ovalarda, kabristanlarda, kiliselerde zikir yapıp, camilerde vaaz ettim. Bu esnada üzerimde cübbe, başımda sarık vardı. Rüyamın devamında;

Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri:

─Evladım Abdullah, bizi ziyarete gelmeyecek misin? dedi.

Ben de kendisine:

─ Efendim, Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri;

İstanbul’u fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker”, diyerek sizi ve askerinizi övdü, methetti. İnşallah, önce sizi ziyaret edeceğim, dedim ve bu şekilde uyandım.

─İstanbul’a iner inmez, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin Türbesi’ne gittim. Ziyareti yaptıktan sonra, yanıma bir zât yaklaştı:

─Ben, Kemahiye Müftüsü Muhammet Koyunoğlu’yum. Kemahlıyım, sizinle ahiret kardeşi olmak istiyorum, dedi. Bir müddet orada sohbet ettik ve ikimiz beraber, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’nin yanına gittik.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri beni sağına, müftüyü soluna oturtturdu. Bir müddet sohbet ettikten sonra Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Bir soracağınız var mı? dedi.

Müftü Efendi, gördüğü rüyayı ve başından geçen hadiseyi anlattı:

─Efendim, dedi. Gece rüyamda Rasûlullah (sav)’ı gördüm, mübarek elini öptüm.“Seni çok seviyorum. Sana nasıl hizmet edeyim Ya Rasulullah”, dedim. Rasûlullah (sav) Efendimiz mübarek şahadet parmağını kaldırdı. Ucundan lamba gibi bir nur çıktı. Bir anda kendimi Erzincan’da, sinema binasında buldum. Erbakan Hoca orada konferans veriyordu. Hayretler içerisinde kaldım. Rasûlullah (sav) Efendimiz bana;

“Evladım ona hizmet etmek, bana hizmet etmek gibidir”, diye buyurdular.

Bu şekilde uyandım. Daha sonra Erzincan’a gittim. Erbakan Hoca’yı, Rasûlullah (sav) Efendimizin gösterdiği salonda milli görüş hakkında konuşma yaptığını gördüm.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri de Müftüye dönerek:

─Necmettin Erbakan, ahlâkında, edebinde, milletini ve devletini seven insanlığa hizmet etmek için her yeri gezen, ilim sahibi güzel bir insandır. Saçının telinden tırnağına kadar iman doludur. Kur-an’ı Kerimi anlayan ve yaşayan birisidir. Peygamber Efendimiz (sav)’e âşık, Hadis âlimidir. Mübarek bir insandır, dedi.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Müftü Efendinin rüyasını tevil edince; ben de Erbakan Hoca ile ilgili konu hakkında aydınlanmış oldum. Daha sonra bana dönerek, halimi, hatırımı sordu. Ben de kendisine, İstanbul’a gelirken otobüste görmüş olduğum rüyayı anlattım.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Evladım sen Şerif misin? Seyit misin? dedi. 

─İkisi de değilim, dedim. 

Tekrar sordu:

─Emir Sultanlardan mısın?dedi.

Ben, yine:

─Hayır, Efendim, dedim.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Senin rüyan sahihadır. Büyük bir irşatçı olacaksın. Rüyanda gördüğün memleketlere gideceksin, defalarca hac ve umre yapacaksın. Ömrün uzun olacak. Sakalın ağaracak, dedi.

─Aman Efendim! Aç tavuk kendini buğday ambarında zannedermiş. Bizim oraları gezmemiz mümkün değildir. Ben evimin maişetini karşılayamıyorum. Kaldı ki buralara gitmek… Yıldızlar ne kadar uzaksa, oralara gitmek bana o kadar uzak. Allah affetsin! Ben ne evliyalık, ne irşatçılık isterim. “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi Ya Hazreti Allah.” Allah’ım bana “kulum” desin yeter, dedim.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri;

─Evladım, Allah(cc) külli şeye kadirdir. Bunların hepsi olacak. Sen istesen de istemesen de, Cenab-ı Allah bunları sana nasip edecek. İnşallah bizlere de dua etmeyi unutma, dedi. Bana “Tasavvuf ve Ahlak” isimli üç ciltlik kitap hediye eti.

Mübarek zâtın duasını aldıktan sonra müsaade istedim. İstanbul’da işlerimi halledip tekrar Nevşehir’e döndüm. Bu tarihten sonra kundura alıp satmaya başladım. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri de, her bayramda, mübarek gün ve gecelerde kutlama tebrikleri gönderirdi.

Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri bizlere:

─ Evladım bir şeyh gördüğünüzde yanına varın, zikirlerine katılın, hayır duasını alın. Çünkü onlar bir bal arısına benzer, yani arıların beyidir. Arılar bey etrafında toplanırsa bal üretir. Bunun için “sen falan tarikattasın” diye birbirinizi dışlamayacaksınız. Ayrı gayrı diye bir şey olmaz”, derdi.

Kundura alıp satmaya yeni başladığım dönemlerde, Nevşehir’de bir cami yaptırılacaktı. Caminin yapımı için dernek kurulmuş, bu vesile ile camiye yardım toplanıyordu. Ben de cami yapımına yardım etmek istiyordum ve Allah’a (cc) dua ettim. Dedim ki;

“Ya Rabbi, yarın yapacağım satıştan kazandığım parayı bu caminin yapılması için nezrediyorum. Sen bol kazançlı, bereketli bir gün nasip et.”

Ertesi gün dükkânımı açtım. O gün öyle bir iş oldu ki, nerede ise bir ayda yaptığım satışı bir günde yapmıştım ve elime yüklü miktarda para geçmişti. Akşama doğru nefsim vurdu. Tabii o zaman genciz, nefsimiz bizi alıkoymak istiyor:“Aman sen bu kadar demiştin, günlük cironu verecektin. Bak kazandığın büyük bir meblağ, birazıda sana kalsın”, diye sürekli baskı yapıyordu. Neyse, akşam oldu dükkânı kapattım. Doğruca derneğe gittim ve dernek başkanına parayı verdim.

Dernek başkanı:

─Abdullah Efendi, bu kadar parayı Nevşehir’in en zengini bile vermedi. Ben bunu almayayım, senin gibi küçük esnaf için bu meblağ çok büyük, dedi. Ben de:

─Zaten nefsim beni zorluyor, siz de ona yardımcı olmayın. Şu parayı alın da ben gideyim, dedim ve parayı verdim. Çok şükür nefsime yenilmemiştim.

O gece rüyamda; “Hz. Ali (kv) Efendimizi, Cennette tarifi mümkün olmayan bir köşk inşa ederken gördüm. Öyle güzel bir köşktü ki tarifi imkânsız! Her tarafı kırmızı zümrütlerle kaplanmış, bakanın bir daha bakmak isteyeceği türden… Selam verdim; “Ve aleyküm selam” dedi. Aramızda perde gibi bir set var, oradan sordum:

─Efendim, bu köşkü kime yapıyorsunuz? Bu hangi Peygamberin köşküdür, dedim. Hz. Ali Efendimiz sanki benimle çok eski bir dost, bir ahbap gibi konuşarak:

─ Abdullah Efendi, bu köşkü sana yapıyorum, dedi.

Ben de aramızdaki o perdeden geçmek istedim. Öne doğru adım attım. Hz. Ali Efendimiz, beni iki eliyle iteledi. Bir adım attım, yine iteledi. Bir adım daha attım, yine iteledi. Üç defa atlamak istedim, üçünde de geri iteledi. Böylece rüyam bitti.

Üstadımın yanına gittim ve kendisine olayı ve rüyamı tafsilatıyla anlattım. Üstadım:

─Evladım Abdullah, ahiretini kişi bu dünyada mamur eder, bu dünyada kazanır kazanç yeri burasıdır, buyurdu. Sen, ahireti istemişsin. Ancak Hz. Ali (kv) Efendimiz’in seni üç defa itmesinin hikmeti; senin otuz yıl daha dünya âleminde yaşayacağına delalet ediyor, buyurdu.

Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini ilk zamanlar bana rabıta vermediği halde bile görürdüm. Yine bir gün ziyaretine gittiğimizde bana:

─Evladım sen rabıtanı nasıl yapıyorsun? diye sordu

Bende:

─Efendim henüz rabıta vermediniz deyince:

─Oğlum bundan sonra rabıtanda “babanın cübbesi altındayım” diye söyle, dedi.

O an iki kaşının ortasına baktım. Bakar bakmaz bayılacak gibi oldum. Bütün yüzü bir anda nur oldu, bir müddet sonra ceset kayboldu. Tamamen nur olarak gördüm. O günden sonra rabıtamızı hep bu şekilde yaptık.

Bir gün Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini mübarek bir günü ihya etmek için Nevşehir’e davet ettim. O da bana:

─Evladım, Vali’ye çık. “Efendim, Benim üstadım gelecek, şiş burhanı yapacak, zikrullah yaptıracak, sohbet verecek” diye söyle; eğer izin verirse, ben de gelirim, dedi.

Bunun üzerine üç beş kişilik bir heyet ile dilekçe yazarak valiye çıktık. Vali, dilekçeyi okudu. Yanında da Alay Komutanı vardı.

Vali bana dönerek:

─Abdullah Efendi, burada hiç hoca yok mu da, ta Çorum’dan üstad getiriyorsunuz? dedi. Biz de kendisine:

─Efendim, bu üstad başka. Nevşehir’e davet edeceğimiz zât Allah’ın evliyası, deyince Vali Bey:

─Bu zamanda evliya da mı var? diye sordu. Telefonla Müftü Efendiyi arayıp, acele gelmesini söyledi.

Kısa bir süre sonra Müftü Efendi de geldi.

Vali Bey Müftü’ye:

─ Bak Abdullah Efendi ne diyor. Bu dönemde evliya olduğunu, şiş burhanı olduğunu söylüyor. Dedikleri doğru mu, dinimizde bunların yeri var mı? diye sordu.

Müftü Efendi, vali beyin sorularına biraz gevşek cevaplar verdi.

Ben de Müftünün bu şekilde konuşmasını hoş karşılamadım ve ayağa kalkarak:

─Müftü Efendi, söylediklerinden mesulsün. Sen bir din adamısın, bunların doğru olduğunu söylemezsen; sen Allah indinde suçlu duruma düşersin. Seni Rabbime şikâyet ederim, dedim.

O anda Vali Bey:

─Abdullah Efendi, burası valilik makamı, burada tartışmayın. Müftü Efendiyle sorununuzu kendi aranızda halledin, dedi. Ve oradan ayrıldık. Daha sonra Vali Bey Emniyet Müdürlüğünü aramış ve hakkımızda tahkikat yaptırmış. Onlar da Vali Bey’e:

─Efendim bu insanların hiç birisinin dosyalarında en ufak bir suç duyurusu yok, temiz insanlar, demişler

Müftü Efendiyi arayıp bu programı tertip etmemizi Alay Komutanını ile birlikte bizim zikrimizi merak ettiklerini söylemiş. Müftü Efendi de beni arayıp Bekir Efendi Camiinde sohbet yapmamıza müsaade edildiğini haber verdi.

Hemen Üstadım Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini aradım:

─Efendim, sizin dediğiniz şekilde Vali Beye çıktım ve dediklerinizi söyledim. O da Müftü Efendiyi çağırttı, birkaç pürüz haricinde müsaadeyi aldık, dedim.

Üstadım:

─Evladım Abdullah, Allah senden razı olsun. Ben seni imtihan etmiştim, imtihanı kazandın oğlum, dedi.

Mübarek gün Bekir Efendi Camiinde sohbet ve zikrullah yaptık. Vali Bey ve Alay Komutanı’nın adamları zikir ve sohbetimizi seyredip dinlediler. Hiçbir sorun yaşanmadan o mübarek günü ihya ettik.

Bir gece uzandığım bir halde tespih çekerken, kalbimde bir genişleme meydana geldi. Tavana baktığımda tavandan içeridekileri görmeye başladım. Daha sonra Sabah namazına kalkanları, ondan sonra Teheccüt namazına kalkanları görmeye başladım. Kalbim biraz daha genişledi İç Anadoluda ki manevi yıldızları, sonra Türkiye de ki, en son Dünya da ki bütün büyük zâtları gördüm. Sabaha kadar böyle devam etti. Sabah namazını kıldım. Birkaç gün sonra Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini ziyarete gittiğimde hadiseyi anlattım. 

Kendisi; 

─Elhamdülillah evladım, altıncı esmaya yükseldin. Bundan sonra halakayı zikirlerde “Hay Hay Allah, Hu Hu Allah” ismi esmalarını yaptırmaya yetkilisin”, dediler.

1978 yılında Üstadımızın yanına ziyarete gitmiştik. Mübarek, bize sohbet ettikten sonra kendisine:

─Efendim Nevşehir’den bir arkadaşımızın basireti açıldı. Kabir halinden anlar oldu, dedim.

─Üstadımız o kalp gözü açık arkadaşa dönerek şöyle sordu:

─Evladım Abdullah Ağabey’ini nasıl seviyorsun?

O da:

─Canımdan çok seviyorum, dedi.

─Nerede çalışıyorsun? diye sordu

─Tekstil fabrikasında, dedi.

─Abdullah ağabeyin sana o işten çıkacaksın, derse ne dersin?

─Çıkarım Efendim.

─Ailenden boşan derse ne dersin?

─Boşanırım Efendim, deyince.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri şöyle devam etti:

─İşte oğlum, Abdullah Ağabeyine olan bu sevgin seni bu makama getirmiş, dedi.

Orada bulunduğumuz sırada Çorumlu dervişlerden bir tanesi Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine sordu?

─Efendim Nevşehirli dervişlere çok hürmet edip seviyorsunuz, sebebi hikmeti nedir? Hacı Mustafa Efendi Hazretleri şöyle cevap verdi:

─ Oğlum sizler yanımda, onlar ise canımdalar. Ta Nevşehir’den çıkıp Aşk ile muhabbet ile bizi ziyarete geliyorlar. Evladımız Abdullah Efendiyi on iki piran Hz.leri de destekliyor, diye açıklama yaptı. Daha sonra mübareğin yanından müsaade istedik ve Nevşehir’e geri döndük.

Yine 1978 yılında, Mevlana Hazretleri’nin türbesini ziyaret için Konya’ya gittim. Ziyaret esnasında türbede huzurda (hizmette) bulunan bir kimse yanıma geldi:

─Efendim, bu gece divan burada toplandı. Size manevi görev verilmesi için işaret ettiler. Mevlana Hazretleri sizin için çok hoş şeyler söyledi. Bütün Piranlar tasdik ettiler. Ancak Bahaddin Nakşibendî Hazretleri daha erken olduğunu söyledi ve ileri bir zamana tehir ettiler. Sizinle tanışmak istedim. Bizlere duacı olun, dedi. Türbede hizmet eden bu zât manevi hali açık biriydi. (Allah rahmet eylesin.)

1980 yılı Eylül ayının onikinci günü ihtilal oldu. Yine inanmış insanların tutuklandıkları, zulme uğradıkları, örtüye, dine, kutsal kitaba saygısızlığın alıp yürüdüğü günler başlamıştı… Efendi Hazretleri bu durumdan dolayı çok üzülüyordu. Sıkıntısından uyuyamıyor, sabahlara kadar namaz kılıp, Müslümanlar için dua ediyordu.

Yine sıkıntılı bir günün gecesinde bir rüya görür. Rüyasını şöyle nakletmiştir;

“Kırklar divanı toplanmış, mübarek zâtlar halaka halinde oturmuşlar. Bana da oturmam gereken yeri gösterdiler. Ben de oturdum bir müddet sonra tefekküre daldım. Suyun içindeki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm. Küçük balık, büyük balığın dişlerinin arasındaki artıklarla rızıklanıyor, büyük balık ise küçük balığı yiyerek rızıklanıyordu. Birbirlerine rızk oluyorlardı. O sırada nefis kendime getirdi. Divan-ı Salihin’deki zâtlara; 

─Efendiler rızkı Allah’ın verdiğine iman ettik. O’na tam bir inanç ile bağlandık. İyi mümin olmak için tüm eziyetlere katlanıyoruz. Ancak kendini bilmez insanların aşağılamasına, hakaretlerine maruz kalıyoruz. Dayak yiyor, hapislere atılıyoruz. Hanımlarımız sokağa rahat çıkamaz oldu. Tüm Müslümanlar kabuğuna çekilmiş, eziyetleri görmezden geliyoruz. Bütün dünyadaki Müslümanlar eza ve cefa görüyor, biz duruyoruz. Ne zaman kendimize geleceğiz, kurtuluş ne zaman? dedim.

Şeyhim Hacı Mustafa Efendi bana baktı sukut etmemi söyledi. Yan tarafımdan birisi işaret ederek:

─ Sol tarafındaki zamanın Kutb-ul Aktab’ı. Ona bir tokat vur kendine gelsin, dedi.

Sol tarafıma döndüm O mübareğin yüzünde ki nuru görünce o kadar etkilendim ki, o kadar sevindim ki kabaran ruhum birden sakinleşti, tekrar tefekküre daldım.

Bu sefer karadaki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm. Öyle ki toprağın altındaki, kayaların içindeki kurtların dahi yeşil yaprak yediğini gördüm.

─Aman ya Rabbi, Metin olan Allah, her yerde, her yarattığı mahlûkatın rızkını veriyor. Allah’ım sen her şeye kadirsin. Bizleri bu zulümlerden kurtar. Bu Müslümanlara bir çare yok mu? diye bağırdım. 

Sağımdan birisi:

─Solundaki zamanın Kutb-ul Aktabı’dır. Ona bir tokat vur kendine gelsin, dedi. Soluma baktım onun nuru ve güzelliği beni yine etkiledi. Yine tefekküre daldım.

Bu sefer havadaki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm, yine kendime geldim. Müslümanların kurtuluşu ne zaman olacak, diye feryat ettim. Yine yanımdaki:

─Solundaki zamanın Kutb-ul Aktabı’dır. Ona bir tokat vur, dedi. O sırada uyanmışım. 

O günün sabahı, namazdan sonra cemaat ile zikir yaptık. Arkadaşlara hitaben:

─Çorum’a gitmek isteyen var mı? Diye sordum. 

Arkadaşlar:

─Hafta sonu değil nereden çıktı, Çorum’a ziyaret…

─Ben bugün gideceğim, gelmek isteyen varsa gelsin, dedim. 

Arkadaşlardan katılanlar oldu. Bir minibüs ile Çorum’a gittik.. Hacı Mustafa Efendi Nevşehir’den gelenleri misafir etti. Herkes soracaklarını sordular. Daha sonra:

─Efendim sizinle yalnız görüşmek istiyorum, dedim.

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’ne gördüğüm rüyayı anlattım. Efendim Hazretleri:

─Maşallah, Sübhanallah. Evladım kırklar divanına girmişsin. Sen hayret makamını da görmüşsün. İbrahim Hakkı Hazretleri de Yüce Yaradan’ın kudretini görüp böyle hayret etmişti de hayret makamında şu dizeleri söylemişti:

Hak şerleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Arif anı seyr eyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

 

Bir işi murad etme

Olduysa inad etme

Hak’tandır o, reddetme

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

 

Deme şu niçin şöyle

Yerincedir ol öyle

Bak sonunu sabreyle

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

 

Gel hayrete dal bir yol

Kendin unut onu bul

Hal ile dahi olma

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri bu dizelerden sonra şöyle buyurdu:

“Kırklar divanındaki evliyalara gelince, evliyadan tasarruf alındı. Mehdi Ala-Resul çıkana ve İsa (as) inene kadar bir şey yapamayız. Her kudret ve kuvvet Rabbimin elinde. Biz nasıl isek, bize öyle idareciler veriyor. Yaşadığımız gibi muamele görüyoruz… Televizyona bakıyorsun. Televizyondaki hadiseleri seyrederken müdahale edebiliyor musun? Dünyayı da öyle seyredeceksin. Elimizden bir şey gelmez evladım” dedi.

Üstadımız bir ara Kuddüsi Babanın “yüze güler dost, içinden düşman” isimli beyit’ini okuyup şöyle devam etti:

─Evladım, yüzünden gülen dost ama içinden düşman olanlar da var. Senin sağ tarafına gül yağı dökseler methi sena etseler, sol tarafına da ateş dökseler ikisini eşit mesafede göreceksin. İhsan üzere olacaksın. “Ya Rabbi senden gelen her şeye razıyım” dersen; işte o zaman kemale erersin. Eğer methi sena edeni sever, diğerine kızarsan kemale ermek mümkün değil, buyurdular. Ardından da:

─Ancak gece ve gündüz çalışmamız lazım. Köy köy, kasaba kasaba, kaza kaza dolaşıp, Allah’ı unutan bu millete, Allah’ı sevdirmeyi ona kul olmayı öğretmeliyiz, dedi.

1982 yılında üstadımın işareti ile itikâfa girdim. Yandım, piştim, kül oldum. Mana âleminde; beni kıyma makinesine attılar ve orada kıyma haline getirdiler. Daha sonra, o kıyma haline gelen etin üzerinden silindiri geçirdiler. Kâğıt gibi dümdüz oldu. Daha sonra, onu bir fırına koydular, yaktılar, pişirdiler kül haline getirdiler. Daha sonra fırından çıkardılar, o külü bir kâse içerisine koydular ve Allah-u Teâlâ Hazretlerinin huzuruna götürdüler. Orada, “Ya Rabbi, bu senin için yandı, kül oldu” dediler ve o küllerimi on sekiz bin âleme savurdular.

Bu hadiseler yaşanırken, bizzat ben de müşahede ediyordum. Bir baktım ki, on sekiz bin âlemde ben vardım. Her tarafta kendimi gördüm. Güneş ben olmuştum, Ay ben… Yıldızlar ben olmuştum, gezegenler ben… Tüm âlem ben olmuştum. Nefsin yedi makamını aşarak, üstadım bana Seyri suluk’umu tamamlattı. “Elhamdülillah”

Yaşadıkları dönemde, insin ve cinnin en hayırlısı ve en şereflisi olan Mürşidi Kamil zâtlar, Hakk’a arz olunduktan sonra yer ehli, gök ehli, bütün âlemler bu zâtları tanırlar. Onlar için; 

“Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

“Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail’e (as) Ben onu seviyorum. Sende sev der. Cebrail’de o kulu sever. Gök halkı arasında: Allah (cc) filan kulu seviyor sizde seviniz, diye haber verir. Onlarda onu severler. Sonra da yeryüzünde müminlerin kalbine onun sevgisi yerleştirilir.”(R.Salihin) 

Allah-’u Teâlâ Hazretleri onlar hürmetine yağmur verir, onların hürmetine zor işler kolay olur. Onların duaları ret olunmaz. Çünkü onlar halkın içinde Hak ile bir olmuşlar, Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin zâtında değil, sıfatlarında fani olmuşlardır. O zâtlar için hiçbir zorluk yoktur. Onlar, yeryüzündeki seçilmişlerin seçilmişidir. Onlar, Allah-u Teâlâ Hazretleri tarafından hem bu dünya da, hem ahiret de müjdelenmişlerdir.

Yüce Rabbimiz buyuruyor ki;

“Bilesiniz ki Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar (evliyaullah) iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahrette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu ( Allah’ın velisi olmak) büyük kurtuluşun kendisidir.” (Yunus /62)

Peygamber Efendimiz (sav) Hazretlerinin en yakınında olan Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretleri de Rasûlullah(sav) Efendimizin nazarı ile nefsin yedi makamını geçmiş ve fenafillâh makamına geldiğinde;

“Ya Rabbi, benim bedenimi öyle büyüt ki, La ilahe İllallah Muhammedur Rasulullah diyen hiçbir Müslüman cehenneme girmesin”demiştir.

Yine Cihar-ı Yari güzinden, Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri’nin damadı ve Allah’ın arslanı Hz. Ali (kv) Efendimiz de, Rasûlullah (sav) Hazretlerinin manevi terbiyesi altında nefsin yedi mertebesini aşıp fenafillah makamına geldiğinde;

“Görmediğim Allah’a iman etmem”, demiştir.

Pirimiz Mevlana Celaleddin-i Rum-i (ks) Aziz Hazretleri, üstadının himmeti ile nefisin yedi makamını geçmiş, fenafillâh makamına geldiğinde;

“Hamdım, piştim, yandım”, demiştir.

Buradan da anlaşılacağı gibi Mürşid-i Kamil zâtlar, Allah (cc) için yanıp kül olmuşlar. O’nun sıfatlarında yok olmuşlardır.

Yine bir örnek verecek olur isek, Yunus Emre Hazretleri beytinde

“Taptuğun tapusunda,

Kul olduk kapısında,

Miskin Yunus çiğ idi,

Piştik Elhamdülillah”,

diyerek üstadı Taptuk Emre Hazretleri’nin himmeti ile nefsin yedi makamını aşmış, fenafillâh makamına geldiğinde;

“Yunus Emre’m, kâmil oldu imanın,

Hazreti Hakka vasıl oldu canın,

La mekân şehridir, senin mekânın,

Fenafillâh olduk, Elhamdülillah” demiştir.

Bu zâtların makamı, La mekan, La zamandır. Onlar, mekânın ve zamanın sahibi olan Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin iradesine girmiş, O’nda yok olmuşlardır.

Siirt’in Tillo ilçesinde bulunan, İsmail Fakirullah Tillovi (ks) Aziz Hazretlerinin manevi feyiz ve himmeti ile Hakk’a vasıl olan ve arkasında bizlere Marifetname gibi bir şaheser bırakan, İbrahim Hakkı Hazretleri de bu keyfiyete vardıktan sonra, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin izni ile onsekiz bin âlemi müşahede etmiş ve şu ifadeleri kullanmıştır;

“Ben uzayın yollarını, Tillo Sokaklarından daha iyi bilirim” Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin seçilmiş bu kulları için fenafillâh makamına geldikten sonra uzaklık ve yakınlık söz konusu değildir.

Zira Allah-u Teâlâ Hazretleri, böylesi zâtlar için Hadis-i Kutside;

“Ben bir kulumu seversem onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı, söyleyen lisanı ben olurum” buyurmuştur (Buhari). 

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri de, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin zâtında değil sıfatlarında yok olmuş ve Allah (cc)’ın Kur’an-ı Kerim de müjdelediği zümreye dâhil olmuştur.

İtikâftan çıktıktan sonra, Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin yanına Nevşehirlilerle gittiğimizde, orada bulunan cemaata;

“Oğlum Abdullah ile bu fakirin şekline şeytan giremez, rüyada kendisini görürseniz sahihtir” dedi.

Yine 1982 yılında, rüyamda;

“Büyük bir cami, caminin üzerinde mahvel çıkıyor. Cuma namazı yahut ta bayram namazı gibi iki rekât cehri namaz kılınacakmış. O sırada:

─Mahmut oğlu Abdullah Gürbüz, seni Âdem (as) çağırıyor, dediler.

Hemen koşa koşa merdivenden yukarı çıktım. Baktım ki, bütün peygamberler sıralanmışlar. Âdem (as)’ın sağında Rasûlullah Efendimiz, solunda İbrahim (as), diğerleri de soluna doğru sırayla duruyorlardı.

Âdem (as) Efendimiz:

─Evladım Abdullah, aşağı in mihraba geç. Ümmet-i Muhammedi irşat et, dedi. 

─Benim ilmim yok, hafızlığım yok. Bu kadar insan içerisinde, nasıl vaaz nasihat edeyim, dedim. Âdem (as) , bir Rasûlullah (sav) Efendimize baktı, tebessüm etti. Bir de İbrahim (as)’a baktı. Sonra diğer nebilere baktı. En sonunda, tek duran Şeyh Efendimize baktı. O da beyazlara bürünmüş, sıraya girmek üzereymiş gibi bir hali vardı. “Ahirete irtihali yakın” diye içimden geçirdim.

─Eyvah, Şeyh Efendinin de vakti yakınlaşmış, dedim.

Âdem (as) üç defa aşağıya inmemi söyledi. Ben de itiraz ettim. 

Sonra Şeyh Efendi:

─Aşağı in, dedi.

Üzerimde aniden yeşil bir cübbe, başımda da bir ağırlık oldu.Sarık mı yoksa başka bir şey mi, bilmiyorum. Mihraba geçtim. Mihraba geçince bende utanma ve mahcubiyet hâsıl oldu

─Ya Rabbi ben ayet bilmem, hadis bilmem. Bu insanlara nasıl konuşacağım, dedim. Kalbime teveccüh ettim. O sırada kalbime:

“Âdem (as), seni vazifelendirdi. Adem (as)’dan bahset”, diye

İlham geldi ve Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin;

“And olsun ki, biz insanı (Âdem’i) çamurun özünden yarattık, sonra Âdem neslini sağlam bir yerde bir nutfe (azıcık bir su) yaptık. Sonra, o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik de, o kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (can) verdik. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şanı bak ne yücedir!..”.(Mü’minun/12,14), buyurduğunu ve daha sonra Adem (as)’a nefsin yüklenişini, Havva validemizin yaradılışını, Adem (as) ve Havva validemizin cennetin nimetlerinden istifade ederlerken şeytanın onlara;

“Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve son bulmayacak bir mülkü göstereyim mi” dediğini, bunun üzerine ikisinin de bu ağacın meyvesinden yediğini, hemen ayıp yerlerinin açılıverdiğini, üzerilerine cennet yaprağını örtüp kaçmaya başladıklarını, Âdem’in (as) Rabbine karşı gelip, şaşırdığını, sonra yine Yüce Yaratan’ın onu seçip tövbesini kabul ettiğini, ona doğru yolu gösterdiğini anlattım.

Ardından, Allah (cc) şöyle buyurdu;

“Birbirinize düşman olarak, hepiniz oradan inin(cennetten). Artık benden size bir hidayet (Kitap ve peygamber) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa; işte o sapıklığa düşmez ve ahirette bedbaht olmaz.” (Ta-ha /122,123) Ayet-i kerimesi’nden de bahsederek, cennetten kovuluşunu, daha sonra Allah-u Teâlâ Hazretlerinin, insanlara tevhit inancını anlatması için göndermiş olduğu peygamberleri sırası ile İdris (as), Nuh (as), Hûd (as), Salih (as), Lût (as), İbrahim (as) ve diğer peygamberlerin hayatlarını kısa kısa anlatıyordum. Hatırlayamadığım yerlerde, gözümün önüne televizyon ekranı gibi görüntü geliyor. Oraya bakıp anlatmaya devam ediyordum.

Bu şekilde Enbiyaların hayatlarını anlattıktan sonra, Cenab-ı Peygamber (sav) Efendimizin, Cihar-ı yâri Güzin olan dört büyük halifenin ve Sahabelerin hayatlarını anlattım.

En son Hazreti Ali (ra)’ın kardeşinden ve Peygamber Efendimiz (sav) Hazretlerinin zevcesi, Aişe-i Sıddık’a anamızdan, hadis hafızı olan Ebu Hureyre Hazretleri, Cennetle müjdelenen Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve birçok sahabelerin, Muaviye tarafına geçtiğini ve burada bir içtihat olduğunu ve nefis muhasebesi olduğunu anlattım. Allah nefsimize bırakmasın. Rasulullah(sav) Hz.leri;

“Ya Rabbi! Gözümü açıp, yumana kadar beni nefsime bırakma”,buyurdu ve bunu bizlere nefsin ne kadar şedid olduğunu bildirmek için söyledi, dedim. O sırada uyanmışım.

Daha sonra rüyamı Üstadım Hacı Mustafa Efendi’ye anlattım. 

─Maşallah evladım! Zaten Bilal Nadiri Hazretleri sana çok teveccüh etmiş, çok sevmiş. Nakib-i Nukaba makamına kadar getirmiş. Bundan sonra her yere ders verebilirsin. Çavuş, nakib görevlendirebilirsin. Üç tane hilafet yazdım. Piranlar mühürledi ama Rasulullah Efendimiz mühürlemedi. İnşallah ölmeden önce açıklayacağım, bayram yapacağız, dedi.

Ben de kendisine:

─Aman Efendim bir şey istemiyorum! “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah” dedim.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, yaşadığı sürece ömrünü, ümmeti Muhammedin irşat için sarf etmiş ve elinden geldiği kadar insanlara, Hak ve hakikati anlatmıştır.

─Zira Allah’a dost olmuş ve Peygamber (sav) Efendimizin varisi olan Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, bütün yaşantısını, Hz. Peygamber(sav) Hazretleri nasıl yaşadı ise o şekilde geçirmiştir. Peygamber(sav) Efendimizin Hadis-i Şeriflerinde buyurduğu gibi;

“Sizin en hayırlınız kulları Allah’a, Allah’ı da kullarına sevdirendir”, sözü üzere, Üstadımız da bu aşk ve neşe ile yaşı ilerlemesine rağmen seyahatlerine devam ediyordu. Yine seyahatlerinin birinde Nevşehir’e geldi. Akşam sohbet esnasında,

─Nevşehir’de bir güneş doğacak, bütün dünyayı aydınlatacak, herkes bundan istifade edecek, dedi. 

Bu esnada sohbette bulunan bir ihvan, Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine, bir rüya anlattı:

─Efendim, rüyamda; Abdullah Ağabeyim dört yolun ortasında bir sofra kurmuş. “Allah rızası için oturun” diye çağırıyor. Bu davete uyan fazla kimse olmuyor, çoğu bakıp bakıp gidiyordu, dedi.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri;

─Evladım o sofraya nasibi olan gelir, nasibi olmayan gelemez. Bu dergâhta, bu fakirle, Abdullah Efendinin suretine şeytan giremez. O’nu gördüğünüz zaman o rüya sahihtir, dedi.

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, dergâhın ileri gelenlerini çağırdı, onlara;

“Bize tabi olmalarını” söylüyorlardı. İlk olarak Sivaslı Ali Efendiye;

─Hafızım, Arapçam var diye kibirli olma. Dergâhın sahibi Abdullah Efendi’dir. Ümmi olduğu için sesimizi çıkarmıyoruz. Fitne çıkmasın. Benim vefatımdan sonra eğer ona derviş olmazsan, mahşerde yakana yapışırım. Eğer O seni Allah ve Resulüne vasıl edemezse, sen de benim yakama yapış evladım. Onu hiç incitme, bana yaptığın hürmeti ona da yap, buyurdular.

Vefatından üç ay önce yine Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini ziyarete gittik. İstanbul’dan Ali Efendi gelmiş,”üstadımız hasta” diye onu içeriye almamışlar. Beni görünce:

─Sen müsaade ediyor musun? Abdullah Efendi, dediler. Yanlarında Mevlüt Efendi ve Memduh Efendi de vardı. Ben de

─İstanbul’un zakiri Ali Efendi mahrum kalmasın, onu da götürelim, dedim. 

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri ikinci katta yatıyordu. Buram buram terlemişti, alnından öptüm. Tabi çok hüzünlendik. Üstadımıza yolcu alameti vurulmuştu.

O anda üstadımız yanımdaki Ali Efendiye dönerek:

─Oğlum, Abdullah Efendiyi bırakma, Oğlum Abdullah Efendiyi bırakma, Oğlum Abdullah Efendiyi bırakma, dedi. O da üç defa:

─Olur, Efendim dedi. Orada bulunan Memduh Efendi de yaşanan hadiselere orada şahit oldu. Büyük bir üzüntü ile oradan ayrılıp tekrar Nevşehir’e geri döndük.

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, kibar oturuşu, ayın on dördü gibi parlayan yüzünden, sakalından şule şule damlayarak akan nuru ile insanlara ışık tutan, tatlı ve güzel konuşmaları ve şefkatli bakışları ile o hep hatıralarda kaldı. Yaşantısı gayet mütevazı, eski bir evde geçti. Bir kızı ile bir de oğlu vardı. Oğlu, genç yaşta vefat etmişti. Zaman zaman oğlunun vefat hadisesinden bahsederek;

─Oğlum çok edepli idi. Kimsenin gözünün içine bakmazdı, dinine düşkün bir delikanlı idi. Evlilik çağına gelince evlendirdim. Zifaf gecesine girdiği akşam, karnına ağrı girdiğini söyledi. Hemen hastaneye kaldırdık. O akşam hastanede ruhunu teslim etti. “İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun” diyerek Rabbimize teslim olduk, derdi.

1984 yılında Hacı Mustafa Efendi Hazretleri hastalandı. Bağırsak kanseri olduğu için çok ızdırap çekiyordu, sürekli uyuşturucu hap veriyorlardı. Yanına gittiğim zaman; Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri kendine gelip de, konuşmasın diye, daha fazla uyuşturucu veriyorlardı. Bunun sebebi Şeyhliğin Çorum’a kalması, başka yere gitmemesi idi. Oysaki Şeyhlik makamının, manen verildiğini idrak edemiyor, nefislerine tabi oluyorlardı.

Nevşehir’den de Çorum’a gidip;

─ Efendim siz vefat ettikten sonra ne yapacağız diyenlere:

─Evladımız Abdullah Efendi seyri sulûk’unu tamamlamış kamil bir şeyhtir. O’nu bırakmayın o’nu incitmeyin, dedi. Allah razı olsun, onlar da bırakmadılar. Çünkü bizle rde Allah ve Resulünün yolunu tavsiye ediyorduk.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri’nin yaşı ilerlemişti. Mübarek bize şöyle bir hadise anlattı:

─Bir gün Çorum’da, dervişlerle sohbet ediyorduk. Bir ara içeriye Yusuf (as)’ın girdiğini gördüm. Oysa gelen Azrail (as) idi. Mübarek, Yusuf (as) güzelliğinde bize göründü. Bir anda onu görünce şaşırdım, heyecanlandım. Kendi kendimi şöyle bir çimdikledim. Baktım ki canım acıdı.

─Efendim, emaneti mi, almaya geldiniz, diye sordum. Azrail (as) da bana;

─Hayır, Mustafa Efendi, haber vermeye geldim. Daha vaktin var. Muharrem ayında geleceğim, dedi. 

─Fakat hangi gün geleceğini söylemedi. 

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri Muharrem ayında, 29 Eylül 1984 tarihinde, kendi fakirhanesinde, Abdullah Baba (ks). Hz.leri ile birlikte Nevşehir’den gelen bir grup ihvanın oluşturduğu zikir halkasında, İsm-i Celal zikri esnasında çok sevdiği Rabbine kavuşmuştur. Zaten Rabbinden iki arzusu olduğu; bunun da vefatının ya namaz esnasında, ya da halkayı zikir anında ruhunu teslim etmek olduğunu belirtmişti.

Allah’ın inayeti ile arzusu zikir anında gerçekleşti. Hayatı boyunca anlaşılamayan zât-ı şerif, vefatı esnasında kalabalık bir topluluğun omzunda, ebedi âleme uğurlandı. Çorum’da Yayan Dede ismiyle bilinen, Sahabeden bir zâtın ayakucuna defnedilmiştir. ilel Cennet-i Ebe da…

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri şöyle anlatır:

1984 yılında, cennet mekân Baba vefat etti. Bizi de bir sefer Muharrem ayı itikâfına soktu. Bu itikâfta Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine nazlanarak; “Ya Rabbi, üstadımıza manevi görev verildikten sonra, muharrem ayında itikâfa girdik. Ne olur, şu üstadımızın cennetteki makamında bir görüşsek de, kendisine iki soru sorsam”, dedim. Tabi bu da insanın iradesi dışında olan bir şey, sonradan “keşke üç, beş soru daha sorsaydı.”diye düşündüm.

Cenab-ı Zülcelal Hazretlerine hamd-ü senalar olsun, yedinci kat cennette, yedi katı olan bir saray, oraya bir baktım ki; Hacı Mustafa Anaç (ks), Kadiri, Rufai, Bedevi, Dussuki, Şazeli sarayı yazıyor. Beyaz sedeften düğmeli camlı, çok büyük bir cennet.

Birinci katına baktık. İnsanlar çok güzel binalar yaptırmışlar, oturuyorlar. Fakat orası dolu. İkinci kata geldik, orası da dolu. Katlar şimdiki binalar gibi üst üste değil, meyilli, her kat birbirini görüyor. Üçüncü kata geldik, orası da dolu. Dördüncü kat biraz seyrekti. Hani köylerde evler, seyrek seyrek olur ya; onun gibi, fakat çok güzel bir cennet. Beşinci kata geldiğimizde ise hiç kimse yoktu. Öyle üzüldüm, öyle üzüldüm ki, vücudum bir hoş oldu, çok hüzünlendim ve keşke gelmeseydim, keşke görmeseydim, dedim.

Altıncı katta da kimse yoktu. Bana; “Çık bakalım” dediler ve yedinci kata çıktık. Bir baktım ki; Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Anaç (ks) Hazretleri orada. Başında beyaz takke, beyaz sarık, üzerinde kemik renginde bir cübbe, pırıl pırıl parlıyor. Üstadımız orada namaz kılarak, her cihete secde ediyor. Öyle ki, her yöne dönerek hem namaz kılıyor, hem de her yöne selam veriyor. Üstadımın yanına gelerek;

─Efendim namazı bırakıp selam verin de, size soracaklarım var. Zaten çok üzgünüm, dedim. Selam verdi ve:

─Söyle evladım Abdullah Efendi, dedi;

─Baba, dedim. Neden burada her tarafa selam verdiniz? dedim.

Üstadım;

─Evladım, burası arşı alanın altıdır. Burada yön ve cihet yoktur, dedi.

─Yedinci kat cennette yedi katlı büyük bir sarayınız var, çok büyük. Nasıl ki, İstanbul’u gezmekle bitiremiyorsun, aynı bunun gibi… Birinci katı, ikinci katı ve üçüncü katı dolu. Dördüncü kat biraz seyrek. Beşinci, altıncı ve yedinci katlarda kimseler yok. Bunun hikmeti nedir? diye ikinci sorumu sordum.

Üstadımız şöyle buyurdu;

─Ah evladım Abdullah Efendi! İhvanları dünya bırakmıyor, nefisleri bırakmıyor, heva ve hevesleri, kusurları bırakmıyor. Birbirlerinde hata arıyorlar, kusur arıyorlar. Onun için de, dördüncü kata zor geliyorlar. Ümmeti Muhammed arasındaki felaketlere neden oluyor. Nefislerine tabi oldukları için onları her gün uyarıyoruz. Yalan söylemeyin, yemin etmeyin, gıybet yapmayın, ailenizi dövmeyin, sövmeyin. Arkadaşlarınızla iyi geçinin, onları incitmeyin. Haramlardan sakının. Allah’ı çok zikredin, diye biz bunları tebliğ ediyoruz. Anlatması bizden, tatbik etmesi sizdendir.

Söze gelince ;“Biz Baba’ya tabiiyiz” diyorlar. Ondan sonra nefislerine tabi oluyorlar. “Efendim bana niye selam vermedi? Beni neden evine davet etmedi ki? Beni evine niye çağırmadı ki? Diye derviş; şeyhten kendisine hizmet etmesini, hürmet etmesini bekliyor.

Oysa ki şeyhin dervişe ihtiyacı yoktur. Dervişin şeyhe ihtiyacı vardır. Derviş, üstadının ayağına gelmesini istiyor. “Hele bir gitme bakalım” İki gün sonra ; “hadi canım, kâmil biri olsaydı, benim evime gelirdi, evimde yatardı”, diyor. Şeyhini, kendi himayesi altına almaya çalışıyor. Hâlbuki derviş; “Ey nefis, biz üstadımızı Allah için seviyoruz, Rasûlullah için seviyoruz. Bizim nefsi istek ve ihtiyaçlarımız için değil, ruhumuzu kötülüklerden nasıl arındırabiliriz, diye tabi olduk. Onun için seviyoruz, biz nefsimizle cihat edeceğiz”, demelidir.

Evladım, Abdullah Efendi! Ben yaşlandım, dolaşamadym. Ama sen dolaş. Kasaba kasaba, köy köy, ayaklarına gidip Hakkı anlat. Hizmet et. Dervişlerin ayağına gitmezsen, nefislerine uyarlar, dedi.

İşte, biz de “el fakru, fahri”, sizlerle beraber, sizlere hizmet etmek, Allah ve Resulünü sevdirmek için ayağınıza geliyoruz. En büyük cihat, nefis ile yapılan cihattır.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri şöyle buyurdular;

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Peygamber (sav) Hz.lerini bütün insanlara ve cinnilere gönderdiği için, Rasulullah Aleyhisselatü vesselam Efendimiz gayet mahzun olup Cenab-ı Zülcelâl Hz.lerine dua da bulunur:

“İlahi Ya Rabbi! Bugüne kadar iki yüz yirmi dört bin Peygamberini, kullarını irşad için gönderdin. Ben ise hem bütün insanlara ve cinnilere gönderildim. Benim ümmetimin hem ömrü kısa, hem de günahkâr. Onların hali nice olur! Sen bilirsin Ya Rabbi! Gafurur rahiymsin, Ya Rabbi!” diyerek niyazda bulununca; 

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri:

“Ey Habibim! Senin ümmetinin âlimleri, takva olanları, Beni İsrail Peygamberleri muadilidir”,buyurmuştur.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) memnun olmuş, ashabını ve ondan sonra gelecek olan ümmetini müjdelemiştir. İşte bu zâtlar Peygamber (sav) Hazretlerinin varisi makamına erişen (İndi İlahiyye’de Kıymetli) Allah-ü Teâlâ ve Tekaddes Hz.lerinin seçilmiş kullarıdır.

Peygamber Varisi olan Mürşid-i Kamiller kıyamete kadar Ümmet-i Muhammedi irşad edecektir.

Peygamber (sav) Efendimiz hadis-i şeriflerinde:

“İrşada gücü yeten bir akıldan irşad talep ediniz ve ona isyan etmeyiniz” buyurmuştur.

Cenab-ı Zülcelâl Hz.leri, Kur’an-ı Kerim’de bu zâtlara işareten:

“Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman onların içinden, buyuruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.” (Secde / 24)

Adem (as)’dan beri devamlı olan ve kıyamete kadar da devam edecek olacak olan, Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin Lütfu İlahisiyle ümmeti irşada vazifeli nadir şahsiyetlerin günümüz halkası Abdullah Baba (ks) Hazretleri bu nurlu yolun yolcusu, Resulü Kibriya denizinin bir incisi İki Cihan Serveri’nin hakikat bahçesinin bir gülüdür.

Doğuşundan beri bir Ulul-Aziym evliyadır. Daha çocuk yaşta iken, pek çok harikuladelikler zuhura gelmiş, Allah-ü Teâlâ ve Tekaddes Hz.leri tarafından ilahi muhafaza altında yetişmiştir. 

Bir kâmil-i mürşide manen görev verilmesi şu şekilde açıklanmıştır.

Hazreti Seyyidil Enbiya Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz’in izin ve icazetleri ile bütün ümmeti Muhammed’in terbiyesi hususu, kendisine Allah-u Teala’nın ihsanı olur. Bu göreve memurlardır.

Böyle bir zât-ı şerife, bu görev ihsan olunacağı zaman, Cenab-ı Zülcelal ve Tekaddes Hz.leri tarafından Hızır Aleyhissselama işaretle:

“Falan oğlu filan kuluma, ihsan eyledim. Var müjde eyle” emri ile Hz. Seyyid-il Enbiya’ya gelir:

─Ya Resulallah! Ümmetinden filan oğlu filana, Allah-u Teâlâ hilafeti ihsan buyurdu. Ne emriniz olur? der.

Fahr-i Âlem (sav) Efendimiz Hz.leri, Hızır (as)’a yeşil bir hilat vererek;

─Var, bu hil’atı o zâta giydir ve kendisini alıp buraya getir, diye emir buyurur.

Hızır (as), hil’atı alarak o zâta götürür ve:

─Rasulullah (sav) Efendimiz size selam etti. Bu hil’atı gönderdi. Tarafı İlahiden size hilafet ihsan olunduğunun müjdesi ile geldim. Buyurun sizi bekliyorlar, der.

O zât-ı şerif; “Baş üstüne” diyerek, hiç beklemeden Rasulullah’ın huzuruna varır ve görür ki; bir yüce divan kurulmuştur. Kalem yazmaya, dil anlatmaya kaadir olamaz Hz. Peygamber Aleyhi Vesellem Efendimiz, türlü mücevherler ve kıymetli taşlarla bezenmiş bir yüce kürsü üzerinde oturmaktadırlar. Sağlarında ve sollarında bütün Enbiya-i-İzam ve Resulü Kiram aleyhimüsselatü vesselam, Cihar-ı Yâri Güzin ve bütün ashabı kiram rıdvanullahi aleyhim ecmain Efendilerimizle, bütün pirler, kutuplar ve Ehlullah (ks) Hz.leri, her biri mertebelerine göre gayet süslü birer kürsü üzerinde oturmaktadırlar.

O anda; Hazreti Fahri Kâinat Efendimiz, huzuru saâdetlerine getirilen zât-ı şerif’i bizzat karşılarına alıp teveccüh buyururlar. Bu teveccühlerinde, bütün fiillerini, sözlerini ve amellerini, yani siret-i seniyyelerinin tamamını ihsan buyururlar ve kendi hallerini bütün bütün giydirirler.

Daha sonra, o zâta mücevherle süslü yeşil bir Hilat-ı şerif giydirerek, mübarek başlarına yine mücevherli bir Tac-ı şerif koyarlar ve üzerine bir de mücevherli sorguç takıp, buyururlar ki;

“Cenab-ı Kadir-i Kayyum Tarafı İlahiyyesinden sana Mürşid-i Kamillik ihsan buyurdular. Bizim dahi halifemizsin. Bütün ümmetimin terbiyesi, uhdene verilmiş ve havale edilmiştir.”

Daha sonra eline, terbiye aletlerinden bir cendere, bir kamçı, ayaktan ve boyundan bağlamak için birer kement ihsan buyurur. (Bunlar birer tabirdirler. Bunlar, dünya aletleri ile kıyaslamamalıdır. Bu aletlerle terbiye edilmeleri gerekenler, batıda olsalar, doğudan yetişip aynı anda icra buyurabilirler.)

O zâtı şerif için büyük mecliste hazırlanmış bulunan makamı Mürşid-i Kamil olan irşat postudur ki, ona oturması emrolunur ve Eşrefi Mahlûkat (sav) Efendimiz Hz.leri el kaldırarak bir yüce dua ederler;

“Bismillahirrahmanirrahim

Allahümme yâ mâlik-er-rıkab. Yâ müfettih-el-ebvâb.. Ve yâ müsebib-el-esbâb heyyi lenâ sebeben lâ nestatıy’u lehu taleben.. Allahümmec’alnâ meşguliyne bi-emrike âminiyne bi-ahdike âyisiyne min halkıke ânisiyne bike müstevhışıyne an hayrike radıyne bi-kada’ike sâbiriyne alâ belâ’ike şâkiriyne le-ni’mâ’ike mütelezziziyne bi-zikrike ferihiyne bi-kitabike münâciyne bike fi ânâ’il-leyli ve etraf-in-nehâr mübgızıyne lid-dünya muhibbiynelil-âhireti müşyakıyne ilâ lika’ike müteveccihiyne ilâ cenâbike müsta’ıddıyne lil-mevti..  Rabbenâ âtina mâ ve adtenâ alâ rüsûlike ve lâ tuhzinâ yevm-el-kıyameti inneke lâ tuhlif-ül-mi’âd..

Allahümmec’al tevfike refikenâ ves-sırat-el müstakime tarikenâ.. Allahümme evsılnâ ilâ makasidinâ ve tüb aleynâ inneke ent-et-tevvâb-ür-rahiym.. Allahümme bike asbahnâ ve bike emseynâ ve bike nahyâ vi bike nemûtü ve ileyk-el-masiyr.. Allahümme erinel-hakka hakkan verzuknâ ettiba’ahu ve erinel-bâtıla bâtılen verzuknâ ectinâ-behu teveffenâ müzlimiyne velhıknâ bis-salihiyn.. Vedfâ’annâ şerrez-zâlimiyne ve eşriknâ fi dua-il-mü’miniyn.. Ve kınâ Rabbenâ şerre mâ kadayte.. Allahümmagfir li-ümmeti Muhammed.. Allahümmansur ümmete Muhammed.. Allahümmerham ümmete Muhammed.. Allahüm-mahfaz ümmete Muhammed.. Allahümme ferric an ümmeti Muhammed.. Allahümme tecavez an ümmeti Muhammed.. Allahümme yâ Habib-et-tevvâbiyne tüb aleynâ ve yâ emân –el-ha’ifiyne âminnâ va yâ delil-el-mütehayyiriyne düllenâ ve yâ hâdiyeel-mudıllıynehdinâ ve yâ gıyas-el-tâ’recâ’enâ ve yâ râhim-el-asıyn-erhamnâ ve yâ gafir-el-münnibiyne ıgfir lenâ zünübenâ ve kefir annâ seyyi’atinâ ve teveffenâ mâ-al-ebrâr.. Allahümme nevir kulûbenâ.. Allahümmeşrah sudurenâ.. Allahüme yessir umurenâ.. Allahümmestür uyubenâ.. Yâ hafiy-yel-eltâf neccinâ mimmâ nehaf.. Allahhemgfir lenâ ve valideynâ ve li-üstâzinâ ve li-meşâyihinâ ve li-ihvanina ve li-ashabinâ ve li- ahbabinâ ve li-aşâ’irinâ ve li-kabâ’ilinâ ve limen lehu hakka aleynâ ve limen vessanâ bid-dua’il-hayri ve li-cemi-il mü’miniyne vel-mü’minât vel-müslimiyne vel-müslimât el-ahyâ’ü minhüm vel emvât.. Allahümmahvezna yâ feyyazü min cemi-il belâ’i vel-emrâz kâffeten bi-rahmetike yâ ehram-er-râhimiyn…

Efendimiz (sav) Hz.lerinin bu yapmış oldukları duaya orada bulunanlar (Âmin)diyerek ellerini yüzlerine sürüp (Fatiha) buyururlar.

Duadan sonra O zât-ı şerifin hilafet müddetince irşat edeceği zevattan, zamanında ne kadarı geçecekse ( Ehlullah, inabe alacak dervişleri) bu yüce mecliste Rasulullah’ın huzuruna çağırılarak emir ve icazetleri ile o zâtın ellerini öperler ve kendisine biat ederler. Bu iş tamamlandıktan sonra O Zât-ı şerife:

“Var; ümmetimi dilediğin gibi terbiye ederek Hakka ulaştır”, diye izin ve ruhsat verilir.

Bu suretle, Rasulullah’ın icazetiyle hücrelerine gelir ve otururlar, kendilerine ısmarlanan memuriyetlerinin icrası ile meşgul olurlar.

Kendisine ihsan olunan terbiye aletlerinden cendere tabir edilen, o zât-ı şerifin batınında bir alet olup (zahir cenderesi gibi değildir) ; belki, Allah-ü Teâlâ’nın ihsanı olan Mürşid-i Kamilliğin gerektirdiği bir keyfiyettir. Terbiye edilen kimse, doğuda veya batıda olsa, Mürşid-i Kamil nuru ile kendisinden ziyade haline vakıf olur ve o anda o kimsenin batınen el ve ayaklarını bağlayıp bir yere götürür. Yani tespih böceği gibi tortop edip cenderenin içine koyar. Ağzını sıkıca bağlar ve bu hal ile sıkar. Bunu zahirde görmek mümkün değildir. İçerisinin yağı erir. Bazısını kamçı ile bazılarının el ve ayaklarına kement ile bağ vurur gibi, bazıları da yular gibi boyunlarından ve ağızlarından bağlanırlar. Terbiyeleri neyi gerektiriyorsa öyle yaparlar.

O zât-ı şerif, zerreye varıncaya kadar her şeyi görür. Kendisi için örtülü, kapalı bir şey yoktur. Bir müridi batıda, bir müridi de doğuda bulunsa ve kendileri de ortada bir yerde olsalar, müritlerinin ikisine birden Emr-i Hak vaki olup son demlerinde iblis bunlara musallat olsa, hilafet nuru ile bu hali görürler ve bunları iblisin şerrinden kurtarırlar.

O zâta göre kendisinden gizli bir şey yoktur. İster yakın ister uzak ister gece ister gündüz olsun O’nun için birdir. Her kişinin haline vakıftır. Kişinin kendi halini kendisinden daha iyi bilirler. Nereye uzansa yetişir, nereye dilerse yakın veya uzak ayak basarlar. Göz açıp kapayınca kadar, nereye dilerse ve neyi görmek isterse görürler. Onun için gizli ve saklı bir şey olmaz. Her yerde bulur ve bilirler. Herhangi yerde olursa hazır bulunur, kusur ve tecellisine göre terbiye ederler. Dilerse; bir müridini bir bakışta “VASILI İLALLAH” eder. Etmediğinin, mutlaka bir illeti ve hikmeti vardır. Bazıları, tez vakitte “VASILI İLALLAH” olurlar. Bazıları ise, uzun zamanda vuslat bulurlar. Zira o Zât-ı şerif daima, Rasulullah’ın huzurunda bulunur. Bu sebeple, her ne ki diler ve işlerse, Rasulullah’ın izin ve ruhsatı iledir. Kendiliğinden bir şey dilemez ve işlemez.

İşte bu hallerle hallenmiş ve sıfatlanmış olan zât-ı şerif; bulunabildiği takdirde, bütün cisimleri altın haline getiren “KİBRİT-Y AHMER” adı verilen olağan üstü kuvveti haiz cisim nevi’dendir.

Üstadımız Abdullah Gürbüz Baba (ks) Hazretleri kendisine Manevi vazifenin veriliğini şöyle buyurdular:

1985 yılının 20 Şubat’ında rüyamızda; Rasulullah (sav) Efendimiz, Piranlar ve Evliyaullah bir yerde toplanmış, ben de huzurdayım. Abdülkadir Geylani, Ahmed-i Rufai, Ahmed-el Bedevi, İbrahim Dussuki, Hasan Ali Şazeli, Muhammed Nakşibendî, Muhammed Hacı Bektaşi Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hacı Bayram-ı Veli ve bütün piranlar sırada idi.

Abdülkadir Geylani Hz.leri bir beyaz kâğıt uzattı ve üzerinde nurdan yazılar vardı.

─Bu senin irşat icazetindir, dedi. 

Ben cevaben:

─Efendim ben ümmiyim, vazife istemiyorum. Derviş olayım, bana yeter, dedim. 

Abdülkadir Geylani Hz.leri bir daha tekrarladı; ben yine reddettim. Üçüncü olarak yine teklif etti ve bu sırada Mevlana (ks) Hazretleri:

─Evladım! Herkes şeyh olayım, Mürşid-i Kamil olayım diye ağlayıp sızlanırken; sana teklif edildiği halde, sen neden reddediyorsun, diye ekledi. Buna mukabil ben de:

─Bu çok mesuliyetli aynı zamanda veballi bir vazifedir. Ben ümmiyim. Üstelik piranlardan vazife alanların, şeytanın yıktığını, helak olduklarını çok gördük. Eğer bana Rasulullah (sav) Efendimiz bizzat vazife verirse, ledün ilmi de verirse bu vazifeyi kabul ederim, dedim.

Rasulullah (sav) Efendimiz, söylediklerimi duyunca memnun oldu ve tebessüm etti. O zaman; istediğin 5 Nisan’da verilecek denildi ve böylece uyandım.

5 Nisan mübarek Cuma gecesi geldi çattı. O gece rüyamda;

Çorum Ulu Cami’de divan toplanmış. Bütün Peygamberler (as) bir yerde, piranlar bir yerde, mezhep imamları bir yerde. Herkes intizamla yerlerini almış ve bekliyorlardı. O sırada Bilal Habeşi Hazretleri’nin sesi gibi gayet latif bir ses:

─Mahmut oğlu Abdullah Gürbüz! Seni, Rahmetel-lil Âlemin çağırıyor, dediler.

Hemen koştum. Rasulullah (sav) Efendimizin kürsüsünün önüne geldim. Rasulullah (sav) Efendimiz, mübarek parmağındaki mührü önünde duran, nurdan kehribar sarısı bir kâğıda bastı. Sonra bir başka ufak sarı mührü de o icazete basarak;

─ Bunu mu istiyordun, oğlum? dedi.

Allah’ın Resulü, bana ; “oğlum” dedi diye düşündüm ve bu esnada bende acayip haller oldu. Cesedim yerinde fakat ruhum kâinatta zerre zerre kayboldu. Rasulullah (sav) Efendimiz, tekrar:

─Bunu mu istiyordun, oğlum? deyince, ruhum toparlandı ve tekrar cesedimin içine girdi.

─Oğlum Abdullah! Ledün ilmi istiyorsun. Fakat ledün ilmi bir anda verilmez. Allah (cc) tedrici tedrici, lazım oldukça kalbe ilham eder. Seni filan mebusun karşısında konuşturan kimdi? Filan başvekile cevap verdiren kimdi? Filan âlime cevap verdiren kimdi? Kalpler ancak Allah’ın elindedir, sen ancak tebliğ edicisin! Ümmetimi irşad et, evladım! diye buyurdular.

O sırada Piran Efendilerimiz de gelip kâğıda mühürlerini vurdular ve beni tebrik ettiler. Sonra benim önüme büyükçe bir ayna getirildi. Aynanın sağında sıra sıra erkekler ve sol tarafında sıra sıra nisalar (hanımlar)ABDULLAH BABA, ABDULLAH BABA diye ismimi zikrederek geçiyorlardı. Hatta annesinin karnındaki cenin dahi böyle diyordu. Bunların kimi şiirler okuyor, kimi ağlayıp sızlanıyordu.Peygamber (sav)’e sordum:

─Ya Rasulullah, bu insanlar kimdir?

─Bu insanlar, sana tabi olacak dervişlerindir, buyurdu

─Ya Rasulullah! Bu insanlara nasıl yetişeyim ve nerede bulayım, diye tekrar sordum.

─Bazıları, senin ayağına gelecek, bazen de sen onların ayağına gideceksin. Hakkı ve sabrı tavsiye et. Kalpler Allah’ın elindedir, buyurdu ve künyemi; “Hadim-ül Fukara” koydu.

─Seni sevenler meczup olacaklar, buyurdu.

Ben hemen;

─Aman! Ben meczub istemem, Ya Rasulullah! dedim.

─Senin dervişlerin akıllı meczub olacak, diye cevap verdi.

Böylece rüyadan uyandım. Terden sırılsıklam olmuştum ve bütün vücudum Allah’ı zikrediyordu.

Cuma sabahı, vakit geçirmeden Şems ve Mevlana Hazretlerini ziyaret etmek için Konya’ya gittim. Cuma namazını, Şems Camiinde kıldım. Namazı kıldıran imam Efendi; Kısa sakallı, ufak boylu, buğday benizli bir şahıstı. Benimle musafaha edip:

─Efendim, sizi tebrik ederim! Dün gece verilen manevi göreviniz hayırlı olsun, buyurun sizi misafir edeyim, dedi.

Nevşehir’e dönmem gerektiğini söyleyip oradan ayrıldım.O gün, Sivas’ın zakiri Hafız Ali Efendi de Konya’daymış. Akşama Nevşehir’e geldi, kendisini misafir ettik.

Cumartesi akşamı bütün arkadaşlar dergâhta toplandı. Ben de onlara hitaben:

─ Arkadaşlar! Dün bize manevi vazife verildi. Rüyasında görenlerin üstadıyım, görmeyenlerin hiçbir şeyi değilim! dedim.

Hafız Ali Efendi, Efendi Hazretlerinden müsaade ister ve şöyle söyler:

“Üstadım Çorumlu Hacı Mustafa Efendi daha hayattayken:

─Evladım, benden sonra gidip Abdullah Efendi’ye bağlanacaksın. Hafızlığına güvenip, mağrurlanma. Abdullah Efendi başlı başına bir üstaddır. Eğer seni Allah’a vuslat edemezse, o zaman benim yakama yapış..! diyerek, bana işarette bulunmuştu. Fakat nefsim bunu kabullenemediğinden, bu güne kadar gelemedim.

Dün Konya’ya Mevlana Hazretleri’ni ziyarete gitmiştim. 

Mevlana Hazretleri bana:

─Niçin, Çorumlu Hacı Mustafa Efendinin, vasiyetini yerine getirmiyorsun? Hemen Nevşehir’e gideceksin, Abdullah Baba’ya ilk bağlanan sen olacaksın ve gerçekleri açıklayacaksın, diye sitem etti.

Mevlana Hz.lerinin bu ikazından sonra doğruca Nevşehir’e gelerek;

─Ne olur Efendim! Beni dervişliğe kabul edin, dedim”

Böylece Hafız Ali Efendi ilk ders alan kişi olur.

Âşıkların sultanı, Asrımızın Mevlana’sı, Hadim-ül Fukara Abdullah Baba (ks) Hz.leri bu ilahi vazifeyi aldıktan sonra geçen on dokuz yıllık ömrü mübarekelerini bu şerefli görevi layıkı ile yerine getirmek için gece gündüz, yaz kış, uzak yakın demeden, Ümmeti Muhammedi irşad için adamıştır. Hayatı boyunca en büyük gayesi Allah ve Resulünü insanlara sevdirmek, hak ve hakikatı tebliğ etmekti. Maruz kaldığı çile ve meşakkatlere göğüs gererek, bu kutlu vazifeyi sürdürdü. Çünkü O’nun yaptığı davet, ilahi bir davet idi. Ve bu davete, o gün için birkaç kişi tâbi olduysa da verdiği mücadele sonucunda bugün, elhamdülillah, gerek yurtiçinde ve gerekse yurtdışında on binlerce müridi olmuştur. O’nun gösterdiği irşat metotlarını uygulayarak, hiç kesilmeden ve artarak devam eden himmeti ve feyz ile bu mübarek yolda hizmet etmeye devam etmektedirler…

Şerefli ömrü, maddi ve manevi sıkıntılar içinde geçen Abdullah Baba Hazretlerini, fisebilillah fedakârca çalışmaları, riyazetler, atılan iftiralar, ümmetin içinde bulunduğu durum ve müridlerinin sıkıntıları iyice yıpratmıştı. Son demlerini daimi bir tefekkürle geçirmekte idi.

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri 25 Şubat 2004 yılında, küçük oğlu Naci Efendi’yi yanına çağırarak;

“Evladım, ben aranızda misafirim. İnşaallah, dosta kavuşmamızın vakti yaklaştı. İhvanlarımız helalleşmek için gelsinler, onlarla helalleşelim”, diye buyururlar. 

Bu haber duyulduktan sonra, pervanelerin ışık etrafında toplandıkları gibi, Efendi Hazretlerinin bütün dervişleri, sevenleri, evine akın etmeye başladılar. Binlerce insan, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden, birçok şehirlerden, akın akın Nevşehir’e geldiler.

Gece geç vakitlere kadar tevhidler, hatm-i şerifler ve hatmeler yaparak, Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne, üstadımızı bize bağışlaması için günlerce gözyaşı döktüler. Şubat’ın 29.günü Efendi Hazretleri; 

“Evladım, benim ile Rabbim arasına perde geriyorsunuz. Ben mağuşuma kavuşmak istiyorum, siz bana mani oluyorsunuz. Allah-u Teâlâ’dan benim için muradımın hasıl olmasını isteyiniz”, buyurdular.

Muharrem ayının onuncu (Aşure) günü, yani 1 Mart sabahı saat 6.30’da Efendi Hazretleri bu fakiri yanına çağırdı.

“Evladım, ben vefat ettikten sonra cenazemi dervişler yıkasın. Namazımı da Kale Camiinde kılın”, buyurdular.

Bu konuşmamızın ardından Efendi Hazretlerine;

─Efendim, kardeşlerimizin sormak istedikleri sorular var. Müsaade buyurursanız, bunları sormak isterim, dedim.

─Tabii evladım sor, dedi. 

İlk olarak şu soruyu sordum.

─Efendim, bizim durumumuz ne olacak?

Efendi Hazretleri cevaben; 

─ Biz vefat ettikten sonra, herkes tayin edilen zakirlerine biat edecekler. Derslerine de aynen devam edecekler, buyurdular.

─İkinci sorum da, himmetinizden, feyzinizden ziyadesi ile faydalandık, bundan sonra da devam edecek mi Efendim? dedim.

Efendi Hazretleri; 

─Evladım, kâmil bir mürşidin vefatı ile himmet kesilmez. Allah’ın (cc) izni ile kınından çekilmiş kılıç misali, dervişlerimizin her türlü sıkıntılarında imdadına yetişiriz, buyurdular.

Abdullah Baba’nın maneviyatı O’na tabi olanlarla beraberdir. Zira Allah Resulü ashabına ruhani bir hayat yaşatmış, ruhani hayat kal ile anlatımı mümkün olmadığı için, gönülden gönüle, kalpten kalbe aktarıla gelmiştir. 

Peygamber (sav) Efendimiz; 

“Allah-u Teâlâ Hz.leri benim darımı ne ile doldurdu ise ben de aynıyla Ebubekir-i’in sadrına İlka ettim”(Mevsua etrafil hadis) hadisinde anlatıldığı gibi hallerin ve duygularyn eğitimi in’ikas yoluyla, beraber ve bir arada bulunmak sureti ile olur. O’nun bu ruhani ve ahlaki sıfatlarının manevi in’ikas yoluyla devam etmesi sebebi ile Allah-ü Teâlâ Hz.leri; 

“Biliniz ki Allah’ın Resulü aranızdadır.”(Hucurat/ 7) 

“Sen (habibim), onların arasında bulunduğun sürece, Allah onlara azap etmez”(Enfal /93),buyurmaktadır.

Bu ayetlerde anlatılan Allah Resulü’nün asr-ı saadetten sonra ümmetle beraberliği ve aramızda bulunuşu manevi ve ruhanidir. Kur’an tarihi bir kitap değil ve hükmü baki ise Allah Resulü ruhu ahlaki ve mesajı ile diri ve aramızdadır.

Hz. Peygamber (sav) beşer olarak doğmuştur ama peygamber ve rehber olarak yaşamaktadır. Peygamber (sav) Efendimiz bir hadisi şeriflerinde; “Allah’ın Peygamberi diridir ve Hak canibinden rızıklandırılır”(İbni Mace)buyurulur. Peygamber (sav) Efendimiz’in varisleri de; O’nun varisi olmaları sebebi ile diridir, manevi varlıkları kendilerine intisab edenlerle beraberdir. Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin (bizim vefatımızla kınından çekilmiş kılıç gibiyiz) dediği de budur.

Üçüncü sorum; 

─ Efendim! İsa (as) ve Mehdi Resule ulaşıp, O’na asker olacak mıyız?dedim.

Efendi Hazretleri; 

─İnşaallah, İsa (as) ve Mehdi Resule ulaşacaksınız,buyurdular.

─Efendim bize tavsiyeniz var mı? diye sordum;

Efendi Hazretleri;

─Kur’an ve Sünnet’e bağlı kalın. Allah’ı sevin, Resulünü sevin, bir de Allah’ı sevenleri sevin, evladım!buyurdular.

Son olarak, 

─Efendim, biz sizden razıyız, acaba siz de bizden razı mısınız? deyince;

─Elhamdülillah, hepinizden razı oldum, buyurdular.

Soru ve cevaplı karşılıklı konuşmamız bittikten sonra;

─ Evladım, evin damına çıkın! Halaka olup tevhid-i şerif okuyun, arkasından da dua yapın! buyurdular.

Üstadımızın söylemiş olduğu bu söze, o an için bir anlam verememiş idik ama onun emri başımızın tacıdır. Buyurduğu üzere dama çıkıp tevhid okuduk, arkasından dua yaptık.

Buradaki hikmet; gök ehline buradaki hali durumu bildirmek içindir. Zira Ebu Hureyre (ra) Hz.leri; “Dünya Ehli nasıl yıldızları görüyorsa, gök ehli de (Melekler)Allah’ın zikredildiği haneleri birer yıldız gibi görürler”buyurmuştur. 

Üstadımızın söylemiş olduğu bu vazifeyi yerine getirdikten sonra yanına tekrar geldiğimizde, Efendi Hazretleri;

─Beni kabrime götürün, buyurdular. 

Biz de emrini yerine getirdik ve kabrine gittik. Mübarek, bir müddet kabrinin başında nazar etti. Daha sonra tevhid okuduk. Sonra teneşire doğru yaklaştı ve bir müddet de teneşire nazar etti. Ardından orada da tevhit okuduk. Daha sonra kendisini tabutun içine koymamızı buyurdular. Tabutuna koyduk ve kapağını kapattık. Efendi Hazretleri içinde olduğu halde, o şekilde tevhid okuduk ve ardından Efendi Hazretleri’ni tabuttan çıkardık. Bunu üç kere farklı zamanlarda tekrar ettik. Orada bulunan kalabalık topluluk ile helalleştikten sonra;

─Elhamdülillah! Bu vazifeyi de yerine getirdik, artık beni eve götürebilirsiniz , buyurdular. 

Bunun üzerine Üstadımızı evine götürüp, yatağına yatırdık.

Bu yaşananları ilk anda anlayamadık, fakat Pirimiz Mevlana Hazretleri’nin vefatı aklımıza gelince hikmetini anlayabildik. 

Mevlana Celaleddin-i Rumi (ks) Aziz Hazretleri de vefat etmeden önce ağır bir şekilde hastalanmış ve kırk gün kadar bu hal üzere devam etmiştir. Etrafında birçok hekimler tedavisi için ne kadar uğraşsalar da müspet bir netice alamamışlardır.

Bu hastalık hali üzerinde iken yakınında olan dervişlerine;

“Beni, defin olacağım yere götürün” diyerek, kendi kabrine nazar etmiş, arkasından teneşire yatmış bir müddet nazar etmiş ve daha sonra cenazesini taşıyacak olan tabutun içerisine girerek bir müddet orada kaldıktan sonra yanında bulunan cemaat ile helallaşıp tekrar yatağına götürülerek Mevlasına kavuşacağı zamanı beklemeye koyulmuştur. 

Vefatının yaklaştığı sıralarda, Selçuklu sarayından temsilciler, hekimler (Ekmeluddin Bey hekim) gönderilerek Mevlana Hz.lerine geçmiş olsun dileklerini iletiyorlardı. Ziyaretine, hocası Sadreddin Konevi ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler:

─Allah-u Teâlâ (cc), acil şifalar versin. İnşallah, en kısa zamanda sıhhat bulursunuz! Zira siz, âlemin ruhusunuz, âlem sizinle hayat bulur! dediler.

Mevlana Hazretleri de onlara;

─Allah’ı severim diyenden de, sevdim diyenden de usandım. Ben dostuma gidiyorum. Sizler niyaz ederek benim yolumu kesiyorsunuz. Üzülmeyin ben vefat edince düğün dernek kurun. Bundan sonra, vefat ettiğim günde ŞEB-İ ARUZ yapın, buyurmuşlardır.

Pirimiz Mevlana Hazretleri, nasıl ki o dönemde ümmetin önünde giden ve onlara ışık tutan bir zât ise; ahir zamanda Ümmet-i Muhammed’e yol gösteren, feyzi ile nurlandıran, kararmış gönülleri aydınlatan Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri de aynı neşe ve saadet ile o çok sevdiği ve sevildiği, uğruna her şeyini feda ettiği Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine kavuşmanın vaktini beklemekte idi. 

Abdullah Efendi Hazretleri’nin hastalığı ilerlemişti, günlerce hiçbir şey yiyip içmeden sadece Rabbini zikrediyordu. Birgün ağzının kuruluğu gitsin diyerek, bal şerbeti yapıp getirdiler. 

Efendi Hazretleri; 

Benim şerbetim La İlahe İllallah Muhammed-er Rasulullah’dır, diyerek, şerbeti içmemiştir. 

Abdullah Baba Hazretleri ölüm döşeğinde idi. Seneler evvel, Nevşehir ilinde, şu fani dünyayı şereflendirirken, aldığı ilk nefesle beraber, yıllarca ümmetin kurtuluşu için şehir şehir dolaşıp onları irşat edip; o kutlu görevi yerine getirdiği feyiz ile aşkla, imanla geçen sayılı nefesleri bitmek üzere idi. Emaneti sevdiği ve sevildiği Rabbine teslim etmek üzere iken bile, sürekli zikir ile meşgul oluyordu. 

Nihayet, dilinde ki tespih artık kesilmek üzere idi ve “Hak, Hak, Hak” esmasını zikrediyordu. Orada bulunanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar, kendilerine hâkim olamayarak ağlamaya başladılar. 14 Mart Pazar (Hicri Muharrem 23) günü, öğlen saat 12.10 da mana güneşi Abdullah Efendi Hazretleri kutsal âleme gurup etti. 

Maneviyat Güneşi Abdullah Baba Hazretleri, yetmiş bir yıl önce şereflendirdiği Nevşehir de, şu fani dünyaya gözlerini kapadı. 

Üstadım Abdullah Baba Hz.leri vefat edince mübarek vücutları yemyeşil oldu. Çünkü Hz. Hasan Efendimizin soyundan (Seyyid) gelenlerin vefatları hep bu şekilde olmuştur. Burada konuya açıklık getirmesi için Peygamberimiz (sav) Efendimiz ile ilgili bir hadiseyi nakletmek istiyorum:

Bir gün Peygamber (sav) Efendimiz, torunları Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi yanına alarak pazara giderler. Hz. Hüseyin Efendimiz kırmızı bir elbiselik beğenir, Hz. Hasan Efendimiz de yeşil bir elbiselik beğenir. Rasulullah (sav) Efendimiz, torunlarına o elbiseleri alır ve tekrar eve dönerler. On sekiz bin âlemin Efendisinin kucağında hiçbir şeyden habersiz bu iki sabi yavru neşe ile otururlarken Peygamber (sav) Efendimiz Cebrail (as)’ın ağladığını görür. Onun bu hüzünlü halini gören Rasulullah Efendimiz sorar;

“Ey Cebrail Kardeşim seni bu şekilde üzüntüye sevk eden nedir?”

Cebrail(as);

“Ey Allah’ın Resulü! Sanki torunların başlarına gelecek akıbeti bilirmiş gibi elbise beğendiler” deyince; Efendimiz (sav) hikmetini sorar. Cebrail(as); Hz. Hüseyin Efendimizin Kerbela’da başının kesilip kanlar içinde şehit edileceğini ve Hz. Hasan Efendimizin de zehirlenerek vücudunun yemyeşil bir hal alıp ve şehit olacağını söyler. Peygamber (sav) Efendimiz, bu hali görünce ağlamaya başlar.

O anda Allah-u Tela Hz.leri Cebrail (as)’a:

“Habibim Arş’a baksın” buyurur.

Bunun üzerine Peygamber (as) Efendimiz başını kaldırdığında, Arş-ı Ala’da bir tarafta kırmızı yakuttan bir köşk, diğer tarafta da yeşil yakuttan bir köşk görünce hüznün yerini sevinç alır ve “Torunum Hasan ve Hüseyin Cennetin Efendileridir” buyurmuşlardır.

İşte Hz. Hasan Efendimizin soyundan gelen zâtlarda bu şekilde doğumlarında ve vefatlarında vücut rengi yeşil olur. Abdullah Baba Hz.lerinin anne tarafından gelen soyu Hz. Hasan Efendimize dayanır. Bu sebeple Üstadımız da vefat ettiğinde, teninin yeşil renk aldığı orada bulunan herkes tarafından aşikâre olarak görülmüştür.

15 Mart 2004 Pazartesi günü, binlerce insan gerek yurtdışından, gerekse yurtiçinden Nevşehir’e akın ettiler. Büyük küçük binlerce insan, gözyaşları içerisinde, mana güneşinin o nurlu ve bakanları etkileyen, mübarek naaşını görmek için bir birleri ile yarıştılar. 

Mübarek naaşları bazen sarı, bazen de yeşil renk alarak tebessüm ediyordu. Öte yandan vasiyet ettiği Kale Caminin yanına defin edilmesine karşı geliniyordu. Oysa manen oraya gömüleceği, daha önceden müşahede edilmişti. Fakat vatanını ve milletini bu kadar çok sevip, insanlığın aydınlığı, zamanımızın Mevlana’sının bu isteği yerine getirilmemişti. Zaten, böyle değerli şahsiyetlerin hiçbir zaman kıymetleri bilinmemiştir. Ancak, Allah (cc) vaadinden dönmez. Üstadımızın vasiyeti muhakkak gerçekleşecektir. 

Abdullah Baba Hazretleri insanlığa hizmet eden, fakirler ile oturup kalkan, Hakk’ı ve sabrı tavsiye eden bir evliya olduğu için binlerce insan gözyaşı döküyordu. 

Gül rengindeki tabutu evden çıktığı vakit, vasiyet ettiği gibi; yüksekçe bir yerde dua yapıldı. Binlerce sevenlerinin omuzlarında sabah saat on birde tevhid okunarak, izdihamdan dolayı saatler süren bir yolculukla Nevşehir’in tarihi camii Kurşunlu Camii’ne gelindi. Öğle namazına müteakip cenaze namazı kılındıktan sonra, tekrar tevhid okuyarak mübarek naaşı omuzlar üstünde izdihamdan dolayı uzun süren bir yolculuktan sonra Nevşehir’in Kaldırım mezarlığına defnedildi. Cenazesine Peygamber (sav) Efendimiz, Hızır (as), Rical-i Gayb Erenleri teşrif ettiler. Manen bildirildiğine göre de cenaze namazını zamanın imamı kıldırdı. Defin işleri bittikten sonra, vakit ikindiyi geçmişti. 

Abdullah Baba Hazretlerinin maddi varlığı gözler önünden çekilmiş fakat manevi varlığı gönüllerde idi ve gönüllerde kalacaktı.

Abdullah Baba Hz.leri vefat ettikten sonra rüyada görüldü. 

─Efendim gülerek vefat ettiniz, bunun manası nedir? diye soruldu.

Abdullah Baba Hz.leri cevaben:

─Evladım sağlığımda iken Peygamber (sav) Efendimiz ile manen görüştüm “Gül gibi ol, Gül gibi kok, Gül gibi gül, Gül gibi gel”buyurdular. Bizde Elhamdülillah öylece yaşadık, öylece döndük.

─Peki, Efendim tabutunuzun rengi niçin gül renginde idi?

Abdullah Baba Hz.leri:

─Evladım, Peygamberimizin gül gibi ol, demesinin emri mucibince hareket ettik. 

Gül

Rasulullah (sav) Efendimizin remzidir. Yani sembolüdür. Rasulullah (sav) Efendimizi ifade eder. Gül çiçeklerin en güzeli ve en güzel kokulu olanı olması gibi sebeplerden dolayı, diğer çiçeklerden seçilmiş ve ayrılmıştır. Peygamberimiz de (sav) insanların en üstünü ve en güzel ahlaklı olması sebebiyle diğer insanlardan ayrılmıştır. Bu özellikler sebebiyle gül Hz. Peygamber’e atfedilmiştir.

Gül kokusunu satanlar, gül kokusunun meclislerini bulur. Hakiki gül kokusu İslam’da vardır. Gülün merkezi Mekke ve Medinedir. Ama onların da gül kokusunu verdiği kişiler vardır. Hakiki gül kokusunu onlar duyar ve satarlar. 

Bunlar Peygamberler ve Onun varisleri Mürşid-i Kamillerdir. Gül meclisleri zikir halakalarıdır. Cennet bahçesi onlarda bulunur. Cennet bahçesinin en güzel kokusu güldür. Gül kokusu duymak, güle âşık olmak, onun bulunduğu yere gitmek, onun yaşadığı gibi yaşamak lazımdır. 

Abdullah Baba Hz.lerinin de tabutu gül rengidir, çünkü o hayatı boyunca gül gibi olan Hz. Peygamberin varisi olmuş onun gibi kokmuş, onun gibi olmuş, gül rengi olan bir tabutla sevdiğine kavuşmuştur. Seven sevdiğine benzer, onun sevdiği şeylerden hoşlanır. Bu da Abdullah Baba’nın hakiki bir âşık olduğunu, ifade eder. Rasulullah (sav) Efendimize âşık bir varisi nebi olduğunu anlatır.

Abdullah Baba Hazretleri, aşıkların sultanı, gariplerin yoldaşı olarak her evde, her mecliste, herkesin gönlünde yaşıyordu. Üstadım gözlerden gizlenmiş gönüllere yerleşmişti. (Allah şefaatlerine nail etsin.)

Doğumu

İslam âleminin ve tasavvuf yolunun müstesna bir ferdi, ilim, irfan, edep, tevazu, aşk ve vecd hali ile İslam’ın rahmet kapılarını insanlığa açan, Kadir-i, Rufai, Bedevi, Dussûki, Şazeli, Nakşibendî, Bayram-i, Bektaş-i, Mevlevi Üstadı Hadim-ül Fukara Nevşehirli Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri 5 Nisan 1933, Hicri Zilhiccenin 9’u 1351 yılında Nevşehir ilinin Herikli Mahallesinde dünyayı şereflendirmiştir.

Abdullah Gürbüz (ks) Hz.lerinin Lakapları, Mahlasları

Adı Abdullah, soyadı Gürbüz’dür. Hadim-ül Fukara (fakirlerin hizmetçisi) ve Baba lakabı ile anılır. Hadim-ül Fukara (Fakirlerin Hizmetçisi) mahlasını alması O’nun Peygamber (sav) Efendimize bağlılığından gelmektedir.

Abdullah Baba (ks) bu konuyla ilgili şunları anlatmıştır:

Peygamber (sav) Hz.leri, iman ehli olan fakirlere hizmet ederdi. Onların davetlerine icabet eder, ikramlarını geri çevirmez, onlarla sohbet etmekten zevk alırdı. Bir gün Peygamber (sav) Efendimiz sahabelerine bir ikram sırasında hizmette bulunurken, uzaklardan gelen bir atlı yanlarına yaklaşarak, şöyle dedi: 

─ Bu Kavmin Efendisi kim? O’nu arıyorum.

Efendimiz (sav) bu soruya, o anda sahabelerine hizmet etmekte olduğundan, asırlar boyunca yankılanacak ve aynı zamanda atlı adama cevap niteliği taşıyan şu sözlerle mukabele etti:

─ Bir kavmin Efendisi, ona hizmet edendir.

Kendisine Risalet verildiği ilk dönemlerde Efendimiz(sav)’e iman eden kişilerin yaşı on beş ve yirmi beş arasındaki gençlerden olup hepsi de fakir insanlardı. Onlarla oturur, sohbet eder; dertleri ile dertlenirdi. 

Enes bin Malik (ra) Hz.leri, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem`in: 

“Eğer ben bir koyun paçası ziyafetine çağırılsam, muhakkak icabet ederdim. Yine bana bir paça hediye edilse, onu da muhakkak kabul ederdim” (Buhari) buyurduğunu rivayet etmiştir. 

Yine Enes Bin Malik (ra) Hz.lerinden naklen Rasulullah (sav) in şöyle buyurduğunu anlattı;

“Herkesin bir sanatı vardır. Benim sanatım da fakirlik ve cihattır. Bunları seven, beni sevmiş olur. Bunlara buğz eden bana buğz etmiş olur” (Buhari).

Müslüman’a yakışan, kendisi zengin olsa dahi, fakirlik hallerini ve fakirleri sevmektir. Çünkü fakirleri sevmek Rasulullah’ı sevmektir.

Nitekim Allah-ü Teâla Hz.leri Rasulüne;

“Sabah akşam Rablerine, sırf O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte sabret” (Kehf /28) buyurmuşlardır.

Bunun daha açık tefsiri şudur;

“Nefislerini ibadet için tutanlarla beraber sen de tut”. Bu ayeti kerimenin nüzul sebebi şöyle anlatıldı:

Uyeyne b. Hasen Fezari, bir gün Rasullulah’ın huzuruna geldi. Bu zât kavminin reisi idi. Bu sırada Rasulullah (sav)’ın huzurunda ashabın fakirlerinden Selman Farisi, Suheyb b. Sinan Rumi, Bilal b. Hemmame Habeşi ve diğerleri vardı. Eski elbiseler giymişlerdi. O elbiseler içinde terliyorlardı.

Uyeyne, Rasullulah’a şöyle dedi:

“Bizim şerefimiz var. Sana geleceğimiz zaman, bunları buradan çıkar. Bunların durumu bizi üzmektedir. Bizim için ayrı bir meclis kur.”

Allah-u Teâlâ, onları meclisten çıkarmayı nehyetti. Ayet-i kerime nazil oldu;

“Nefsini, şu kimselerle tut: Onlar akşam sabah Rablerine dua eder, O’nun rızasını dilerler. Dünya ziynetini dileyip, gözlerini onlardan ayırma. Sonra kalbini zikrimden aldığım kimseye itaat etme. Çünkü o hevai arzusuna uymuştur. Onun işi, boşa gitmiştir.”(Kehf /28)

Bu hadiseden sonra Peygamber (sav) Hz.leri o kişiye dönüp;

“El-Fakru Fahri” (Fakirlik benim iftiharımdır)diyerek övünmüştür. 

Rasulullah (sav)’in şu şekilde dua ettiği rivayet olunur:

“Allah’ım beni fakir olarak öldür, zengin olarak değil. Ve beni kıyamet günü fakirlerle beraber haşret !”(Kütüb-ü Sitte)

Sahabeden Abdullah b. Ömer, Rasulullah (sav)’in şöyle buyurduğunu anlatır;

“Halkın, Allah’a en sevgilileri fakirlerdir. Çünkü Allah’ın en çok sevdikleri, peygamberler olduğu halde onları da fakirlerden eyledi.”

Bizde;

Hz. Muhammed (sav)’in yolunda fakirlerin hizmetçisiyiz. Yani, “Hadim-ül Fukarayız” buyurdular.

Baba lakabı ise, Peygamber Efendimiz (sav)’in:

“Ben size ancak baba yerindeyim, size gerekenleri öğretirim” (Davud) buyurduğu gibi,Mürşid-i Kamil zâtlar da peygamber varisi olmaları sebebi ile bütün insanları evlatları görerek onları kurtarmaya çalışmasından, maddi ve manevi sıkıntılarına çare bulmasından, onlara şefkatli yaklaşmalarından, affedici özelliklerinden, yumuşak davranmalarından dolayı “baba” lakabı almışlardır. 

Allah-ü Teâlâ Hz.leri;

“Allah’ın rahmetinden dolayı Ey Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile. İş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah’a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.” (Al-i İmran /159) buyruğu ile insanlara yaklaşan Peygamber (sav) Efendimiz gibi, onun varisi olan Mürşid-i Kamiller de aynı şekilde muamele ederler. 

Abdullah Baba (ks) bir sohbetinde;

“Baba” hitabı, sevgiden ileri gelir. İnsan babasına sevgi duyar, bağlanır. Öz babasına bağlandığı gibi… Öz babası onun bu dünyada yiyeceğini, içeceğini ve korunmasını sağlar. Evlendiği kızın babası da dinen babasıdır. (Bu ayetle sabittir.) 

Bir de ilim öğrendiği kişi babası gibidir. Herkese “Baba” unvanı verilmez. Kimisi şeyh, kimisi mürşid, kimisi Efendi diye adlandırılır. Bizim babalığımız yani “Manevi Babalık” başkadır. Evladım! Manen daraldığınızda “Baba” diye himmet isterseniz; tesiri daha çabuk olur. Zira bize maneviyatta “BABA” lakabı verilmiştir. 

Dervişlerimizden Peygamber Efendimizi rüyasında görenlere, Peygamber Efendimiz:

“Manevi Babanız Abdullah Efendi’dir”, demiştir.

Ayrıca Rasulullah (sav) Hz.leri kölesi Zeyd’e;

“Bu benim manevi evladımdır”, demiştir. Yani manevi evlatlık ve manevi babalığı Resulullah (sav) Efendimiz de tasvip etmiştir.

Meşayıh-ı Kiram’dan “Baba” lakabı ile tanınan Somuncu Baba, Kuddusi Baba, İrşad-i Baba, Bilal Baba, Baba Semmasi Hz.leri gibi daha pek çok mübarek zâtlar vardır.

 Nesebi – Soyu

 Abdullah Baba’nın (ks) anne tarafından soyu dört koldan gelmektedir. Mübarek valideleri Feride Hanım ve onun annesi, onun da annesi, Hz. Hasan Efendimizin soyundan gelmiştir. Anne tarafından dedesi de Hz. Hüseyin Efendimizin soyundan gelmiştir. Üstadımızın güzel nesebi hem Hz. Hasan hem de Hz. Hüseyin Efendimizin soyundan geldiği için; aynı zamanda Ebu’l Alemeyn (çift sancaklı) diyerek de anılır. Bu iki şecerenin bir araya gelişi şöyle olmuştur;

Efendi Hazretlerinin anne tarafından dedesi olan zât bir müddet Bağdat’ta ikamet etmiş. Daha sonra Bağdat’tan Kayseri’nin Baş Köyüne, oradan da Niğde Sofular’a ve nihayetinde Nenezik Köyüne yerleşmişler. Burada Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri’nin muhterem valideleri Feride Hanım’ın Hz. Hasan Efendimizin soyundan gelen ninesi ile Hz. Hüseyin Efendimizin soyundan gelen dedesi bu şecerelerini birleştirerek orada evlenmişlerdir.

Yani Efendi Hazretlerinin annesinin dedesi ve ninesin de hem seyyidlik, hem de şeriflik bulunmaktadır. Zira eskiden seyyidlik şeceresi olurdu. Bu şeceresi olan kadın evleneceği erkekte de bu şecereyi arar ve bu şekilde iki şecere birleşir. Rasulullah (sav) Efendimiz’in nuru ziyade olurdu. Ancak, daha sonraları bu şecerelere gerekli ihtimam ve titizlik gösterilmediği için dikkat edilmez oldu. 

Baba tarafı ise; Türkistan tarafından gelmişlerdir. Babasının babası yani dedesi yedi kardeş olup, oldukça zengin, dört katar develeri olan bir aile idiler. Türkistan’dan Anadolu’ya gelme kararı verirler ve ilk olarak Van iline yerleşirler. Oradan Erzurum’a ve daha sonra Kayseri’ye gelirler. Fakat bu hicretleri sırasında ilahi hikmet gereği, her kaldıkları ilde bir kardeşleri vefat eder. Böylece bir erkek ve bir kız kardeş kalmışlar ve onlar da Nevşehir’in Gülşehir ilçesine yerleşmişlerdir. Maddi durumları oldukça iyi olduğu için, Osmanlı Devleti kendilerine o yörede bir köy tahsis etmiştir. Onlar da köyün ismini develeri çok olduğu için, “Cemel” koyarlar. (Deveciler Köyü anlamındadır.) 

Abdullah Baba’nın dedesi, Hacı Mehmet Mertler uşağı Ahmet Dede, halk tarafından sevilen, saygı duyulan, değerli bir insandı. Gücü ve kuvveti ile de o yörede nam salmış bir zât idi. Kendisi Balkan Harbine katılmış ve o savaşta şehit düşmüştür. 

Keif yolundan bildirildiğine göre, Abdullah Baba (ks) Hz.leri, Emir Sultan Hazretlerinin ve Ahmet Yesevi Hz.lerinin kendisini maneviyatta “torunum” diye sevdiklerini bize nakletmiştir.

 Anne ve Babası

 Abdullah Gürbüz (ks) Hazretlerinin babası Nevşehir eşrafından (Gübbasanoğulları) lakabıyla tanınan Mahmut Efendi’dir. Nevşehir’de saygın, hatırı sayılır esnaflardan biri idi. Muhterem valideleri ise; Allah yolunda mücadele eden takva, edep ve güzel ahlakı ile örnek olan, insanlara nasihat eden, cenaze yıkayan, kadınlara sohbet veren, aynı zamanda tasavvuf yolunda Çekiçlerli Hacı Ahmet Baba ismindeki zâtın Nevşehir zakiri olarak hizmet eden mümine bir annemizdir. Mahmut Efendi ve Feride hanımın dört erkek, bir kız, beş evlatları dünyaya gelmiştir.

Mahmut Efendi ve Feride annemizin bu çocukları arasında Abdullah Baba’nın her yönden farklılığı daha doğumundan itibaren kendini göstermeye başlar. Öyle ki dünyaya gelişinden itibaren altı ay kadar bir süre, sürekli, ağlar. Henüz altı aylık bir çocuğun sürekli ağlamasından korkarak doktora götürürler. Doktorlar da bir çare bulamaz. Zira çocukta en ufak bir rahatsızlık, vücudunda bir hastalık yoktur. Dünyalar güzeli nur yumağı, sabi bir yavru acaba neden bu şekilde ağlıyor?… Bu olaydan birkaç gün sonra bir meczup zât evlerinin kapısını çalar:

─ Siz bu çocuğun neden ağladığını biliyor musunuz? diye sorar. 

Onlar da bilmediklerini ve bundan dolayı çok üzüldüklerini, doktorların dahi bir çare bulamadığını ifade ederler.

O Meczup zât onlara şu cevabı verir;

─ Sizin evladınız hak katında pek kıymetli bir kişi olacak! Bu sabi yavrunun ağlaması ümmeti Muhammed içindir! Siz onu anlayamazsınız! Eğer ağlamasının kesilmesini istiyorsanız; bu çocuğu kabristana götürün, ağlaması kesilir.

Anne ve babası biraz şaşırır fakat başka bir çare kalmadığı için kabristana götürürler. Nihayetinde o meczup zâtın söylediği gibi olur ve ağlaması kesilir.

Yine Abdullah Baba (ks), henüz sekiz aylık iken ağır şekilde ateşlenip, hastalanmıştır. O dönemde şimdi ki gibi doktor bulmak kolay olmadığı için, kendisini orada tanınmış takva sahibi, âlim bir hoca Efendiye götürürler. Hoca Efendi çocuğu görünce anne ve babasına:

─ Bu çocuğu iyi muhafaza edin. Herkese pek göstermeyin. Nazar değebilir. Zira bu çocuk ileride çok maneviyatlı bir kimse olacak. Hatta kendisi vefat edeceği zamanı önceden söyleyecek, der.

Bu yaşanan hadiseden sonra annesi, oğlunun incinmesine ve üzülmesine sebebiyet verecek durumlara karşı daha dikkat eder olmuştur.

Yine bir gün Muhterem valideleri Feride Hanım rüyasında geniş bir yol görür. Bu gördüğü yolun sonu Mekke’ye çıkar. Yolun sağına ve soluna fidanlar dikerek o yolda yürürken, vakit ikindiyi geçmiş akşama yaklaşmıştır. Kendi kendine şöyle düşünür;

“Şimdi, yanıma Ahmet’i çağırsam o çalışıyordur. Âdem’i çağırsam onun da yaşı daha çok küçük, bana yardımı olmaz. En iyisi Abdullah’ı yanıma çağırayım da fidanları o diksin” der ve Abdullah Baba, annesinin elinden fidanları alır, yolun sağına ve soluna dikerek Mekke’ye doğru ilerler. Gördüğü bu rüyadan çok etkilenir. Üstadı Çekiçlerli Ahmet Efendiye bu rüyayı anlatır. 

O zât Feride Hanıma,

─ Evladım! Rüyan; oğlun Abdullah’ın ileride, insanları irşat eden, insanları hak yola çağıran büyük bir zât olacağına işaret ediyor. Allah mübarek etsin, der.

Ve Feride Hanım’ın bundan sonra oğlu Abdullah’a ilgi ve alakası daha da artmış, hem de ona bir zarar gelmesinden, nazar değmesinden çekinir hale gelmiştir.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin bazı dostları da vardır ki, bu zâtlar daha çocuk yaşta bazı farklılıkları meydana gelmiştir. Bu zâtların en başında elbette Peygamberler gelmektedir. Örnek verecek olur isek, Yahya (as) hakkında Cenab-ı Zülcelâl Hz.leri Ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor:

“Ey Yahya, Kitabı kuvvetle tut! (dedik.). Ve daha çocukken ona hikmet verdik. Hem de katımızdan yumuşak bir kalplilik ve bir temizlik verdik ona. O, çok takva sahibi biri idi” (Meryem /12,13) buyrulmaktadır.

Yine bir başka ayet-i kerime’de İsa (as) hakkında Allah(cc);

“O; ‘Haberiniz olsun ben Allah’ın kuluyum, O, bana bir kitap verdi ve beni bir peygamber yaptı. Beni her nerede olursam mübarek kıldı ve hayatta kaldığım müddetçe bana namazı ve zekâtı tavsiye buyurdu’ ” (Meryem /30,31) buyurmuştur.

Peygamber (sav) Efendimizin de daha henüz çocuk yaşta iken yaşamış olduğu hadise yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır:

“Ey Muhammed! Senin gönlünü açmadık mı?”(İnşirah /1,8)

Allah-ü Teâlâ Hz.leri göndermiş olduğu Peygamberlerine, çocuk yaşta iken bahşetmiş olduğu bu gibi özellikleri Kur’an-ı Kerim’de bizlere haber vermiştir.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri bir sohbetinde şöyle buyurdular:

Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin iki çeşit evliyası vardır. 

Biri; Allah-ü Teâlâ’yı seven evliyadır. Bu zâtlar belli bir yaşa kadar bir takım hatalar, günahlar işlerler ve daha sonra yaptıklarına nedamet duyarak tövbe ederler. Nefsi ile çetin mücadelelere girerek Allah’a dostluk kapısını açarlar. Tasavvuf yolunda büyük hizmetleri olan Bişri Hafi Hz.leri, Habib-i Acemi Hz.leri gibi, mübarek zâtlar bu zümredendir.Diğer bir evliya zümresi ise Allah’ın sevdikleridir. 

Bu zâtlar ise daha doğduklarından itibaren ilahi muhafaza altındadır. Günah-ı kebairden uzak, yalnız Allah-ü Teâlâ Hz.lerine layık bir kul olabilme mücadelesine çocukluğundan itibaren başlayan kimselerdir. Böylesi zâtların çocukluk dönemlerinde pek çok harikuladelikler zuhur eder. Cenab-ı Hak, o kulunu, insanlara irşad için gönderdiğini daha küçük yaşlarda insanların kalbine ilham eder. 

Pirimiz Abdülkadir Geylani Hz.leri, Pirimiz Mevlana Celaleddin-i Rumi Hz.leri ve daha nice evliya-ı kiram bu zümredendir.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri Allah’ın sevdikleri zümresine dâhil olan örnek bir şahsiyettir. Ve ileride insanları irşad ve terbiye edeceği, o dönemde ki Allah Dostu zâtlar tarafından, müşahede edilmiş ve haber verilmiştir. 

Peygamber(sav) Efendimiz döneminde de yaşı küçük olmasına rağmen etrafındakilerden farklı özelliklere ve kemale sahip Itap b. Üseyd ve Üsame b. Zeyd’ gibi bazı genç sahabeleri yaşlı sahabelerine tercih etmiştir. Bu, Allah’ın bazı kullarına ezelde bahşettiği lütfu ilahiyedir 

Hz Ömer (ra) ise hilafet yıllarında İbn-i Abbas’ı hepsinden önde tutar, büyük işler üzerine onunla müavere ederdi.

Zahirde sultana nasıl itaat gerekli ise, batında ki “Emir”e de itaat öyle gereklidir. İster yaşlı olsun ister genç. Şu da vardır ki, kırka varmayınca tam neşe hâsıl olmaz. Fakat Türk dilinde şu deyim meşhurdur: “Gün doğuşundan bellidir”. İlim ve hikmet, kimde varsa bellidir. Ve “Hikmet müminin yitiğidir; bulduğu yerde alır” Hadis-i Şerifi gereğince ondan istifade etmelidir.

Pirimiz Gavs-ül Azam Abdulkadir-i Geylani (ks) Hazretleri, daha henüz dokuz yaşlarında iken manen haberdar edilmiş ve o yaştan sonra Allah ve Resulünün sevgisini aramaya başlamıştır. 

İslam Âleminin müstesna büyüklerinden Pirimiz Mevlâna Celaleddin-i Rumi (ks) Hz.leri’nin de daha çocuk yaşta iken pek çok rüyaları ve halleri zuhur etmiş, babası Sultan-ül Ulema Bahaddin-i Veled Hazretleri’nin övgüsüne mahzar olmuştur. Hatta devrin büyük mutasavvıfı ve âlimi Feridüddin-i Attar Hazretleri de onun ileride çok büyük bir irşatçı olacağını müjdelemiştir.

Bazı Arap, Acem ve Rumeli şeyhlerinin daha çocukluk çağlarında iken manevi hallerle karşılaşmaları tam ve kâmil istidada sahip oldukları içindir. Sehl b. Abdullah Tüsteri ve benzeri zâtları sayabiliriz. Gençlik çağında iken bu hali yaşayan çok olmuştur. Bu gibi zâtlar İsa (as), Yahya (as) ve Yusuf (as) Peygamber meşrebindendir. 

Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin bazı dostları daha çocuk yaşta olmalarına rağmen, her hal ve hareketlerini Hakkın rızasına uygun yaşamaya çalışmışlar, asla Allah’ın (cc) razı olmadığı amelleri işlememişlerdir. 

Cenab-ı Zülcelal Hazretleri, peygamberlerine ihsan etmiş olduğu güzelliklerin bir benzerini onların varisi olan Mürşid-i Kamil zâtlara da bahşetmiştir. 

Allah-u Teâlâ Hz.leri Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur;

“Daha çocukken, O’na hikmet katımızdan kalp yumuşaklığı ve safiyet verdik” (Meryem /12,13) buyurmaktadır.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin her dönemde kullarını irşat için böyle seçilmiş zâtları bulunmaktadır. 

Abdullah Gürbüz (ks) Hazretlerinin de, daha çocuk yaşlarda iken, pek çok harikulade halleri ve rüyaları cereyan etmiş. Allah-u Teâlâ Hazretlerine kul olmanın en büyük saadet olduğunu anlamış ve o yaşlarda, Allah-u Teâlâ Hazretlerine kul olmanın mücadelesini vermiş, bunun yanında da elinden geldiği kadar insanlara yardımcı olmaya çalışmıştır.

Bizlere hayatımızın her noktasında ışık tutan, Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri, çocukluk dönemini şöyle anlatır:

Küçük yaşta iken Fatiha-ı Şerife’yi öğrenip, mealini de bir hoca efendiden öğrendikten sonra, “Bu Ümmül Kitap’tır, bunun sırrına mahzar olalım Ya Rabbi”, diye ağlardım.

Yedi yaşıma geldiğimde annem ve babam; “bu çocuk kafayı bozacak”, diye beni odaya kilitlerdi. Kapının üzerinde bulunan kemerlerin arasından geçer, “Allah” diyerek, üç metre yüksekten kendimi aşağıya bırakırdım ve beni meleklerin tuttuğunu müşahede ederdim.

Sabahları seherlerde kalkar, sabah namazı için Hoca Efendiyi uyandırırdım. Hoca Efendinin bana verdiği büyükçe anahtarı alır, doğruca camiyi açmaya giderdim. Daha küçük olduğum için, kapıyı açmaya gücüm yetmezdi. Sabah namazına camiye gelen ihtiyarların yardımıyla kapıyı açardım. Gelen cemaat:

“Evladım Abdullah, haydi bir Ulu!” derlerdi. 

Ezanın aslı gibi Arapça okunmasının yasak olduğu bu dönemlerde, “Tanrı uludur, tanrı uludur, tanrıdan başka yoktur tapacak” diye ezan okurdum.

Yaşadığımız o zamanlar insanların inanç noktasında çok sıkıntı çektikleri bir devirdi. Kadınlar çeşmeye gittiklerinde başörtülerini açarlardı. Kur-an’ı Kerim okuyanlar tutuklanırdı. Ben de herşeye rağmen Allah’ın (cc) Kelamı, Kur’an-ı Kerimi öğrenmek için hocalara gittim ve onlardan ders almak istediğimi söyledim. Ancak dini bilgiler almak yasaklandığı için, Hoca Efendiler;

“Abdullah, bu yaştan sonra hapse giremeyiz, kusura bakma, öğretemeyiz” dediler. 

Daha sonra benim ısrarım üzere babam, Kurşunlu Camii İmamı Saatçi Hafız Efendi’ye ricada bulundu ve bana Kur-an’ı Kerim’i öğretmesini istedi. O camide hem Kur’an-ı Kerim öğreniyor, hem de müezzinlik yapıyordum. Elif cüzü bitirmiş Ammeye geçmiştik. Bir gün, camide mum ışığında Kuran okurken, polisler baskın yaptılar. O gün, hem Hoca Efendiyi hem de beni; “Siz niye Arapça Kuran okuyordunuz?” deyip, dövdüler.

“Kur-an’ı Kerim öğrenmemize neden müsaadeetmiyorlar?” diye üzülürdüm. Bazı geceler de, rüyamda; gayet nurani, sarı sakallı bir zât gelir ve bana Kur-an’ı Kerim öğretirdi. Ben de aynı şekilde öğrettiklerini tekrar ederdim. 

Bir gün, bu yaşadığım durumu hocama anlattım. Kendisi de çok şaşırdı. Fakat hocama anlattıktan sonra o zâtı bir daha rüyamda göremedim.

İlkokula giderken müzik ve tarih dersine gelen öğretmenlerimiz beni çok sever ve korurlardı. Ezan-ı Muhammedi okunduğunda bana; “Hadi Abdullah sen namaz kılmaya gidebilirsin” diye izin verirlerdi.

Yine çocukluğum döneminde pek çok rüyalar ve haller meydana geliyordu. 

Bir defasında rüyamda Cebrail (as)’la görüştük. Ay ve Güneş’in bana selam verdiklerini gördüm. Birinin kız, birinin erkek gibi olduğunu, Güneşin (geceyi gündüz yapan) sabaha, Ay’ın ise; geceye ait olduğunu, semadaki yıldızların da insanlara ait olduğunu müşahede ettim. 

Dini bilgilerin öğrenilmesi ve tatbik edilmesi hemen hemen imkânsız olduğu o sıralarda yaşadığım bu hadiseleri kimseye anlatmıyordum. Bunun yanı sıra tasavvufa karşı içimde bir muhabbet, bir sevgi oluşmuştu. Allah’ın dostlarının ismini duyduğumda dahi içimde bir ürperme meydana gelirdi. 

Annem, Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’nın zakiri olması sebebiyle, bana da Veysel Karani Hz.lerinin, Yunus Emre Hz.lerinin, Ahmet-i Kuddusi Baba’nın ilahilerini öğretirdi.

Üç aylar geldiğinde Nevşehir’in civar köylerinden Nar köyü, Üçhisar köyü ve Göre köyünde oturan dervişlere üç aylık evradı şeriflerini götürmemi, onlara tesbihatları nasıl çekeceklerini tarif etmemi söylerdi. Ben de oralara gider, tarif ederdim. 

O dönemde mahallemizde dul bir kadıncağız otururdu. Geçim sıkıntısı çekiyordu. Ben de babam zengin biri olmasına rağmen kendi işimi kendim yapardım. Yün çorap eskisi, bakır eskisi, kayısı çekirdeği toplar, satardım. O zaman için (iki buçuk lira) para alırdım. Bu da iyi para idi. Kazandığım bu parayı alır, o dul kadıncağıza verirdim. Aradan bir müddet geçmişti. Babam, benim bu şekilde çalıştığımı duymuş. Eve geldiğimde beni dövdü:

─ Oğlum, sen benim şerefim ile oynuyorsun. Ben hatırı sayılır bir esnafım. Senin bu yaptığın işler doğru değil”, dedi. 

Bu arada annem de beni babama karşı savunuyordu. Babamın bu şekilde bana bağırıp çağırdığını duyan dul kadıncağız, kapıyı çaldı. Babama dönerek:

─ Mahmut Efendi, Abdullah’ı dövme! Allah (cc) razı olsun, ondan başka kimse halimi düşünmüyor. O, çocuk yaşta olmasına rağmen, durumumu anlayıp her gün bana, iki üç lira getiriyor. Onun verdiği ile geçiniyorum, dedi. 

Anneme dönerek: 

─ Anne, babamın zenginliği kendisine aittir. Bizim de çalışıp rızkımızı kazanmamız gerekiyor, dedim.

İlkokulu bitirdikten sonra, dericilik işi ile uğraşayım da, kardeşlerime yardımım olsun diyerek, deri tabakçısının yanında işe başladım.

Böylelikle, Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri, daha küçük yaşta olmasına rağmen çalışmaya başlamış, ticaret hayatı boyunca doğruluktan asla ödün vermemiştir. Peygamber (sav) Hazretlerinin; “Doğru tüccar Allah’ın dostudur” Hadis-i Şeriflerini kendisine düstur edinmiş, alnının teri ile çalışıp, Allah’ın vereceği rızka razı olmuştur.

Abdullah Baba (ks) genç yaşta ticarete atılmış ve henüz on yedi yaşında iken muhterem zevceleri Âmine Hanım ile evlenmişlerdir. Üçü kız üçü erkek, altı çocukları olmuştur. Fakat Züleyha (Cemanur) ismindeki kızları iki yaşında Çiçek hastalığından dolayı vefat etmiştir. Efendi Hazretlerinin, çocuklarının isimleri tarihleri ile birlikte şöyledir; 

1953 yılında büyük kızı Hatice dünyaya gelmiştir. Bundan sonra yedi yıl çocukları olmamış, 1960 yılında, ikinci çocuğu Hasan dünyaya gelmiştir. 1964 yılında ortanca kızı Aişe ve 1966 yılında da küçük oğlu Nuh Naci dünyaya gelmiştir.1953 yılında askere giden Efendi Hazretlerinin, askerde iken bir kızı bir de oğlu dünyaya gelmiştir. Kızı, yukarıda bahsettiğimiz, Hatice’dir. Oğlunun ismi ise Ebubekir-i’dir. Fakat oğlu vefat etmiştir.

1956 da askerlik vazifesini tamamlayan Abdullah Baba, memleketine döndükten sonra, bir yandan ailesinin nafakasını kazanmak ile uğraşırken, asıl gayesi olan Allah’a kulluk görevini yerine getirmek için ibadetlerine devam ediyor, ilim kitapları okuyordu. Buna Said-i Nursi Bediüzzaman Hazretlerinin, Risale-i Nur kitaplarını okuyarak başlayan üstadımız aradığını bulamıyordu. İçindeki yangını söndürecek çareyi arıyordu. Sürekli bir çıkış yolu arayan muhterem üstadımız, tasavvuf yoluna giriiine vesile olan yaiadığı hadiseleri bize iöyle anlatmıştır:

1956 da askerden geldikten sonra bir müddet Bediüzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatını okumaya devam ettim. O dönemlerde memleketimizde tasavvufi yönden çalışmalar yapan cemaatler yok idi. Ben de buna çok üzülürdüm.

Fatihayı Şerife’yi her okuduğumda bir titreme hâsıl olurdu: 

“Ya Rabbi ne olur şu mübarek âyet-i kerimede geçen, inam ettiğin, ihsan ettiğin, övdüğün, Sırat-i Müstakim üzere giden o nurlu yola bizi de dâhil eyle”,diye sürekli Allah-u Teâlâ Hazretlerine dua ederdim. Değişik şekillerde rüyalar görür, gece gördüğüm rüyaların aynısını gündüz yaşardım. Rüyalarım hep sahiha olurdu. Bunun yanında peygamberlerin hayatlarını okur, hep hayatını okuduğum Peygamber Efendilerimiz ile rüyamda görüşürdüm.

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur kitaplarını okuduğum dönem içerisinde, bir gece rüyamda Ay’a çıktım. Ay’ın cismi beyaz ve kayalıktı, toprağı, bizim Nevşehir’in ilçesi Avanos’un toprağına benziyordu. Said-i Nursi Hz.leri, Risale-i Nur okuyanların ihlâslı olanlarını davet etmiş, herkes oraya toplanmıştı. Ben de o topluluğun ön tarafında duruyordum. Bu esnada Said-i Nursi Hz.leri beyaz bir elbise, üzerine beyaz bir cübbe giymiş, başında beyaz takke, beyaz sarık, bıyıkları kısa kesilmiş, heybetli bir şekilde geldi, selam verdi. Selamını aldıktan sonra:

“Elhamdülillah, senin gibi bir evliyayı gördüm” dedim. Bu esnada dizlerimde derman kalmadı, olduğum yere oturdum. 

Said-i Nursi Hz.leri diğer topluluğun yanına gidip selam verdi, daha sonra benim karşıma geçip namazda oturur gibi oturdu. Ben de:

“Ya Rabbi! Zamanın evliyasının karşısında oturuyorum benim günahımı affet. Seni nasıl zikretsem de, bu evliyan beni sevse” diye dua ettim. O anda kalbimden; 

“Estağfurullah el-aziym” demek geldi. Sonra “Bismillahirrahmanırrahiym”, “Salâvat-ı Şerife”, “La ilahe illallah”, “Allah Allah”, “Hay Hay”, “Hu Hu” diye tarikat ehli gibi zikir yapmaya başladım. Bu arada dizlerim yerden kesilip, havalanmaya başladım. Said-i Nursi Hz.lerinin hizasını geçince, dedim ki;

“Uçayım da etrafında sema edeyim”, “Hay Allah” diye etrafında pike yapar gibi uçmaya başladım. Bir müddet döndükten sonra, Said-i Nursi Hz.leri; kalben; 

“Aşağıya in”, işareti verdi. Yine kalben;

“İn evladım yeter”, dedi. 

İndikten sonra karşısına geçip rabıta halinde durdum.

Said-i Nursi Hz.leri: 

─ Evladım, bir Mürşidi Kamil bulacaksın. Kadir-i tarikatına müntesip olacaksın. Senin risalen tamam, dedi. Ben de kendisine: 

─ Efendim ayrılmak istemiyorum, dediysem de; o mübarek zât: 

─ Hayır, evladım sen istihare yap, dedi. 

─ Peki, Efendim, dedim ve uyandım.

Ertesi gün evimize, Beyazın Şıh Ağa lakabında, her insanla fazla konuşmayan, Ramazan Ayında itikâfa giren, dili biraz kekeme olan o zât geldi. Arada bir ziyaretimize gelen Şıh Ağa, annemin de üstadı olan Aksaraylı Hacı Ahmet babaya bağlıydı.

─ Hoş geldin Şıh Ağa, buyur içeri gir, dedim. 

─ Sağ ol Abdullah, ben bağa gidiyorum, girmeyeyim. Sen, bugün rüyanda ne gördün? Onu anlat, dedi. Rüyam ona malum olmuştu.

Ben de kendisine görmüş olduğum rüyamı anlattım. Şıh Ağa cebinden bir kâğıt çıkardı: 

─ Abdullah, bu ders Abdülkadir Geylani Hz.lerinin dersidir, buna iyi çalış, diye nasihat etti. Bana verdiği ders annemin dersinin aynısıydı.

Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’ nın dersini çekmeye başladım. Bir yandan da baba mesleği olan deri imalatçılığına devam ediyordum. İmal ettiğimiz derileri civar illere götürüp satıyor, bu şekilde geçimimi sağlıyordum.

Yine bir gün İskilip’e deri satmaya gitmiştim. Müşterileri dolaştım. İşlerimi bitirdikten sonra esnaflardan birinin dükkânında sohbet ediyorduk.

Bu esnada bana:

─ Abdullah Efendi, burada, akşam zikrullah var, gitmek istersen seni de götürelim, dediler. Bende;

─ İnşallah gelirim, dedim. 

Akşam buluşup İskilip’in Kayabaşı Mahallesinde sohbet yapılacak yere gittik. Çorumlu Hacı Mustafa Efendinin zakiri Hacı Mehmet Efendi ismindeki zât çok güzel bir zikir yaptırdı. Zikrullah esnasında, Rufai tarikatına has olan ateş ve şiş burhanı yaptılar. Çok etkilendim. Daha sonra Zakir Hacı Mehmet Efendi:

─ Arkadaşlar, Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine ziyarete gideceğiz. Gelmek isteyeniniz var mı? Diye sordu.

Ben de, yaptığımız sohbet ve zikirden o kadar çok etkilenmiştim ki, gitmeye karar verdim.

Bir grup arkadaşla beraber Çorum’a gittik. Yanımda satmak için getirdiğim deriler de vardı. Bundan dolayı önce Veli Paşa Oteline yerleştim. Oradaki işlerimi hallettikten sonra akşam otele geri döndüm. O gece bir rüya gördüm.

Rüyamda; “Ulu Camii gibi içi havuzlu büyük bir cami içindeyiz. Camide namaz kıldık. Ben tefekküre dalmıştım ki, kapıları kapattılar. Camiinin içinde yalnız kaldım. –“Açık bir yer var mı?” diye etrafıma bakındım. Her taraf kapalı, sadece caminin içindeki havuzun tam üstünde camdan bir kümbet var. Oradan aşağıya doğru bir ip sarkıtıldı. O ipe tutunup yukarıya doğru çıkıyordum. Tam yukarıda da şeytan aleyhillane var. Azazil; çıplak vaziyette, sakalları seyrek, dişleri balta gibi. Beni eliyle bir itti, ben geri aşağı indim. Tekrar çıktım, geri indim. Bu hadise üç kere tekrar etti. 

O sırada caminin üç kapısı açıldı, üç kapıdan da insanlar girdi. Girenler Peygamberler ve Sahabelermiş. O an için sabah namazı kılacaklarmış. Bilal-i Habeşi Hz.lerinin sesi gibi gayet güzel bir ses Ezan’ı Muhammediyeyi okuyordu. Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa (sav) Hz.leri teşrif ettiler. Ben o sırada koştum fakat yetişemedim. Peygamber (sav) Hz.leri, bir anda caminin ortasındaki havuzun tepesine çıktı. Peygamber (sav) Efendimizin çıktığı yer ile havuzun kenarı arasında bir hendek (boşluk) vardı. O boşluktan Cehenneme düşülüyormuş. Arasat yeri imiş, hiç kimse geçemiyordu. Ben de kendi kendime, “Ölürsem öleyim, Ya Allah” dedim ve atladım. Rasulullah Efendimizin yanına çıktım. Peygamber Efendimizin kucağında; iki yaşlarında, buğday benizli, gayet güzel bir çocuk vardı. Hemen Rasulullah (sav) Efendimiz’i kucakladım. O da beni kucakladı ve elini öptüm. Dedim ki:

─ Ya Rasulallah, bu çocuk kimdir? 

Rasulullah Efendimiz (sav) Hz.leri: 

─ Evladım, bu benim torunum Mehdi’dir, dedi. 

Mehdi Resulü göreyim diye çok dua ediyordum.‘Elhamdülillah gördüm’ dedim. Tam çocuğu öpecektim ki, ağlaya ağlaya uyandım. Kalktığımda sabah ezanı okunuyordu.

O gün sabah, yani 26 Mayıs 1960 Cuma günü ihtilal oldu. Hiç kimseye sokağa çıkmaya izin vermiyorlardı. Camide on sekiz kişi ile cuma namazını kıldık. Caminin içinde iken, saçları kulağına kadar gelen, sakallarının bir kısmı ağarmış, üzerinde devetüyünden bir cübbe, başında siyah takke, siyah sarık bulunan bir zât gördüm ve çok etkilendim. Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri geldi zannettim. Hoca Efendi hutbeyi okuyana kadar ona bakıp bakıp ağladım. Bir yandan da kendi kendime:

“Sen ne yapıyorsun? Senin bir üstadın var” diye içimden geçirmeme rağmen, o zâtı seyretmekten kendimi bir türlü alamıyordum.

Namaz bittikten sonra, o güzel zâtın yanına gittim, elini öptüm. O mübarek insan, yanında bulunanlara hitaben; 

“Bu genci bizim eve getirin” dedi. Beraberce o mübarek zâtın evine gittik. Meğer bu zât Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri imiş. Evde beraber kahvaltı yapıp, sohbet ettik. 

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi:

─ Evladım, bu ihtilal Müslümanlara yapıldı. Müslümanlara yapılan bir darbe oldu. Allah’ın zikrini bırakırsak başımıza çok belalar ve musibetler gelir, dedi ve arkasından;

─ Evladım ben seni çok sevdim, sana bir ders vereyim, dedi. 

Ben de kendisine: 

─ Benim dersim var, dedim. Hacı Mustafa Efendi: 

─ Kimden derslisin, dedi. Ben de: 

─ Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’dan aldım. Benim annem onun dergâhına mensup zakirlerinden biri, dedim ve nasıl ders aldığımı anlattım. 

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri: 

─ Evladım, Mürşidi Kamillik babadan evlada kalmaz. Bu şekilde olanlar kabile şeyhidir. Ben sana teberruken ders vereyim de, hakikate erersin, dedi. Daha sonra, halimden anlamış ki:

─ Evladım soracağın ya da anlatacağın bir şey mi var? dedi.

─ Ben de kendisine, gece görmüş olduğum rüyayı olduğu gibi anlattım. 

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri; 

─ Elhamdülillah evladım, hakikaten “Mehdi Ali Resul” iki, üç yaşlarında, inşallah onu (manen) sen de göreceksin. Ayrıca, kalbin camiye çok bağlıymış, rüyan sahihadır. Zira Rasulullah (sav) Efendimizin şekline şemailine şeytan giremez, O’nu rüyasında gören, gerçekte görmüş gibidir, dedi ve hayır dua etti.

Bundan sonra hem Kadiri hem de Rufai dersi çekmeye başladım. Dersleri çekerken, hergün, farklı farklı haller ve değişik rüyalar görüyordum. Bunun yanında bazı acayip haller meydana geliyordu. 

Bir defasında; camide namaz kılarken, herkesin secde edeceği yerden alınlarına doğru birer kazık çıkıyor gördüm. Alnımıza batmasın diye secdeye varamıyorlardı. Ben de, “Ne olursa olsun, secdede kazıklar alnıma batarsa batsın”, diyerek secdeye varıyordum, ama hiçbir şey olmuyordu. Benimle birlikte bir de Hoca Efendinin alnına bir şey olmuyordu. Bazen herkesin önünde, tavşanların önüne konan yonca demetleri oluyordu. Müezzin; “Sübhanallah” dediği zaman, herkes uyuyor. Hoca Efendi, müezzin, bir de ben uyumuyorduk. Bazıları da para düşünüyorlardı. Ara sıra bir rüzgâr esiyor, yan tarafımdan geliyor, çekiliyorum, arka tarafımdan geliyordu. Bu sırada namaz kılarken, elimi bağladığımda, “Allah” dediğim zaman, ahenkle sallanıyordum. Benim bu şekilde sallanmamdan rahatsız olan müezzin; 

─ Abdullah Efendi sende bir hal var, bazen kıbleyi kaçırıyorsun, kalbine hâkim ol, dedi. Ben de müezzine: 

─ Ben farkında değilim. Öyleyse kimse görmesin. Arkada namaz kılayım, dedim. Cemaatin arkasında, namaz kılmaya başladım, namaz sonunda Cenab-ı Allah’a şöyle dua ettim:

“Ya Rabbi, herkes abdestini aldı, sana geldi, sana secde ediyorlar. Bunları umduklarına nail et, korktuklarından hıfzı muhafaza eyle, bunların duasını kabul eyle” dedim. 

Namaza gelenlerin ayaklarından çıkan tozları burnuma çeker, (iman edenlerin, namaz kılanların tozu burnuma girsin) derdim. Çünkü o dönemlerde namaz kılan insan pek azdı. Bir bekçi namaz kılarsa; devlet adamı namaz kılıyor, diye sevinirdik. Kur’an okuyanların hapse atıldığı, Kur’an-ı Kerimlerin kabristana gömüldüğü, kadınların başlarının zorla açıldığı ve Müslümanlara eziyet edildiği bir dönemdi. Hatta ezanı dahi okutmuyorlardı.

Efendi Hazretleri 26 yaşına gelmişti, yaşamış olduğu manevi halleri kimseye anlatamıyordu. Anlatsa da kendisine; “Sen kafayı bozmuşsun, tarikat senin neyine” diye çıkışıyorlardı.

Bir gün hafız-ı kurra olan, muhterem bir hoca Efendiye gördüklerimi anlattım.

Hoca Efendi: 

─ Evladım Abdullah, ben de tarikata bağlıyım. Bize küçükken anlatırlardı. Bu gördüklerine hal derler. Benim sırtımda semer görüyor musun?, dedi.

Ben de: 

─ Hayır, hocam seni iyi görüyorum, dedim.

Hoca Efendi: 

─ Bu durumunu anlatmak için, illaki şeyhine gitmen lazım, dedi. 

Ben de: 

─ Hocam, ben hem Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’den, hem de Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’dan ders aldım, dedim.

Hoca Efendi:

─ Aksaray daha yakın, sen Aksaray’a git, dedi. Daha sonra bir akrabam ile Aksaray’a gittik. 

Hacı Ahmet Baba’nın yerine geçen oğlu İzzet Efendi’nin yanına vardık. O gün İzzet Efendi’nin mahkemesi varmış. Davacı olan adamlara kızıyor, küfürler savuruyor ve olmadık hakaretler ediyordu. Hayretler içerisine düştüm. Akrabam Raşit Dayı’ya dönerek: 

─ Bu adam mı şeyh? Ağzından çıkandan haberi olmayan bir kimse benim bu halimi nasıl halletsin? dedim. Raşit Dayı bana;‘Sus, sus’, diye işaret yaptı. Bir müddet sonra İzzet Efendi bize;

─ Buyurun, dedi.

Raşit Dayı: 

─ Bu genç, benim halazadem olur. Annesi; Ahmet Baba’nın zakiriydi. Sana bir mesele danışacak, dedi. 

İzzet Efendi: 

─ Şöyle otur, dedi. 

Bu arada davalı olduğu kimselere; ‘dinsiz, imansız, kitapsız’ gibi sözler sarf ediyordu. Artık tahammül edemedim ve ayağa kalktım. 

Bu sırada İzzet Efendi bana:

─ Evladım neydi senin soracağın? dedi. 

─ Ben dersimi iade ediyorum. Kendime bir Mürşid-i Kamil arayacağım. Sen de bir Mürşid-i Kamil arasan iyi olur, dedim. Hiddetli bir şekilde;

─ Sen ne demek istiyorsun? dedi.

Raşit Dayı ile beraber oradan çıktık ve doğruca Nevşehir’e geldik.

Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri, bu arada ibadetlerine devam ediyor, oruçlar tutuyor. Cenab-ı Zülcelal Hz.lerine vasıl olabilmek için ağlaya ağlaya bir Mürşid-i Kamil arıyor. İşte bir gün Rabbine niyazda bulunur.

─ Ya Rabbi, sen bilirsin, dedim. Allah’a (cc) müracaat ederek istihareye yattım. 

Bir gün rüyamda Hızır (as); 

“Evladım, senin Şeyhin Antep’te, Bilal Nadir Hz.leridir, ona gideceksin” dedi. Yine rüyamda Antep’e gittim. Bilal Nadir Hz.lerinin evine girdim. Mübarek oturuyordu. Önünde; içi süt dolu bir kâse, yanında da bir tane kaşık vardı. Bir kaşık süt bana veriyor, bir kaşık kendi alıyordu. Ben de içimden; ‘Şeyh Efendinin bir tane kaşığı varmış. İki tane olsaydı da beraber içseydik’, diye düşünürken, uyandım. 

Ertesi gün; “bu istihare olmadı, belki şeytanidir”, dedim ve bir daha istihareye yattım. Rüyamda Bilal Babamın evine vardım. Herkes yatmış, tek bir yatak var. O da; Bilal Baba’ya aitmiş. 

Bilal Baba: 

─ Yatalım evladım, dedi. Ben;

─ İkimiz bir yatağa yatacağız. Erkekle bir yatağa yatmak olur mu? Gerçi askerde iki, üç kişi yattık ama burada da olur mu? diye kalbimden geçirdim.

Bilal Baba hemen döndü:

─ Evladım, sırtını sırtıma dayayacaksın. Elbiseyle yatacaksın, üzerimize battaniye, yorgan atacağız”, dedi.

─ Peki, Efendim, dedim.

Sırtımı sırtına dayadım. İkimizin kalbi aynı hizaya gelince; “Allah”, dedim. Bütün vücudum, “Allah Allah” demeye başladı. Uyandığımda halen “Allah Allah”, diyordum.

“Nihayet beni tasavvuf yolunda irşat edecek, yol gösterecek, hakikate erdirecek kâmil bir insanı buldum” diyerek, Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne hamd ettim. 

Lakin, 1960 ihtilalinden sonra çok zarar etmiştik. O gün için on sekiz bin lira gibi büyük bir sermaye kaybettiğimiz halde, yirmi sekiz bin lira da borçlanmıştık. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmasın diye sabahlara kadar çalışıyorduk. Manen beni irşat edecek zâtı bulduğum halde, onu ziyarete gidememek beni çok üzüyordu. Yol param dahi yoktu.

Bir gün ağabeyimin asker arkadaşı olan sarrafa varıp, bir hafta sonra ödemek şartıyla, on beş lira borç istedim. Parayı aldıktan sonra doğruca Aksaray’a gittim. Eskiden at arabaları olduğu için, oradan geçmekte olan bir arabacıya;

─ Nereye gidiyorsun? diye seslendim. Arabacı: 

─ Garaja gidiyorum, dedi. Hemen arabaya bindim. Arabada, elinde sepeti olan bir şahıs bana; 

─ Seni bir yerden tanıyacağım, dedi. Ben de: 

─ Evet, tanırsın, sen İzzet Efendisin, ben de Nevşehirliyim. Annem Hacı Ahmet Baba’nın zakiri idi. Sizinle daha önce görüşmüştük, dedim. İzzet Efendi cevaben; 

─ Evladım sorma! O gün çok öfkeliydim, ne yaptığımı bilmiyordum. Bir tarla meselemiz vardı. Adamlarla bir türlü anlaşamadık. Sen de tam o kavganın üzerine geldin. Senin yanında o gün yaptıklarımdan dolayı utandım. Daha sonra, Nevşehir’e sizi ziyarete gelmeyi düşündüm ama fırsat olmadı, dedi. 

Ben de kendisine: 

─ Lüzum yok, İzzet Efendi! Ben istihare yaptım ve aradığım Mürşid-i Kâmili buldum, “Elhamdülillah” dedim. Gördüğüm rüyayı anlattım. O da;

─ Allah mübarek etsin! Allah mübarek etsin! dedi. Daha sonra ayrıldık. 

Aksaray’dan, Fındık Ağası isminde bir firmanın arabasıyla Bilal Nadir Hazretleri’ne gitmek için, Antep’e yola çıktım.

Muhammed Bilal Nadir Hz.leri, Gaziantep İli’nin, İslâhiye İlçesinde o günkü ismiyle Erikli Belen Köyünde, 1895 yılında dünyaya şeref vermişlerdir. Bilal Nadir Hz.lerinin babası Abdullah Efendi zengin ve eşraftan bir zât idi. 

Abdullah Efendinin önceki hanımından çocuğu olmadığı için tekrar evlenmiş, ondan da çocuğu olmamıştır. Abdullah Efendi bunun üzerine, Allah-u Teâlâ’ya, kendisine hayırlı bir evlat vermesi için dualar eder, koyunlar kestirir, fakir fukaraya dağıtırmış. Hayır ve hasenatta bulunurmuş. Nihayet Hak Teâlâ ilk hanımından bir erkek evlat vermiştir.

Abdullah Efendi devrin âlimlerine çocuğun ismini koymak için müracaat etmiş. Zamanın âlimleri, nur yumağı olan bu yavruya, Peygamberimizin ve onun şerefli müezzini Bilal-i Habeşi Hazretleri’nin ismini vermeyi uygun görmüştür. Böylece “Muhammed Bilal” ismi verilmiştir.

Abdullah Efendi, oğlunun iyi bir eğitim görmesini istemiştir. Bunun içinde kendisi yaylada kalmasına rağmen, kış günlerinde oğlunu atına bindirip, köy imamından Kur-an eğitimi alması için köye götürmüş ve çocuğunun eğitimi ile yakından ilgilenmiştir. Nuru cihanı aydınlatacak olan Muhammed Bilal; küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i öğrenmiş ve on beş yaşına geldiğinde, babası Abdullah Efendi’yi kaybetmiştir. 

Artık evin geçimi kendi üzerine kalmıştır. Tüccarlık, çerçicilik, çiftçilik gibi çeşitli mesleklerde çalışarak büyük bir gayretle dünya hayatını kazanırken, öte yandan da içinde oluşan kemalat arzusu sebebi ile derin tefekkürlere dalmakta, bunun için, kendisini Hakk’ a vasıl edecek kâmil bir şeyh aramaktadır. Gaziantep’e, Kahramanmaraş’a ve daha birçok illerdeki şeyhlere gider. Kalbini mutmain edici bir şeyh bulamaz. Nihayet terki dünya etmiş ve aynı gayeyle yola çıkmış Sivaslı Osman Efendi isminde bir dervişle karşılaşır. Birlikte yola düşerek kendilerini matluba eriştirecek kâmil bir şeyh bulmak için Suriye’ye, Şam’a, Halep’e, Bağdat’a giderler. Fakat oralarda da uygun vasıfta kâmil birini bulamazlar. En son Hulefa-i Kadir-iden Şeyh Hafız Ali Efendi’ye gider. 

O büyük zât Bilal Nadir-i Hazretlerine:

“Evladım Bilal, senin maneviyatın Veysel Karani Hazretlerine benziyor, maneviyatını ben tartamıyorum” der.

Artık, bundan sonra Muhammed Bilal Nadir-i (ks) Hazretleri sürekli olarak, Antep de bulunan Hz. Peygamber (sav)’in güzide ashabı ve sancaktarı Ukkaşe (ra) Hazretlerinin türbesine gider. Vaktinin büyük bir kısmını, Ukkaşe (ra) Hazretlerinin yanında zikir, ibadet ve tefekkür ile geçirir, sürekli gözyaşı döker.

Ukkaşe (ra) Hazretleri

Cennet ehlinden olmak için Hz. Peygamberden dua isteyen Ukkaşe (ra) Hz.leri; Ashabı kiramın büyüklerinden ve Bedir ashabındandır.

Fazilet erbabı olup yaradılışı, ahlakı ve huyu çok güzeldi. Medine muhacirlerinden olup, çok meşakkatler çeken sahabelerdendir.

Ukkaşe (ra) Hz.leri Peygamber (sav) Efendimizin üç sancaktarından biriydi. Harbe gidilirken atlı birliklerin, okçu birliklerin ve yaya olan birliklerin sancağı ayrı ayrı olurdu. Yaya birliklerinin sancağını Ukkaşe (ra) taşırdı.

Hz.Ukkaşe (ra) İle İlgili Hz. Peygamberin (sav) Bir Mucizesi

Rasulullah(sav) Efendimizin yanında, Hz. Hamza (ra) ve Hz. Ali (ra) Efendimizin komutasında Bedir Savaşı’na katılmıştır. Bedir Savaşı esnasında kılıcı kırılmış. Hz. Peygamber (sav) kırılan kılıcına mukabil ona hurma dalı vermiştir. Peygamberimizin mucizesiyle hurma dalı keskin bir kılıç olmuştur. Daha sonra Uhud, Hendek gibi savaşlara da aynı kılıçla katılmış. Hayatı boyunca büyük zorluklarla karşılaşmış ve yılmadan mücadelesine devam etmiştir. Yaşadığı müddetçe de peygamber mucizesi bu kılıç ile savaşlara katılmıştır.

Ebu Hureyre (ra) ve İbni Abbas (ra) , Ukkaşe (ra) hakkında, hadisler rivayet etmişlerdir. Ukkaşe (ra) erkeklerin en güzeli ve ahlaklısı olarak tavsif edilmiştir.

Peygamber (sav) Efendimiz sağlığında iken Ukkaşe (ra)’a “Cennet ehliden” olması için dua etmiştir.

Hz.Ukkaşe(ra)’nin Hz. Peygamber(sav)’in Nübüvvet Mührünü  Görmesi ve Öpmesi

İbni Abbas (ra) anlatıyor:

Peygamber (sav) Efendimiz “Nasr suresi” nazil olunca vefatının yaklaştığını anladı. Rasulullah dünyadaki son günlerinde idi. Hz.Bilal’e bütün ashabının Mescid-i Nebevi’de toplanmasını emreyledi.

Daha sonra iki rekât namaz kıldı ve hutbeye çıkarak şöyle buyurdu;

─ Bugün benim dünyamın sonu ve ahiretimin ilk günüdür. Allah-ü Teâlâ beni dünya ve ahiret arasında muhayyer bıraktı. Ben de ahireti tercih ettim. Ben sizlere Nebi ve nasihat edici idim. Bu vazifeyi kendiliğimden değil, Allah’ın emri ile yerine getirdim. Allah tarafından görevlendirilmiş idim. Şimdi aranızdan ebediyen ayrılıyorum. 

Bir gün gelecek ki; o gün ana ve baba evladından kaçacak. Boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacak. O gün gelmeden eğer içinizden birine vurdum ise işte buradayım, gelsin benden hakkını alsın, diyerek üç defa tekrar eder.

Bunun üzerine Ukkaşe (ra) Hz.leri ayağa kalkarak:

─ Anam, babam size feda olsun Ya Rasulullah! Üç seferdir and verip “bende hakkı olan varsa gelsin”, buyurdunuz. Böyle ısrar etmeseydiniz, bir talepte bulunmayacaktım. Hâşâ sizden davacı değilim fakat emrinize istinaden buraya geldim. Tebük Seferinden sonra Hazid Muharebesinde benim devem sizin devenizin yakınında idi. Devemden indim. Size yaklaşıp elinizden öpmek istedim. Sırtımı size döndüğüm de; o zaman tevazuunuzdan öpmemi engellemek için, sırtıma kamçı ile vurmuştunuz, der. Bunun üzerine Peygamber (sav) Efendimiz:

─ Sende bana vur kırbacı, buyururlar.

O esnada bütün sahabe gözyaşları içerisinde Ukkaşe’yi caydırmaya çalışmaktadır. Ukkaşe (ra):

─ Ya Rasulullah! Benim üzerimde gömlek yoktu, der.

Peygamber (sav) Efendimiz üzerindeki gömleğini çıkarır. 

Ukkaşe (ra) Hz.leri, Peygamber (sav) Efendimizin iki omuz küreği arasındaki nübüvvet mührünü görür görmez, kendinden geçerek “La ilahe İllallah Muhammedur Rasulullah” deyip gözyaşları arasında mührü öpme şerefine nail olur.

─ Ya Rasulullah! Maksadım hâşâ sizi kamçılamak değil nübüvvet mührünüzü öpebilmekti. Bunun için böyle bir yola başvurdum.

Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber (sav) Efendimiz ashabına dönerek:

─ Ehli cennetten birini ve cennetteki komşumu görmek dilerseniz; bu zâta nazar ediniz ve ziyaret ediniz. O’nun nefesinde şifa vardır. Çünkü benim nübüvvet mührümü öptü, buyurur.

Bu hadiseden sonra ashab ve Ehli beytin ona karşı hürmet ve sevgisi daha da arttı.

Ukkaşe (ra) Hz.leri Peygamber (sav) Efendimiz vefat ettikten sonra Hz.Ebubekir’in döneminde ordu komutanlığı yapmıştır. O vefat ettikten sonra Hz. Ömer (ra) Efendimizin hilafetinde de aynı görevine devam etmişti.

İslam orduları Hz. Ömer (ra)’in Hilafetinde Hz. Ali (kv)’nin başkomutanlığında zaferden zafere koşuyor; önüne çıkan bütün küffar ordularını alt ediyorlardı.

Halep’in fethinden sonra İslam ordularına mukavemet edecek batıl güçler darmadağın olmuştu. Birçok koldan ilerleme sağlanabilir ve büyük bir coğrafya kısa sürede İslam ve iman vuslatına kavuşabilirdi. İşte bu yüzden Halid bin Velid (ra) Hz.leri fetih ordusunu onar bin kişilik birliklere ayırtıp birçok koldan ilerlemeyi emretmişti. İşte bu onar bin kişilik İslam fetih ordusu birliklerinin birine Ukkaşe (ra) Hz.leri getirilmişti. Bu birlik ve komutanı Antakya ve Hatay havalisini fethedip; İslam tebligatını yaparak, Kırıkhan ve İslâhiye’yi de aldıktan sonra, türbesinin bulunduğu güzergâh üzerinden Maraş ve Malatya’ya doğru ilerlemek istiyordu.

Ancak buralara gelene kadar kendinden sayıca ve kuvvetçe üstün olan küffar ile çok çarpışmış, epeyce şehit vermişler ve yaralılar da çoğalmış kendisi de yaralanmış idi. Tam o esnada Halife Hz. Ömer’in bir kerameti ile karşılaştı.

Bu keramet; taa Medine-i Münevvere de mescidin damı üzerinde iken, Hz. Ömer’in ileriye doğru işaret ederek ve bağırarak; 

“Ya Saria (Ukkaşe) El-Cebel El-Cebel (Ya Ukkaşe dağa çıkın)” emrini vermesi idi. Hz.Ukkaşe bu emri ve işareti alınca birliğine, çarpışarak dağa çıkmalarını emretti. Öncü olarak kendisi önce tepeye çıktı.

Bu tepede hem ağır yaralı hem de yorgun ve bitkin olan Hz.Ukkaşe, arkasından gizlice yaklaşan bir keşiş tarafından, hançerlenip şehit olarak Rabbine kavuşmuştur. Hz. Ukkaşe şehit olduğunda yetmiş üç yaşında idi. Daha sonra diğer İslam orduları yardıma yetişmiş ve küffar bozguna uğratılarak zafer kazanılmıştır.

Daha sonra şehitlerin defin işlemleri yapıldı. Hz.Ukkaşe’nin ashabın içindeki mevkii çok yüksek ve Ehli Beyte yakınlığı olduğundan özellikle şehit olduğu bu mekâna defnedilmesi kararlaştırıldı. Hz.Ali (ra) bu şehadeti ve muharebeyi duyunca emrindeki diğer birliklerle buraya gelerek, Hz. Ömer (ra)’in de mesajı üzerine Ukkaşe (ra)’ı bu mekâna ve makama defnettiler;

Sakın, terki edepten ey! Makam-ı evliya’dır bu

Nübüvvet Mührü’nü öpen Eshab-ı Mustafa’dır bu 

Elini göksüne koy da, gir bu dergâha ey mümin 

Muhibbi mürşidi âlem, sipaha evliyadır bu

 

Budur Ukkaşe bin Muhassin, şehidi Hak envarı

Fetih ordusu kumandanı, güruhu evliyadır bu

İmamı Ali emrinde, Ömer’ul Faruk zamanında

Yüzün sür payine Ethem, şehidi kibriyadır bu.

İlel Cennet-i Ebeda…

Bilal Baba, Ukkaşe (ra) Hazretlerinin yanında huzur buluyor, onun maneviyatından istifade etmeye çalışıyordu. Yine, böyle bir gün Ukkaşe (ra) Hz.lerinin huzurunda iken, basiret gözü açılan Bilal Nadir Hz.leri, Ukkaşe (ra) Hz.lerinin maneviyatı ile tanışmış ve tek gayesi olan Allah’a kulluk makamına ulaşabilmek için nefsi ile çetin bir mücadeleye girmiştir. 

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin dostluk makamına ulaştırdığı zâtlar Peygamberlerden sonra en büyük sıkıntılara ve imtihanlara tabi tutulurlar. Zira Peygamber (sav) Hazretleri Hadisi Şeriflerinde;

“Kim beni sevdiğini iddia ediyorsa, fakirliğe razı olsun. Kim Allah-u Teâlâ Hazretlerini sevdiğini iddia ediyorsa belaya razı olsun. Her kim Allah ve Resulünü sevdiğini iddia ediyorsa, hem fakirliğe hem de belaya rıza göstersin”, buyurmuştur.

İşte o Allah’ın dostları başlarına gelen her türlü sıkıntıya sabretmişler, en büyük saâdetin ancak Allah’a (cc) muhabbette olduğunu bilmişlerdir. 

Bilal Nadir (ks) Hazretleri de genç yaştaki kardeşini kaybetmiştir. Kardeşinin vefatı hadisesini, şöyle anlatır; 

─Kardeşim aniden ortadan kayboldu, günlerce aradık bulamadık. Arkadaşlarına sorduk. Onların da haberi yoktu.

Kardeşim kayıp olalı beş altı gün geçmesine rağmen hâla haber alamamış idik. Daha sonra Ukkaşe (ra) Hazretlerinin Türbe-i Şeriflerini ziyarete gittim. Çok üzgündüm. O sırada Ukkaşe (ra) Hz.leri bana:

─ Evladım Bilal, fazla üzülme! Besmele-i Şerife çek ve çık, dedi. 

Ben de:

─ Bismillahirrahmanirrahiym, dedim. O anda Cennetin birinci katında kendimi buldum. Aynı askeriye nizamiyesi gibi, gayet tertipli bir yerdi. Oradaki görevliye, kardeşimi aradığımı söyledim. Bana:

─Bu isimde birisi burada yok, dediler. Oradan ikinci kata çıktık. 

─İkinci katta da bu isimde bir şahıs yok, dediler. 

Oradan üçüncü kat cennete çıktım. İsmini okudular, biraz sonra kardeşim gayet güzel bir surette yanıma geldi. Yalnız, baş tarafında kan lekesi vardı. Eliyle yüzünü mesh etti. Yüzü pırıl pırıl oldu ve sonra şöyle devam etti;

─ Üzülme Ağabeycim! Benim rahatım burada çok iyi, ben şehit oldum. Biz o gün arkadaşlarla ava gitmiştik. Ben bir ara onlardan uzaklaştım. Onlar da beni av zannedip, ateş ettiler. Ben de orada şehit düştüm. Onların bundan dolayı bir vebali yok, davacı da değilim, dedi.

İşaret parmağını şöyle ileriye doğru uzattı. Floresan ışığı gibi bir ışık saçtı. Avlandıkları yerde, cenazesi iki kayanın arasında tertemiz duruyordu. 

Daha sonra oradan ayrıldım. Bu manevi hal üzerimden geçtikten sonra kardeşimin bana tarif ettiği yerde yatarken cesedini buldum. Cenazesini aldık ve defnettik. (Allah rahmet eylesin).

Tabi bu hadiseyi, kardeşimi vuran kişiler de duymuştu. Fakat onların bir suçu olmadığını ve onlardan davacı olmadığımızı söyledik.

Günler günleri kovalıyor ve Bilal Baba’nın içindeki ilahi aşk gittikçe artıyordu.

Ukkaşe (ra) Hazretlerinin manevi feyiz ve bereketi ile yetişip ondan istifade etmiş olan Muhammed Bilal (ks) Hazretlerine bir defasında, Gavs-ül Azam Seyyit Abdülkadir-i Geylani (ks) Hazretleri, nasıl yatacağını, nasıl uyuyacağını ve nasıl çalışacağını uzun uzadıya tarif eder. 

Bundan sonra Bilal Baba, yedi yıl tuzsuz arpa ekmeği yiyip riyazetle, mücahade etmiştir. Yedi sene riyazetten ve kırk günlük çileden sonra, kendisine manevi fetihler ihsan edilmiştir. 

Böylece Peygamber Efendimiz(sav)’in Veysel Karani’yi (ra) manevi olarak yetiştirdiği gibi, Ukkaşe (ra) Hz.’leri de Muhammed Bilal Nadir-i Hz.lerini yetiştirmişti. Rüyalarında Peygamberimizi, Cihar-ı yâri Güzin’i büyük velileri görerek onlardan da aldığı feyiz ile kısa zamanda kendisini yetiştirir ve kâmiller arasına girer. Kendisine de manevi olarak Rasulullah (sav) tarafından (Nadir) ismi verilmiştir. Böylesi zâtların ender yetişmesinden dolayı bu isme layık görülmüştür.

Zira Hz. Peygamber (sav) Hazretleri, hadisi şeriflerinde bizleri bu konuda şu şekilde aydınlatmaktadır;

“Benim ashabımın her biri gökteki yıldızlar gibidir, hangisine tutunursanız, kurtuluşa erersiniz”

Artık, Muhammed Bilal Nadir-i (ks) Hazretleri denizlerin kendisine aktığı bir umman olur.

Muhammed Bilal Nadir-i (ks) Hz.leri, manevi görev alışını şu şekilde anlatmaktadır;

“Bir gün rüyamda; Bütün peygamberlerin, sahabelerin, evliyaların ve pek çok mübarek insanın hazır bulunduğu bir yerde iken, bana imamlık yapmamı söylediler. 

Ben de: 

─ Bu zâtların hepsi, kabir ehlidir. Ben onlara namaz kıldırmaya hayâ ederim. En iyisi onlara dua edeyim, dedim. Tam o sırada, Peygamber (sav) Hazretleri, elinde bir taç ve bir cübbe ile geldi. Cübbeyi ve tacı giydirdi ve bana namaz kıldırmamı emretti. Namazı kıldırdıktan sonra, iki cihan serveri Fahri Kâinat Efendimiz (sav), şöyle buyurdu:

─ Evladım Bilal, senin maneviyatın nadirattandır. Bundan sonra senin ismin “Nadir-i” buyurdular. Ümmetime Hakkı anlat ve sabrı tavsiye et, iyiliği emret, kötülükten men et, ümmetimi irşat ile vazifelisin, buyurduktan sonra;

Seyyid Abdülkadir Geylani, Muhammed Bahaeddin Nakşibendî ve Seyyid Ahmed-i Rufai Hz.lerinden ders vermeye yetkili kıldılar.

Bu hadiseden sonra, Ukkaşe (ra) Hazretlerinin türbe-i şeriflerine gittim. Daha önceleri mübareği ziyarete gittiğimde, kendisi yanı üzerine yatar bir vaziyette iken görüşürdük. Bu görev verildikten sonra yanına gittiğimde toparlanarak bana;

“Hoşgeldin Mürşitlerin Kâmil-i” dedi”.

Antepli Bilal Nadir Hz.leri bir sohbetlerinde şöyle anlatmıştır:

“Kardeşlerim! Size “Üstadınızın Üstadı kimdir” diye sorarlarsa Veysel Karani Hz.leri dersiniz. Biz üveysiyiz. Bizi her yönü ile irşad eden Veysel Karani Hz.leridir. Manevi feyzinden istifade ettiğimiz zât ise Hz. Ukkaşe (ra) dır” buyurmuşlardır.

Bilal Nadir (ks) Hazretleri, yaşadığı müddet Hakkın hâkimiyeti için çalışmış, insanların ıslahı için gayret göstermiş. Pek çok sarhoşun hidayetine vesile olmuştur. Birçok ruh hastalarının ve devasız hastalıklara müptela olmuş zavallıların, şifa bulmasına vesile olmuştur. Kırık kalplerin, yıkık gönüllerin mimarı olmuş bir gönül sultanı idi.

Hayatı bütünüyle Hak mücadelesi ile geçen Bilal Nadir (ks) Hazretleri, sadece tasavvuf yolunda mücadele vermemiş; aynı zamanda memleketimizin düşman istilasına uğradığı o dönemlerde 1.Dünya Harbine de iştirak etmiştir. Etrafında oluşturduğu yirmi kişilik bir grup ile Fransızları günlerce oyalayarak düşmana büyük zayiatlar verdirmiştir. Tarihin cilvesine bakın ki, memleketi için canını ortaya koyan büyük bir mücahit, bir zaman gelmiş, ‘vatanı bölme suçundan mahkeme’ de yargılanmıştır. Otuz altı defa tevkif, elli dört defa nezarete alınmış ve yüzden fazla da ifade vermiştir. Daha sonra da, on sene Giresun’a ve iki sene de İstanbul’ a sürgüne gönderilmiştir. Giresun’da 1936 ve 1946 seneleri arasında, İstanbul’da ise 1954 ve 1956 yılları arasında sürgünde kalmıştır. Her hapis yatmasında, her sürgüne gitmesinde, biraz daha tanınmıştır.

Bir gün Giresun’a sürgüne gönderilirken yolda hanımı Bilal Babaya:

─ Hep bu başımıza gelenler, senin bu müritlerinin yüzünden, der.

Bilal Baba da:

─ Evet, hanım, arıyk bundan sonra bu işleri bırakacağım, diye cevap verir.

Bunun üzerine hanımı:

─ Ciddi mi söylüyorsun? Diye sorar.

Bilal Baba da:

─ Evet, der. 

Hanımı;

─ Aman Efendi! Bir eve acı, ekşi, tatlı, tuzlu, hepsi lazım. İyi müritlerin tatlı gibidir. Diğerleri de; tuzlu, acı ve ekşi gibidir. Bunlar olmadan nasıl ev hayatı devam etmezse, ihvanlar olmadan biz yapamayız, der.

Bilal Nadir (ks) Hazretleri de:

─ Hanım, ben de seni imtihan için böyle söyledim, cevabını verir.

Uzun bir yolculuktan sonra Bilal Nadir Hz.leri ile görüşmek için Antep’e geldim, fakat onu bulamadım. 

Kendisini orada tanıyan birkaç kişiye, nerede olduğunu sordum. Bilal Babanın köye gittiğini söylediler. Vakitte epeyce ilerlemişti.

Yatsı ezanları okunuyordu ve Bilal Baba köyden dönmemişti. Antep’e gelebilmek için on beş lira borç para almıştım. Gidiş yolu için, yedi buçuk lira harcadım. Geri dönüş için yedi buçuk lira param kalmıştı. Bu para sadece geri dönmeme yeterli idi. Aç olmama rağmen hiç bir şey yemedim. 

Yatsı namazını kıldıktan sonra, cemaatten birisi beni misafir eder diye bekledim. Fakat kimse halimi sormadı. En son imam da kapıyı çekip gitti. Ben de caminin yanında oturdum ve Allah’ı zikretmeye başladım. O sırada, gayet güzel sakallı, omzuna halı atmış, Allah dostu nurani bir zât yanıma doğru gelip;

─Vay Babamın kuzusu, Babamın oğlu, deyip beni kucakladı.

─Haydi, buyur seni eve götüreceğim, misafirim olacaksın, sende Bilal Babanın kokusu var, diyerek beni aldı ve evlerine gittik.

O zâta; Nevşehir’den geldiğimi, Bilal Baba’yı aradığımı, fakat görüşemediğimi söyledim. Bu arada evin hanımı sacın üzerinde, bazlama ve çörek pişiriyordu. Hem yol yorgunu hem de çok açtım. Fakat aç karnına sıcak çörek mideme oturur da rahatsızlanırım, diye düşündüm. Az bir şey yedim ve yatmak için odama çekildim. Lakin yemeği az yediğim için uyku tutmadı. Bu arada O zât da; açıktan gür bir sesle Kur-an’ı Kerim okuyor, namaz kılıyor, ibadet ve taat yapıyordu. Sonradan öğrendim ki, hafız bir insanmış. Bir ara O zât içeri gelerek:

─ Abdullah Efendi saat üç buçuk oldu. Teheccüd namazını da kıl. Ondan sonra istirahat et, dedi. 

Teheccüd namazını kıldıktan sonra yattık. O zât ise sabaha kadar hatim ile namaz kıldı. Sabahleyin namaza camiye gittik. Namazı kılıp eve geldikten sonra, saat dokuza kadar istirahat ettik. Bilal Babanın kaldığı eve beni misafir eden Hacı Hanefi Efendi ile beraber gittik.

Bilal Baba damın üzerine oturmuş, dervişlere vaaz ve nasihat ediyordu. Ben de dama çıkabilmek için merdivenlerden çıkarken Bilal Babayı gördüm. Sanki Rasulullah (sav) Efendimizi görmüş gibi oldum. “Allah” dedim. Tam o halin sarhoşluğu ile merdivenlerden düşerken yakaladılar. 

Bu arada Bilal Baba da, ben daha gelmeden evvel yanında bulunanlara:

─Az sonra buraya bir genç gelecek. O merdivenlerden düşmeden yakalayın, diye tenbih ederek kerametini göstermiş. Bu hadiseyi de, bana daha sonra anlattılar.

Bilal Babanın yanına oturdum. Güzel cemali karşısında mest oldum, elini öptüm. Mübareğin gözlerine bakınca kalbimden;

“Efendim beş tane çocuğumu bıraktım. Senin uğruna, aşkına geldim. Ne olur! Şu gözlerini bir öpsem”, diye düşünürken, o anda Bilal Baba kalbimden geçenlere vakıfmış. 

─Öp evladım öp, dedi ve iki gözünden de öptüm. “Elhamdülillah”

Mübarek ile kucaklaşınca; 

“Allah’ın evliyasının sakalı yüzüme değdi. Artık ben bir daha yüzüme jilet vurdurmam” diye kendi kendime orada söz verdim. O gün benimle beraber orada on kişi daha sakal bıraktı.

Daha sonra Bilal Baba, beni karşısına alıp dizini dizime dayadı, ellerimden tuttu, alnını alnıma dayadı, üç defa “La ilahe illallah” dedikten sonra,

─ Evladım sana yedi sahih üzere, Kadir-i dersi verdim”, dedi.

Dersi aldıktan sonra, Bilal Baba:

─ Evladım ismin ne?, dedi.

─ Abdullah, diye cevap verdim. Orada bulunanlar;

─ Bu muhakkak seyyiddir, Evladı Resuldür. Bilal Baba bugüne kadar hiç kimseye bu şekilde ders vermedi. Yanında birçok insanlar vardı. Onlar dahi bu şekilde ders almadılar, diye konuşuyorlardı. 

Bilal Babaya, Rufai şeyhi Hacı Mustafa Efendinin verdiği dersi de çektiğimi söyledim. 

Bilal Baba da bana:

─ Evladım, Hacı Mustafa Efendi, seyri sulükunu tamamlamış, Mürşidi Kamil bir zâttır. Türkiye’mizde tekdir. Önce O’nun dersini çek, sonra bizim dersimizi çek İnşallah, dedi. 

Bu arada vakit epeyce ilerlemiş, akşam ezanı okunuyordu. Orada bulunanlar bana namazı kıldırmamı söylediler. 

Ben de kendilerine; 

─Ben hafız değilim, ümmiyim. Burada hocalar var, hafızlar var onlar kıldırsın, dediysem de;

─Hayır, Abdullah Efendi, sen kıldıracaksın, dediler. O anda içimden;

“Ya Rabbi sen bilirsin, ben ümmi birisiyim. Benden imamlık yapmamı isteyenler âlim ve hafız kişiler, onlar gibi ilmim yok. Lakin Peygamber Efendimizin varisiymişim gibi benden imamlık yapmamı istiyorlar. Ne olursun beni mahcup etme”, diye dua ettim.

Namaza başlamak için tekbir getirdiğimde, vücudum bir anda büyüdü. Bulunduğumuz cami genişledi. Fatiha Suresini okuduktan sonra Vedduha’yı okumaya başladım. Vedduha’yı nasıl okuduğumu hatırlamıyorum. Sadece “Vedduha” dediğimi hatırlıyorum. 

Rükûya eğileceğimde, (alnım duvara değer) diye düşünürken aklıma; camide gördüğüm kazıklar geldi ve “değerse değsin” diyerek rükûya eğiliyordum. Ben her defasında rükûa ve secdeye eğildiğimde, hem cami genişliyordu hem de rükû ve secde yaptığım mihrap açılıyordu. Böylece vücudum ile birlikte ile camide genişliyordu. Bu şekilde namazı kıldırdım. Namazı tamamladıktan sonra tevhid okuduk. O an bende yine bir aşk, bir cezbe hali hâsıl oldu. Kendimi tutamadım. Tabi bunu orada bulunan kişiler de fark etti.

Zikrin sonunda ısrar ederek;

─ Siz seyyid misiniz? Evladı Resul müsünüz? diye sordular.

Ben ise halen; kıldırdığım namazı düşünüyor:

“Ya Rabbi eğer namazda ayetleri yanlış okusaydım hocalar beni ikaz eder, uyarırlardı. Onlar yanlışa tahammül edemezler, demek ki doğru okumuşum” diye içimden geçiriyordum.

Namaz kılarken yaşadığım o halin herkes üzerinde olduğunu düşündüm. Fakat kimse öyle bir şeyin mevzusunu dahi etmedi. Anladım ki, bu hal Allah-u Teâlâ Hazretlerinin vermiş olduğu bir lütuftu. 

Allah-u Teâlâ yarattığı ve yaşattığı her şeyin sahibidir. Kime ne murat etti ise o dem tecelli eder. Lütuf ve Kerem sahibi ancak Cenab-ı Zülcelal Hazretleridir.

O gün, Bilal Nadir Hazretleri ile epeyce bir sohbet ettikten sonra vedalaştık ve Nevşehir’e geri döndüm. 

Aradan on beş yirmi gün kadar geçmişti. Üstadımın hasretine dayanamadım. Ocağa bir adam tuttum ve arkadaşımla, beraber Antep’e gittik. Giderken de, Bilal Baba’nın ilahilerini çekelim diye yanımızda altı, yedi tane kaset götürdük. Niyetimiz bir hafta kalmaktı. 

Antep’in Danacık Köyünün girişinde indik. Yürür iken, at arabası ile bize doğru bir adam yaklaştı. Arabaya yonca yüklemişti. Bize;

─Herhalde Bilal Babayı ziyarete geldiniz. Fakat evinin yanına kadar giden yol çok çamurlu, üzeriniz batmasın. Buyurun, arabaya binin ben sizi götüreyim, dedi.

Peygamber (sav) Efendimizin doğum yıl dönümü olması sebebiyle bir gün önceden gitmiştik. Mübareğin evine yaklaştığımızda mahşeri bir kalabalık vardı. Bilal Baba, biz gelmeden önce, oradaki cemaate;

“Bugün, Nevşehirli Abdullah Efendi oğlum geliyor” diye kerametini göstermiş. (Bu hadiseyi bize daha sonra anlattılar.) Üstadımızın evine girdiğimizde, bizi içeri buyur etti, bir arkadaşı da yanına çağırdı ve Ona:

─Şu çantayı aç, içinden kaset çıkar, mevlit okunacak, ilahiler söylenecek, dedi. Ondan sonra pencereyi açtı, bana dönerek;

─Şu tepeyi görüyor musun? Orada, Sahabeden Ukkaşe Hazretleri vardır. Benim manevi liderimdir. Onu ziyaret et, oğlum Abdullah, dedi. 

Biz de, o mübareği ziyarete gitmek için gusül abdesti aldık ve dağa doğru tırmanmaya başladık. Bu arada diğer kalabalık, köyün etrafını dolaşarak dağa doğru gidiyorlardı. Yukarı vardığımızda, bize:

─Ya hu, siz ne yaptınız? Bu dağın yılanları meşhurdur. Bu güne kadar kimse çıkmaya cesaret edemedi. Size hiçbiri rastgelmedi mi? dediler. 

Biz de kendilerine;

─Hayır, hiçbir şey görmedik. Karşımıza ne bir yılan çıktı, ne de başka bir zararlı hayvan, diye konuşurken, bu esnada gayet iri ve heybetli gözüken bir meczup;

─Sizi kim gönderdi? diye sordu. 

Biz de kendisine:

─Bilal Baba, diye cevap verince; Öyle bir “Huu” dedi ki, sanki her taraflardan ses geldi.

─Demek Bilal Babanın misafirisiniz? Size hiçbir şey zarar veremez. Buyurun meydan sizin, dedi. 

Ukkaşe Hazretlerini ziyaret ettik. Dönüşte de, tekrar geldiğimiz yoldan geri döndük. Allah’ın izni ile ne bir yılan ne de başka bir zararlı hayvan karşımıza dahi çıkmadı. 

Bilal Babanın yanına vardığımızda, mübarek bize;

─Oğlum, Abdullah Efendi, doğru Nevşehir’e döneceksiniz, dedi. 

Bizde kendisine:

─Efendim, biz buraya bir haftalığına gelmiştik, mümkünse kalalım, diye cevap verdik.

Bilal Baba:

─Evladım, sizin gitmeniz gerekiyor. Allah razı olsun! Bizi memnun ettiniz, ziyaretimize geldiniz. Allah yolunuzu açık etsin inşallah, dedi. Bizde; 

─Üstadımız böyle uygun gördüyse bir hikmeti vardır, diyerek yanından müsaade aldık ve Fındık Ağası otobüsü ile Nevşehir’e geri döndük. Otogara indiğimizde, bir baktım, ağabeyim postaneye doğru hızlı hızlı gidiyor. Ağabeyime; Nereye gidiyorsun? diye seslendim. Ağabeyim de bana:

─ Ben de postaneye size telgraf çekmeye gidiyordum, dedi.

─ Hayırdır, ne oldu? dedim. 

─ Babam felç oldu, onu haber vermeye geliyordum. Hemen eve gidelim, dedi. Eve geldiğimizde, doktor bize: 

─ Babanızın durumu çok ağır, üç günü geçerse felçli bir halde hayatını devam ettirir. Ancak siz ölümüne hazır olun, dedi. Ve babamız birkaç gün içerisinde, 1968 yılında vefat etti. 

Bilal Baba’nın kerameti sayesinde babamı ölmeden görmüş oldum.

Yine bir gün, Nevşehir’den, Bilal Babayı ziyarete gittik. Hane-i saâdetlerine girdiğimizde kalabalık bir misafir topluluğu vardı. Gelen misafirlere ikram edilmek üzere, orada sürekli kaynayan buğday ve arpa kırmasıyla yapılan bir çorba pişiriliyordu. Bizler de yemek için bahçeye oturduk. Fakat hava kapalıydı. Bilal Baba’nın muhterem zevceleri hanımanne;

─Efendi, buraya seni ziyarete gelen insanları bahçeye buyur ettin, ancak yağmur yağacak, dedi. 

Bilal Baba, hanımanneye yemek yiyenleri işaret ederek:

─Bunların üzerine yağmur yağmaz, hacı hanım, dedi.

Aradan kısa bir süre geçtikten sonra yağmur yağmaya başladı. Etrafa sicim gibi yağmur yağarken, üzerimize bir damla yağmur dahi düşmemişti.

Nevşehir’de bir arkadaşım vardı. Kendisi trafik kazası geçirdi. Kazadan sonra idrarında sürekli damlama olduğunu, bunun için çok bizar kaldığını ve çoğu zaman idrarının damlaması yüzünden bir kapla dolaştığını söylüyordu. Bir gün kendisine; 

─Üstadım Bilal Nadir Hazretlerine giderken seni de götüreyim, hem senin rahatsızlığını söyleriz hem de hayır duasını alırsın, dedim.

Beraber Antep’e ziyarete gittik. Bilal Babama arkadaşın rahatsızlığını anlattım. Bilal Babam, mutfaktan ufak bir tabağa domatesi rendeleyip içine sirke koyarak, getirmelerini söyledi. Bilal Baba, arkadaşı karşısına aldı, ona okuduktan sonra, bizlere sohbet etti. Aradan bir müddet geçmişti ki, arkadaşım heyecanlı bir halde;

─Abdullah Ağabey, idrarım damlamıyor. Elhamdülillah, dedi ve çok sevindi. Ben de, Bilal Babama dönerek;

─Efendim, Allah razı olsun, arkadaşımın rahatsızlığı geçti, dedim. 

Getirmiş olduğum arkadaşım, oldukça zengin bir kişi idi. Nevşehir’de bir petrol istasyonu açacaktı. Yanında da yüklü miktarda para varmış. O rahatsızlığının geçmesinin verdiği huzur ile Bilal Babama dönerek;

─Allah sizden razı olsun, rahatsızlığım geçti, dedi ve parasını çıkartarak; 

─Efendim! Annenizin ak sütü gibi helal olsun, deyip parayı uzattı. Bilal Baba arkadaşıma şöyle bir tebessüm etti ve ekledi;

─Evladım paranı cebine koy! O parayı eğer biz alacak olursak, bu nefes bir daha şifa verir mi hiç! Şifa Allah-ü Teâlâ Hz.lerindendir. Bizler ancak vesileyiz, demişlerdi.

Efendi Hazretleri çay ocağını çalıştırdığı dönem içerisinde, her pazartesi günleri, yakınında bulunan hastaneye ücretsiz olarak çay götürür, oradaki hasta yakınlarına ikram eder, ilaç alamayacak olanların ilaç almasına yardımcı olur, onların sıkıntısı ile ilgilenirdi. Kendisine bunu niçin yaptığını sorduklarında ise onlara cevaben;

“Bu insanlar şifa aramak için buralara kadar gelmişler. Kimi gariban, kimi yoksul keşke elimde daha fazla imkân olsa da onlara sadece çay değil yemek de ikram edebilsem”, diye cevap verirdi. Yine, o dönem içerisinde Zeki isminde bir kişinin maddi yönden sıkıntıda olduğunu manen haberdar olmuştur. Bir gün bu kişiyi görür ve kendisine seslenir;

O da;

─ Buyur Abdullah Ağabey, diye cevap verir.

Efendi Hazretleri;

─Hayırdır, senin bir sıkıntın mı var? diye sorar

─Hayır, hiçbir sıkıntım yok, diye söyler.

Efendi Hazretleri;

─Kardeşim benden çekinme. Durumunun sıkıntılı olduğunu biliyorum nedir? diye tekrar sorunca o kişi şöyle cevap verir;

─Abdullah Ağabey çok dardayım. Kış geliyor, ne odun alabildim ne de kömür.

Efendi Hz.leri;

─Ayakkabının altı da delik mi? diye sorunca;

O kişi daha da şaşırmış bir halde;

─Evet ağabey maalesef, der.

Bunun üzerine Efendi Hz.leri o kişiyi yanına alarak odun ve kömürünü alır. Ayağına ayakkabısını alır. Kendisi de maddi yönden iyi durumda olmadığı halde o insana Allah rızası için yardım eder. 

Efendi Hazretleri yapmış olduğu iş her ne olursa olsun, önce o işte Allah’ın rızasını gözetir, ona göre davranırdı. 

Birgün Gülşehir tarafından Nevşehir’e gelen bir kişi Nevşehir’in üzerinden semaya doğru çıkan bir nur görür. Hayretler içerisinde kalır ve o nuru takip eder. Nihayet Bekir Efendi Camisinin çay ocağının üstünden nurun yükseldiğini görür. Bu arada Efendi Hazretleri de çay ocağını ışıklarını söndürmüş, sekiz on kişi ile beraber içeride Allah’ı zikretmektedirler. Nuru gören adam çay ocağının camına vurur. Adama kapıyı açarlar ve o adam şöyle der;

“Subhanallah, sizin zikrullahın nurunu ta Gülşehir’den gördüm, buraya kadar nuru takip ederek geldim.”

Yine Çay ocağı işlettiği dönemde, Efendi Hz.leri bir zabıta memurunun baskısı altında kalır ve Bilal Nadir-i Hz.lerine manen müracaat eder. Allah’ın izniyle Bilal Baba manen hadiseyi çözer. İşte bu durumu Efendi Hz.leri bize şöyle anlattı;

1965–70 yılları arasında çay ocağı çalıştırıyordum. Tabii gençtik, sakallarımız siyahtı. O sıralar sürekli dükkâna bir zabıta memuru gelir ve bana;

“Abdullah Efendi, sakalının teli çaya düşüyor, temizlik açısından uygun değil, yönetmelikte şöyle diyor…” gibi sözler sarf eder, günde üç-dört bardak çay içer, arkadaşlarına da içirir, kahve içerler, parasını vermezlerdi. Ben de bir şey diyemezdim. Ama zoruma gidiyordu. Kendimi haraç verir gibi hissediyordum.

Bu olaydan epeyce bizar oldum ve dua ettim. “Ya Rabbi sen bilirsin” dedim ve maneviyatı haberdar ettim.

Sabahleyin dükkânımı açtım. Zabıta memuru karşımda perişan bir halde duruyor ve bana dönerek;

─Sorma Abdullah Efendi başıma neler geldi. Öyle bir rüya gördüm ki, dedi ve rüyasını şöyle anlattı; 

─ Çok heybetli, yüzü nurani bir zât yanıma geldi ve bana bir tokat attı.

─Sen nasıl benim, Abdullah’ıma sıkıntı çektiriyorsun, onu sahipsiz mi zannettin? Senin ona yaptığın eziyetlerin hepsinden haberimiz var, O benim gözümün nurudur. O’nun çoluk, çocuğunun nafakasını nasıl yersin melun adam? dedi. Tokadı vurunca duvara çarptım, duvardan caddeye düştüm. Caddeden araba geçiyordu. Elbisem lastiğin jantına takıldı, epeyce bir sürüklendim. Sonra hastaneye götürdüler, “ölüyor” dediler ve kafama buz koydular, gözlerim karardı. Orada bulunanlar;

─Pek fazla ümit kalmadı, biz buna iğne veya ilaç tedavisi uygulayamayız. Bunun az bir ömrü var, fayda etmez, dediler. 

Onlar bu konuşmayı yaparken, perişan bir halde yatakta yatıyordum. Tam o sırada bana tokadı vuran nurani, güzel yüzlü zât geldi ve dedi ki;

─Bir daha Abdullah’ıma dokunmayacaksın, onu üzmeyeceksin ve onun işine karışmayacaksın. Eğer bu söylediklerimi yerine getirirsen, elimdeki şu iğneyi vuracağım, kurtulacaksın, dedi. 

Bende;

─ Aman Efendim tövbe ettim, pişman oldum, hatamı anladım. Bir daha Abdullah Efendiye karışmayacağım ve gidip kendisiyle helalleşeceğim. İçtiğim çay paralarını ödeyeceğim. Namaza başlayacağım, ibadet yapacağım. Yeter ki iğneyi vurun Efendim, deyince, bana elindeki iğneyi vurdu ve uyandım. Sabahleyin kalktığımda ter içinde kalmışım. Hemen üstümü giyindim, buraya koştum, geldim. 

─Abdullah Efendi, sen nereye bağlısın? Beni o hale getiren, o nur yüzlü zât kimdi? diye sordu. Kendisine:

─Sen bizi sahipsiz mi zannediyorsun? Bizim maneviyatımız var, bizi koruyanlar var. Nasıl zahiri asker varsa ve bir erin başına bir şey gelse, o ere komutanları sahip çıkar. İşte bunun gibi maneviyatında komutanları olur. Onlar da kendilerine bağlı olanları korurlar, muhafaza ederler. Sen de bize zulmettin, biz de seni maneviyata havale ettik. Şimdi anladın mı zabıta Efendi? deyince Zabıta:

─ Aman Abdullah Efendi, Allah beni affetsin, sen de affet. Çok pişmanım, tövbe ettim. Ne olur hakkını helal et. Buyur şu parayı da. Bu güne kadar içtiğim çay borçları, fazlasıyla var. Hakkım helal hoş olsun, dedi.

İşte gerçek Mürşid-i Kamiller, Allah’ın izniyle, kendilerine tabi olan kimselerin sıkıntı ve meşakkatlerine yetişir, himmet ve bereketleriyle o olayı hayırla bitirirler.

Yine, çay ocağı çalıştırdığım dönemde, oğlum Naci doğdu. Fakat çocuğun doğuştan, üst dudağının dışa bakan kısmı, burnuna kadar açıkta idi. Beş tane dişi dışarıdan gözüküyordu. Üç defa da ameliyat geçirdi. Fakat bir düzelme olmadı. 

Ben de, Naci’nin bu durumunu, Üstadım Bilal Baba’ya iletmeye karar verdim. Ancak, Naci çok küçük olduğu için yanımda götüremedim. Antep’e Üstadım Bilal Babayı ziyarete kendim gittim. Mübarek bizi “buyur” etti. Halimizi, hatırımızı sordu. Ben de kendisine, oğlum Naci’nin durumunu anlattım. Bilal Baba beni dinledikten sonra sağ elinin başparmağına tükürdü ve benim üst dudağıma meshetti. Sonra şöyle dedi;

“Evladım Abdullah Efendi, Nevşehir’e dönünce, Naci’nin dudağına kendi dudağından meshet, İnşallah” dedi ve dua etti. Daha sonra yanından müsaade aldım ve geldiğimde aynen Üstadımın dediği şekilde dudağını mesh ettim. Allah’ın izni, Üstadımın himmeti ile dudağındaki açıklık kapandı.

Bilal baba’nın himmeti her sıkıntı anımda bana yetişti. Bir başka yaşadığım olayda şöyle:

1964 yılında ortağımla birlikte İskilip’e deri satmaya gittik, oradan da Çorum’a geçtik. Çorum’da işlerimizi hallettikten sonra ortağımdan on beş lira para aldım. Kalan işleri halletmek için onu orada bıraktım. Ben de; Yozgat’a, Alaca’ya, Yerköy’e, oradan da alacakları tahsil etmek için Kırşehir’e geldim. 

Günlerden pazar olması münasebetiyle hiç kimseyi bulamadım. Bu arada ortağımdan aldığım on beş lira para da bitmişti. “Nasıl olsa burada alacaklarımızı tahsil ederiz” diye düşünmüştüm. Fakat alacaklarımızı toplayamadım. On sekiz saat aç dolaştım. Namaz vakitleri geldiğinde, namazımı kılıyor, “belki çarşı esnaflarından açık olanlar vardır” diye dolaşıyordum. 

Bu şekilde dolaşırken, sakallı bir kişi koşa koşa yanıma geldi:

─ Vay Efendi Babam! “Sana kurban olayım” diyerek, sarılıp ağlamaya başladı. Bir müddet sonra bu garip kişi elimden tutarak lokantaya götürdü. Yemeğimizi yedikten sonra otele götürdü. Tek yataklı bir odayı kiraladıktan sonra tekrar dışarı çıktık. Olup bitenlere bir anlam veremediğim için;

─Sen bunları niye yapıyorsun? diye sordum. O zât: 

─Efendim ben, Ahi Ervani Veli Hazretlerinin yanından geliyorum. O mübarek bana; 

─ Evladım, senin manevi baban geldi ve on sekiz saattir ağzına bir lokma dahi koymadı. Sen şimdi doğru Abdullah Efendi’nin yanına git. Onu ağırla, ikramda bulun, karnını doyur, dinlenmesi için bir otele götür, harçlığını ver” dedi.

─Peki, Efendim, dedim. Fakat baktım ki siyah sakalınız var ve gençsiniz.“Bu yaşta bir insan, benim nasıl manevi babam olur”, diye düşünürken, bu esnada Bilal Nadir Hazretleri geldi; “Elimin tersiyle bir vurursam, ağzın döner. Tokat yemeden yürü git”, dedi. Koştum geldim, ne olur hakkınızı helal edin, dedi. 

Kendisine; 

─Bu makama nasıl geldin? diye sordum. Adamcağız şöyle anlattı:

─Efendim, ben aslen, İzmir’in, Konak İlçesindenim. Orada, evim, ailem, kızım, oğlum vardı. Onları bir trafik kazasında kaybettim. Ben de terk-i dünya ettim. Dünyalığın gelip geçici olduğunu anlamıştım. Birgün rüyamda, Yunus Emre Hazretleri’ni gördüm. Beni Eskişehir’e çağırdı. Bunun üzerine Eskişehir’e gidip, kabrini ziyaret ettim. Manen, mübareğin sağ ayağını Eskişehir de, sol ayağını da Karaman’da olarak müşahede ettim. 

Yunus Emre Hazretlerine; 

“Efendim, bunun hikmeti nedir? diye sordum.

O’da; 

“Evladım, üç ay burada kalacaksın, üç ayda Karaman da kalacaksın” dedi. 

Üç ay sonra Karaman’a gittim. Orada kalırken Mevlana Hazretleri Konya’ya gelmemi söyledi. Konya’da üç ay kaldım. Sonra Hacı Bektaşi Veli Hz.lerine gitmemi söylediler, üç ay da orada kaldım. Daha sonra, Ahi Ervani Veli’ye gitmemi söylediler. Şimdi buradayım, amelelik yaparak rızkımı temin ediyorum. 

Artık, sen benim manevi babamsın. Maddi durumun da iyi değil, biliyorum. İzmir’de bir evim var. Tapusunu sana vereyim. Senin olsun, dedi.

─Yok, kardeşim, ben bir şey istemem. Allah senden razı olsun, dedim.

Bu tanıştığım zât ile oradaki bulunan Allah dostlarının kabirlerine ziyaretlerde bulunduk. Epeyce bir sohbet ettik. Gece saat üçe doğru otele döndüm. Sabah saat on civarında otelden ayrıldım. Hemşerilerimi bulup onlardan elli lira para aldım. Tanıştığım zâtın verdiği adrese gittim. Fakat o adreste bulamadım. 

Oradaki işlerimi bitirip Nevşehir’e geri döndüm. Birkaç ay aralıklarla onu görmek için gittiğim halde, onu bir daha göremedim.

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks)Hazretleri, Bilal Nadir Hazretlerinin manevi terbiyesi altında yetişmeye başlamış, her hal ve hareketiyle, Verese-i Peygamber olan üstadına tam bir teslimiyet örneği göstermiştir ve Bilal Nadir Hazretleri de ondaki cevheri görüp, kendisi vefat ettikten sonra kamil bir üstada gitmesini ve bu şekilde Allah’a vasıl olacağını işaret etmiştir. Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri bir yandan manevi yoldan ilerlerken, diğer yandan, insanlara bu yolun hak ve hakikatini anlatıyor. Onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyordu.

Efendi Hazretleri, Bilal Baba’nın kerametlerini anlatmaya şöyle devam etti.

Nevşehir’de bir arkadaşım vardı. Bu arkadaşımın oğlu ruh hastasıydı ve doktorlarda tedavisinde pek bir gelişme sağlayamadılar. Arkadaşım da o dönemlerde alkol bağımlısıydı.

Ben de kendisine;

─Sizi üstadıma götüreyim. Allah’ın izniyle, İnşaallah sen alkolü bırakırsın, oğlun da şifa bulur, dedim.

Arkadaşım da bana: 

─Bizi muskacıya mı götüreceksin?, dedi. 

─Hayır, benim üstadım Mürşidi Kamil bir zâttır. İnşaallah faydalanırsınız.

Daha sonra Adana üzerinden Antep’e gittik. Bilal Babanın yanına vardığımızda; 

─Efendim, bu arkadaşım, alkol bağımlısı, bir dua etseniz de şifa bulsa, dedim. Mübarek de arkadaşıma dönerek;

─Evladım, Allah-ü Teâlâ Hazretleri içkiyi haram kılmış. Allah’ın verdiği o güzel ağza haram girmesi iyi olmaz. Seni okuyalım, inşallah bu illetten kurtulursun, dedi. 

Mübarek zât, arkadaşımı karşısına aldı. Dua okudu ve daha sonra “Huu” dedi. 

Bilal Babanın “Huu” diyerek üflemesi ile beraber, arkadaşımın üzerinde bulunan gömleğin düğmeleri tek, tek çözüldü. Bilal Baba o mübarek elini kalbinin üzerine koydu. 

─ Bir daha içmeyesin inşallah, tamam mı? dedi. İkimizde şaşırıp kalmıştık. 

Bilal Baba, arkadaşı okuduktan sonra dedim ki; 

─ Efendim, oğlu da çok rahatsız, bir türlü iyi olamadı. Sürekli ruhi bunalım geçiriyor, hareketlerini kontrol edemiyor. Şifa Allah-u Teâlâ Hazretlerindendir lakin siz de mübarek nefesinizle okuyup şifa bulmasına vesile olursanız memnun oluruz, dedim. 

Daha sonra Bilal Baba, çocuğu yanına çağırdı; 

─ Evladım, bu çocuğu üç defa okumamız gerekiyor, dedi. 

Bilal Baba çocuğu o gün sabah, öğle ve akşam olmak üzere üç defa okudu. “Elhamdülillah”, çocuk şu anda gayet akıllı, sıhhatine kavuştu. Büyüdü, evlendi. Nevşehir’de resmi bir dairede çalışıyor. 

Allah, kendisinden razı olsun, mübareğin pek çok kerametlerini gördük.

Bizim görmediğimiz ancak görenlerden dinlediğimiz ve hepimizi hayretler içinde bırakan bir olay şöyle gerçekleşmiştir;

Bilal Nadir Hazretleri Konya’ya, Mevlana Hazretlerini ziyaret etmek için geldiklerinde birkaç kişi ile beraber otele yerleşirler. Bir müddet istirahat ettikten sonra Mevlana Hazretleri’ni ziyaret etmek için yürüyerek türbeye doğru yaklaşırlar. Tam bu esnada karşılarına, uzun boylu, sakallı, baba yiğit bir insan gelir. O gelen kişi Bilal Babanın yanına, bir erin generale karşı saygısı nasıl olur ise, o şekilde yaklaşır saygıda kusur etmeyerek şöyle der;

─ Efendim, Mevlana Hazretleri buyurdular ki; 

“Üstadım Şems Hazretlerini ziyaret etmeden bizi ziyaret etmesinler. Önce O’nu ziyaret etsinler, daha sonra bizim yanımıza gelirler, İnşallah” Bunun üzerine Bilal Baba o gence;

“Peki” der ve önce Şems Hazretlerini ziyaret etmek için camiye girerler. 

Orada iki rekât namaz kıldıktan sonra türbe-i şerifleri caminin içerisinde olan Şems Hazretlerinin sandukasının yan tarafından asıl yatmış olduğu kuyuya geçişin kilitli kapısına yönelirler.

Bu arada Caminin hizmetinde görevli olan Ömer Efendiye, Bilal Babanın dervişlerinden bir tanesi şöyle der:

─ Biz, Şems Hazretleri’ni ziyaret etmeye geldik. Üstadımız Bilal Baba ziyaret etmek istiyor, kapıyı açar mısınız?

Ömer Efendi de o dervişe:

─Buranın anahtarı bizim elimizde değil, belediye tarafından kilitlenir. Onlar anahtarı götürür, temizlik günlerinde anahtar gelir, biz de temizleriz, der.

Bu arada Bilal Nadir Hazretleri bir iki saniye gibi kısa bir süre gözlerini yumup, kalbi üzerine huzur eder ve başını kaldırır. O anda kilitli olan kapı, alenen açılır. Bir kapıyı açmak için anahtarı çevirdiğinde nasıl ki, kuvvetli bir şekilde ses çıkar ise aynı o şekilde açılır.

Camide bulunan herkes bu olanları şaşkın bir şekilde seyreder.

Caminin hizmetinde bulunan Ömer Efendi de hayretler içerisine düşmüş bir şekilde:

─ Bu zât kimdir? diye sorar.

Dervişler de:

─ Üstadımız Antepli Bilal Nadir Hazretleri, derler.

Caminin hizmetlisi Ömer Efendi hayretler içerisinde:

─ Efendim, buraya daha önce Medine’den Hacı Ali Rıza Kaşıkçı Efendi, Sivas’tan İsmail Hakkı Efendi, İstanbul’dan Süleyman Hilmi Tunahan Hoca Efendi, Mahmut Sami Efendi, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri geldiler. Fakat ben böyle açık saçık bir kerameti hiçbirisinde görmedim, diyerek ağlamaya başlar. Mübareğin bu kerametini camide bulunan herkes şahit olmuşlardır. 

Yine Bilal Baba’nın dervişlerinden şoför olan bir kişi, bir kafileyi geziye götürürken Nur Dağı’nda bir ara direksiyon hâkimiyetini kaybedip otobüsü kaydırır ve dağa doğru kayarken, şoför sadece “DAHİLEK” deme fırsatını bulur. O esnada otobüsün ön camında bir el belirir. İçeride bulunan kırk kişi de eli görür. Daha sonra Bilal Baba şoföre;

“Korkma evladım geri geri sür” der ve kurtulmaları imkânsız bir kazayı Allah’ın izni, evliyasının himmeti ile atlatırlar. Otobüsün içindekiler şoföre;

─ Kaptan, sen bir ara DAHİLEK diye bağırdın. O camda beliren el kimindi? Allah aşkına söyle, derler; Şoför şöyle söyler;

─ O benim Üstadım Antepli Bilal Nadir Hz.leridir. Siz sadece elini gördünüz. Ben ise buraya geldiğini bize yardım ettiğini gördüm, deyince; Otobüsün içerisindekiler şoföre; 

─ O halde bizi önce O mübarek zâtın yanına götür. Kendisi ile muhakkak tanışmak istiyoruz, derler. Şoför yolunu değiştirip Antep’e doğru yönelir. Bu arada Bilal Baba Hz.leri Antep’te, tarlasında ekin ile uğraşırken, yanındaki dervişlerine;

─ Çalışmayı bırakın. Bugün misafirlerimiz gelecek, hazırlık yapın buyururlar. Pilavlar pişirilir ve bir müddet sonra kırk kişilik kafile Bilal Baba Hz.lerinin dergâhına gelir. Orada bulunan kırk kişi de Bilal Baba’ya intisap edip dervişi olurlar.

Antepli Bilal Nadir Hz.leri, himmeti bol, kerameti açık, eşine az rastlanır, güzide Evliyaullahtandı. Hatta bir sohbetlerinde şöyle söylemişlerdir;

“Bizden; zorda kaldığınızda, sıkıştığınızda, himmet istediğinizde eğer yetişemezsem; ben sizin değil merkeplerin şeyhiyim” diye söyler, İndi İlahideki kıymet ve nazarının ne denli çok olduğuna dikkat buyururlardı.

Bilal Nadir Efendi Hazretleri’nin bizim bildiklerimizin yanında, daha bilmediğimiz birçok vakıf olamadığımız kerametleri vardır. Allah(cc) bu kerametleri görüp feyiz alanlardan ve bu yolun yolcularından eylesin, inşallah.

Bilal-i Nadir-i Hz.lerinin Vefatı

Bilal Baba (ks) Hazretleri yetmiş dört yıllık ömrü hayatında Hakkın yılmaz sesi, garip kimselerin sığınağı, vatan ve milletin saâdet membaı olmuş. Olması istenilen hayır öğütlü bir zât idi. Yüzüne bakıldığında Allah ve Resulü hatıra gelir. Allah’ın rahmetinden ümit kestirmez, azabından emin kılmaz, Sadık ve Salih bir zât idi.

Her fani gibi O da yetmiş dört yıllık şerefli bir hayatın ardından dar-ı bekaya intikal etti. Vefat tarihi (22 Aralık 1969) yılıdır. Allah, yüce velinin himmetine cümlemizi nail eylesin.

Bilal Baba’nın vefatının ardından yaşadığı olayları Efendi Hazretleri şöyle anlatır:

Bilal Baba vefat edince O’nun hasretine dayanamayıp günlerce ağladım. Bilal Baba vefat etmeden önce;

“Evladım Allah’a vasıl olabilmek için, insana muhakkak Mürşid-i Kamil gerekir. Biz vefat ettikten sonra kendinize bir Mürşid-i Kamil arayın” nasihati üzerine istihare yaptım. Rüyamda Âdem (as), Zekeriya (as) ve Hızır (as) bana;

“Evladım Abdullah senin dosyan Çorum’a havale oldu” dediler.

Bundan sonra yoluma Rufai Şeyhi olan Hacı Mustafa Efendi Hazretleri ile devam edecektim.

Allah-ü Teâlâ’nın büyük evliyası yeryüzünün müstesna ağırlıklarından, Peygamber varisi, Mürşid-i Kamil Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Hz.lerini rahmetle anıyoruz.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi (ks) 1884 yılında dünyaya teşrif etmişlerdir. Babası Çorum eşrafından olup; imam, mutasavvıf Hacı Mehmet Efendidir. Annesi, o daha küçük yaşta iken vefat etmiştir.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, babasından naklederek anlatır; Babamı ziyarete, Erzurum dan bir zât gelir: 

─ Sizin yeni doğmuş bir çocuğunuz var mı? diye sorar.

Tanımadık bir kişinin böyle soru sormasına tereddüt ederek maksadını öğrenmeye çalışır. 

Adam ağlayarak, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatır:

─ Ben vaktiyle eşkıya idim, tövbe edip pişmanlıkla nedamet duydum. Bir Allah (cc) dostunu ziyaret edip durumumu anlattım. O mübarek zât da, Çorumda Hacı Mehmet Efendi namında bir zâtın, bugün yeni bir çocuğu oldu. Adı Mustafa’dır. Bu çocuğu ziyaret edip, kucağına al ve kıbleye yönelip; bu çocuk ile Allah’a (cc) tevessül et. İnşallah, Allah Teâlâ Hazretleri, tövbeni bu çocuk hürmetine kabul edecektir. 

Bu durumu anlatınca; babam o zâtı alarak evine getirir ve çocuğu (beni) adamın kucağına verir. Adam uzun uzun dua ederek ağlar ve muradı hâsıl olur.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri; Sultan ikinci Abdülhamit Han zamanında askerlik vazifesini yapmış. Birinci Dünya harbine katılmıştır. Ayağından da bir kurşun yarası aldğıını, hatta savaş sırasında çok sevdiği bir arkadaşının yaralanmasyıla, onu cephe gerisine sırtında götürdüğünü, arkadaşının sıhhate kavuşmasında ona çok yardımcı olduğunu, ona Arapça ve dini bilgiler öğrettiğini anlatmıştı. 

Bir gün bu arkadaşını İstanbul’a ziyarete gider. Arkadaşının babası zengin bir kişidir ve çok aşırı ilgisiyle karşılaşır. Aynı zamanda oğluna askerliğindeki yardımlarından dolayı O’nu İstanbul’dan göndermek istemez. Büyük otellerden birisinin işletme hakkını kira olarak kendisine verir.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, bir müddet bu işi yapar. Çok para kazanır ve kazandığı paraları; fakir mahallelerde bulunan muhtaçlara dağıtır. İstanbul’da bulunduğu dönem içerisinde, Nakşibendî üstadı Hacı Ali Haydar Efendi (ks) Hazretleri ile tanışır, sohbetlerinde bulunur. 

Bir müddet böyle devam ettikten sonra, Çorum’dan babasını da İstanbul’a getirmek istediğini söyler, fakat babası kabul etmez. Hatta kendisinin de o işleri bırakıp memleketine geri dönmesini ister. Bunun üzerine bütün işlerini bırakarak tekrar memleketi olan Çorum’a döner.

Ara sıra İstanbul’da tanıştığı Hacı Ali Haydar Efendi Hazretlerini de ziyarete gider. Bu ziyaretler ileride manevi tecellilerin gerçekleşeceği günlerinde habercisi olmuştur. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri artık kendi memleketi olan Çorum’a yerleşmiş, zaman zaman ticaretle uğraşmış, esnaflık yapmış ve bir yandan da Hak’ın hâkimiyeti için çalışmıştır.

Allah ve Resulüne olan bağlılığı, tasavvuf yoluna olan muhabbeti neticesinde; devrin büyük Mürşid-i Kâmili Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i(ks) Hazretleri ile tanışıp arzu ettiği, gayelerin gayesi olan, Allah ve Resulüne vasıl edecek ariflerin, abidlerin, zahitlerin, âşıkların yoluna dâhil olmuştur. Bundan sonra ki hayatının her safhasında Üstadı Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i (ks) Hazretlerinin yaşantısını ve emirlerini kendisine düstur etmiş ve ona göre yaşamıştır. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri, Gürcistan’ın Ahiska vilayetinde dünyaya gelmiş. Küçük yaşta Kur-an’ı Kerim’i hıfz etmiş, kalbi iman ile dolu bir gençtir. Hem hafız olması, hem de sesinin güzel olmasından dolayı, kendisini yetiştiren hoca Efendi, Ebubekir Baba’ya Samsun’a gitmesini söyler.

─Evladım senin baban yok, git orada vaaz et, der. 

Hoca Efendinin nasihatini tutan Ebubekir Baba, Ramazan ayında Samsun’a gider, orada hatimler okur, müezzinlik yapar. Bu şekilde Ramazan ayını ibadetle geçirir. Bu arada, camide tanıştığı bazı tasavvuf ehli kimselerle sohbet etmeye başlar. Onları evine davet eder. Gelen misafirlerin, kimisi Kadiri, kimisi Rufai, kimisi Mevlevi, kimisi Nakşibendî, kimisi Şazeli olan bu tarikat ehli insanları tanıdıkça onlara hayran olur.

─Ya Rabbi! Ben de seni sevmek için fedai, asker olacağım. Ben de talip olacağım, ben de Mürid olacağım, ben de derviş olacağım, der ve istihare yapar.

Ebubekir Baba (ks) Hazretleri’ne, istiharesinde, kendisini Allah’a vuslat bulduracak, İstanbul’da bulunan, meşayıhın büyüklerinden Aziz Mahmud-u Hüda-i Hazretleri’nin dergâhına gitmesi söylenir.

Hemen yol hazırlıklarını tamamlayıp doğruca İstanbul’a gider. Dergâhın o dönemdeki Mürşid-i Kâmili, Mahlası Ruhi diye tanınmış Mehmet Ruşen Hilmi Hazretlerine intisap eder. 

Mehmet Ruşen Hilmi Hz.leri, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hazretlerine;

─ Evladım, sen tavlacılık yapacaksın, der. 

O zamanlar da tavlacı; atları besleyen, tımarlayan ve bakımını yapan kişilere denilirdi. 

Tam yedi yıl üstadının vermiş olduğu bu hizmeti sürdürür. Bunun yanı sıra günlük derslerini çeker, haftalık sohbetlerine devam eder. Büyük bir ihlas ve samimiyetle bu yola olan bağlılığını gösterir. Yedi yılın sonunda, üstadı kendisine:

─ Gel evladım Ebubekir, sana seyahat göründü, buyurur. Yanına yol arkadaşı olarak Sanemerli Hacı Ahmet Baba ismindeki zâtı verir. Onunla beraber seyahat edeceklerini söyler. 

Eskiden, bir müridin kemale ermesi için, ya seyr-u suluk ettirilir yâda seyahat verilirdi. Tabi bu hadise, maneviyatın işareti ile olurdu. Tasavvufta ki seyahatin de, kendine göre bazı adap ve erkânı bulunmaktadır. 

Osmanlı Döneminde Mürşid-i Kamil olan zâtlara, devlet bir mühür verir. Bu mühür ile seyahate gidecek olan dervişlere, üstadı bir belge hazırlar ve bu belge sayesinde seyahat ettikleri müddetçe, devletin hanlarından, hamamlarından, vakıflarından istifade ederlerdi. 

Bu mübarek zât da bir kâğıda;

“Evladımız Ebubekir ve Sanemerli Hacı Ahmet Babanın, seyahat esnasında devletimizin imkânlarından faydalanmaları uygundur” diye yazar ve kâğıdı mühürler. 

Üstadı Mehmet Ruşen Hilmi Hazretleri, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerine elindeki postu göstererek:

─Evladım üzerindeki gömleği çıkart. Bundan sonra senin gömleğin bu postturder. Postu ortasından deler ve gömlek gibi başından geçirir. Ardından sözlerine şöyle devam eder;

─Bu post senin hem yatacak yerin hem de seccadendir. Bununla seyahat edeceksin. Zekât almayacaksın, sadaka kabul etmeyeceksin, fitre almayacaksın. Allah’ı seven bunları almaz. Çünkü bunlar fakirlerin hakkıdır. Sen hafızsın, manen zenginsin. Yiyecek hiçbir şey bulmazsan; üç gün aç duracaksın. Ondan sonra “Şeyhenlillah, benim karnımı doyurun”, diyeceksin. Seyahatini yaya olarak yapacaksın. Yoldan vasıta ile geçenler, vasıtalarına “buyur ederlerse” bineceksin. Kimsede kusur ve kabahat ararsan, kendi nefsine bak. Nefsini sigaya çek evladım. Allah işini rast getirsin, der ve gönderir.

Şeyhi ile helalleşen Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri arkadaşı ile birlikte uzun ve yorucu yolculuğuna başlar…

Seyahat ederlerken; kendilerine nerelere gidecekleri manen işaret edilir, ya da rüyalarında ikaz edilirlerdi. Ve seyahat ancak maneviyatın tayin ettiği yerlere yapılırdı. Tabii, yolculuk esnasında şimdiki gibi imkânlar yoktu. Olsa dahi, seyahatin adabında yola çıktığın zaman, hiçbir şekilde bir vesaite binemezdin. Ancak biri durur da götürmek isterse, o zaman binebilirdin. 

Üç gün süreyle, hiç kimseden, aç olsa dahi bir şey istenilmez. Üç günün sonunda eğer hiçbir şey yemediler ise, ancak o zaman hallerini arz ederler. Açlıklarını giderecek kadar isteyebilirlerdi. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve yol arkadaşı Sanemerli Hacı Ahmet Baba, her türlü meşakkat ve sıkıntıya göğüs gererek, yalnız Allah’a vasıl olabilmek için bu zor seyahate başlarlar ve çeşitli şehirleri gezerler. 

Seyahatleri esnasında vardıkları bir şehirde üç gün ikamet ederler. Fakat hikmeten, üç gün boyunca onlara; “Kimsiniz? Necisiniz?” diye soran olmaz. Bir lokma ekmek dahi vermezler. Onlar da seyahat adabından olduğu için isteyemezler.

Üçüncü günün sonunda, tam şehirden çıkarlarken, bir fırının önüne gelirler. Kendi aralarında konuşurlar:

─Şu fırıncıya durumumuzu söyleyelim. Bize bir tane ekmek versin, der ve içeri girerler. Fırıncıya durumlarını izah ederler. Fırıncı da kendilerine: 

─Sapasağlam adamlarsınız, isteyeceğinize çalışsanıza. Bakın, ben sabahtan akşama kadar ateşin karşısında yanıyorum, çalışıyorum. Siz de gelmişsiniz benden bedava ekmek istiyorsunuz. Olmaz öyle şey! diye öfkelenir. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri, Fırıncıya: 

─Efendi! Biz senden bir tane ekmek istedik, sen bize bin tane laf saydın. Sadece “vermem” diyebilirdin. Ayrıca “sabahtan akşama kadar ateşin kendisi bile olmayıp, yalnız sana çarpan sıcaklığının yaktığını söylüyorsun. O ateş nardır ve nuru yakmaz. Allah’ın (cc) izni ile şu gördüğün ateş bize hiçbir şey yapmaz, der. Fırıncı dinler ve ardından, alaylı bir şekilde; 

─Demek ateş size bir şey yapamaz öyle mi? Şu fırına girin de görelim o zaman , diye cevap verir. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve yol arkadaşı birbirlerine bakar. Ardından Besmele-i Şerife çekip, fırının içine girer ve otururlar. Fırıncı neye uğradığını şaşırır, panik halinde kendini dışarı atar ve bağırmaya başlar:

─Yetişin, fırının içinde adamlar var, yanıyorlar! 

Bu arada, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve Hacı Ahmet Baba fırının içine oturmuş, pişen ekmekleri dışarıya çıkarmaktadırlar. Halk, dehşetle bunu izlemekte, bir yandan da yalvarıp yakarmaktadır;

─Ne olur, fırının içinden çıkın, yanacaksınız, ne olur çıkın. 

Ancak, ne yapıp ettilerse de fayda etmez, onları çıkaramazlar. En sonunda şehrin kadısı çağrılır. Kadı Efendi, feraset sahibi, âlim bir zâttır. Fırının içerisindeki kişilerin boş birileri olmadığını fark edip onlara; 

─Şeriat hakkı için dışarı çıkın! deyince, fırının içinden çıkarlar.

Çıktıklarında, elbiselerinde ne bir ateş vardır, ne de vücutlarında yanma izi, sadece üstleri fırının külleri ile kirlenmiştir.

Kadı Efendi, bu ikisini alır ve kendi evine götürür. Onlara; neden böyle bir şey yaptıklarını sorar. Ebubekir-i Sıddık Çorumi Hazretleri ve arkadaşı, durumlarını Kadı Efendiye izah ederler. 

Bunun üzerine Kadı Efendi, onların elbiselerini yıkattırır ve onları bırakmak istemez. Onlara güzel bir sofra hazırlattırır. Yemekten sonra yatak hazırlatıp gece ağırlar. Sabah Ezanı okunduğunda, kalkarlar. Namazlarını kıldıktan sonra kadıya hitaben:

─Efendim! Artık biz burada durmayalım. Zira halk bizi görürse, büyük bir teveccüh gösterebilir. Bu da nefsimize hoş gelir. Onun için biz gidiyoruz, deyip o şehri terk ederler.

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve Sanemerli Hacı Ahmet Baba, bu ve buna benzer pek çok hadiseler yaşamış, pek çok şehirler gezmiş, nihayetin de Irak’a geçmişlerdir. Bir müddet Bağdat’ta Abdülkadir Geylani (ks) Hz.lerinin türbesinin yanında kalırlar. Daha sonra Irak’ın Basra şehrine gelirler. Ebul Alemeyn, Pirimiz Seyyit Ahmed-el Kebir-i Rufai Hazretleri’nin kabrini ziyarete gitmek istediklerini, oraya nasıl gideceklerini, oradaki halka sorarlar. Orada bulunanlar da, kendilerine;

─Efendim, siz çok yanlış zamanda gelmişsiniz. Buradan o mübareğin kabrine altı ay aralıklarla kervan gider. İlk kervan yeni gitti. Diğer kervanın gidişini beklemeniz gerek. Ancak; “biz yürüyerek gideceğiz derseniz”, o da çok tehlikeli ve zordur. Orası çok sık ormanlık bir arazidir. O’nun kabrini aslanlar bekler. Sizi parçalarlar, ölürsünüz, derler. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri;

─ Ölürsek, onun yolunda ölelim. Ne olursa olsun gideceğiz. Hasbinalallah veniğmel vekil, Hasbinalallah veniğmel vekil¸ Hasbinalallah veniğmel vekil. Benim vekilim o’dur. O’ndan güzel vekil yok. Mülkün sahibi O,dur,der ve yola koyulurlar.

Sıcak bir bölge olduğu için, yolculuk çok zor ve meşakkatli geçmektedir. Buna rağmen, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hazretleri ve yol arkadaşı o mübareğin aşkı ile yanmakta ve hiç durmadan yollarına devam etmektedirler.

Epeyce bir zaman gittikten sonra artık takatleri kalmaz. Sıcak bir yandan, açlık bir yandan bastırmıştır. Bir ara yorulur ve dinlenmek için otururlar. Bir müddet dinlendikten sonra, bakarlar ki; bir ağacın kenarında, daha yeni pişmiş sıcacık bir ekmek. Hemen ekmeği alır ve yürümeye devam ederlerken bir anda karşılarında yırtıcı hayvanları görünce içlerine bir korku hâsıl olur ve hemen;

“Hıfzıhuma Vehüvel Aliyyül Aziym” deyip, gözlerini yumup otururlar. Kendilerini parçalayacaklar diye beklerken, hayvanlar kuyrukları ile yön gösterir gibi hareketler yaparlar. Ebubekir-i Sıdık Çorum-i Hazretleri:

─Hasbünallah Veniğmelvekil! Sen ne güzel vekilsin. Mahlûkatı emrime verdin. Mahlûkat bana selam verdi, der. Ayağa kalkarlar, aslanlar da ayağa kalkar. Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerini ve arkadaşını, Ahmed-i Kebir-i Rufai (ks) Hazretleri’nin türbesine kadar getirirler.

Ahmed-i Kebir-i Rufai (ks) Hazretleri, yaratılan her canlıya şefkat ve merhametle yaklaşırdı. Hayvanlara çok merhamet eden, onlara yardım eden bir zât idi. 

Öyle ki, bir gün bir ağacın kenarında Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri istirahat ederken, cübbesinin kenarına bir kedi uzanır. Bu arada da ezan okunmuştur. Mübarek; o kediyi rahatsız etmemek için cübbesinin kenarını keser ve namazını kılmaya gider. Kıldıktan sonra döndüğün de, o kestiği parçayı tekrar cübbesine diker. 

Bu ve bunun gibi pek çok hadiseleri cereyan etmiştir. Bu büyük zatın vefatından sonra kabri şerifini biri dişi, biri erkek olmak üzere iki aslan beklerdi. Bu hal, Cenab-ı Zülcelal Hazretleri tarafından evliyasına bahşettiği bir lütuftur. 

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i (ks) Hazretleri ve arkadaşı türbede üç gün kalırlar. Üç gün sürece, kendilerine tanımadıkları nur yüzlü bir kişi tarafından süt getirilir. Vakitlerini zikir, tefekkür ve ibadet ile geçirirler. 

Üç gün olduğu halde, halen Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretlerini görememişlerdir. Bundan dolayı gayet üzüntü duymuşlardır. Gidecekleri gün Hazreti Pire, manen rabıta ederler ve kendisine:

─Efendim, üç gündür buradayız. Bir “Hoş geldiniz” bile demediniz. Bir edepsizliğimiz mi oldu?” diye sorarlar. 

O anda Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri manen, tebessüm ederek; 

─Evladım, siz bizim misafirimizsiniz. Üç gündür size süt getiren kim zannediyordunuz?”

Üç gün boyunca onlara yemek getirenin Ahmed-i Kebir-i Rufai (ks) Hazretleri olduğunu anlayan Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Hazretleri ağlaya ağlaya, mahcubiyetini ifade eder. Bir müddet daha orada kaldıktan sonra, büyük bir üzüntü ve gözyaşları içinde, mübareğin türbesinden ayrılırlar. 

Oradan ayrıldıktan sonra Mekke’ye giderler. Beş yıl boyunca Mekke ve Medine de mücavir olarak hizmetine devam ederler. Mübarek Hafız-ı Kurra olması hasebi ile altı saatte bir hatim etmektedir. Beş yılın sonunda Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz;

“Evladım Ebubekir-i! Senin seyr-i sulukunu yapacağın yer Mısır’da Abdurrahim Tantavi’dir. O’nun dergâhına gideceksin icazetini oradan alacaksın”buyururlar. 

Yedi yıl gibi uzun ve meşakkatli ve bir o kadar da tehlikeli olan seyahatin sonunda, Mısır’ın Tanta vilayetine gelirler. Orada bulunan, Abdurrahim-i Tantavi Hazretleri’nin dergâhında üç gün misafir olurlar.

Üç gün boyunca kendilerine; ne bir “hoş geldin”diyen çıkar, ne de yemek saatinde; “buyur, sen de yemek ye” diyen. Buna rağmen üç gün boyunca ibadet ve taât ile uğraşırlar. Üçüncü günün sonunda, kendi kendilerine;

“Herhalde bizim bu dergâhta nasibimiz yok, artık gidelim.” derler ve çarşıda bulunan eski bir ahbabı ziyaret etmek için dergâhtan ayrılırlar. Nihayet ahbaplarının yanına varırlar. Onunla sohbet ederler iken, şehrin ortasında büyük bir gürültü kopar. Bir anda herkes sağa, sola kaçışmaya başlar. Dükkân sahipleri kapılarını kilitler. Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri de, arkadaşına sorar:

─Neler oluyor? İnsanlardaki bu telaş niye? O da:

─Sorma Ebubekir Efendi! Bu gelen meczubun biridir. Arada bir gelir. Böyle bağırır. Dükkânı açık olan olursa, elindeki sopa ile vurur. İnsanlar ondan korktuğu için, o, çarşıdan çıkana kadar kimse dükkânından dışarı çıkmaz, der. 

Bu arada, o meczup, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerinin olduğu dükkânın kapısının önüne gelince, elindeki sopa ile bir defa vurur ve şöyle seslenir;

─Ey! Ebubekir Sıddık-i Çorumi! Sen kimden izin aldın da, burayı terk ediyorsun? Çabuk çık dışarı!

Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hazretleri, bu gelen zatın bir Hak aşığı olduğunu anlar ve dışarıya çıkar. O meczup zat önde, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hazretleri arkada, şehrin dışına doğru yürümeye başlarlar. Mağara gibi bir yere gelirler. O meczup, bir nöbetçi gibi mağaranın önünde bekler ve Ebubekir-i Sıddık Hazretleri içeri girer.

Orada; uzun boylu, sarışın, seyrek sakallı, gayet zayıf bir zat olan Abdurrahim Tantavi Hz.leri bulunmaktadır. Başka kimse yoktur. Mübarek Tantavi Hazretleri şunları söyler;

─Derviş acıkmaz, derviş susamaz, derviş yorulmaz, derviş kızmaz, derviş küsmez. Derviş güneş gibi olur, herkese sıcaklığını verir. Derviş rahmet gibi olur, herkese dua eder. Derviş su gibi olur, cömerttir. Derviş toprak gibi olur, herkes ezer yine bin bir meyvesini verir. Derviş demek Allah’a dost demek. Dergâha eşik demek. Herkes çiğner de sesini çıkarmaz!

Yunus Emre’nin;

Vurana Elsiz Gerek

Sövene Dilsiz Gerek

Derviş Gönülsüz Gerek

Sen Derviş Olamazsın, Sen Hakkı bulamazsın,

 

Vururlarsa vurma! Elini kaldırma elsiz ol..! Söverlerse dilsiz ol..! Eğer gönlünde kırgınlık varsa o kırgınlığı at! Allah’ın nazargahı gönüldür. Bütün sıkıntılar ondan geliyor…

Hacı Ebubekir Baba sağa sola bakınır, kimsecikler yoktur. Söylenenlerin kendisine olduğunu anlar. 

“Ya Rabbi O söylediği ile amel ediyor. Bana da duyduğum ile amel etmeyi nasip eyle” der ve ağlamaya başlar.

Aradan iki yıl gibi bir süre geçer. Yine aynı mağaraya, aynı O meczup kişi ile beraber giderler.

Divan kurulmuştur. Gavs-ül Azam Seyyid Abdülkadir-i Geylani (ks) Hazretleri, Ebul Alemeyn Seyyid Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri, Seyyid Ahmed-el Bedevi Hazretleri, Seyyid İbrahim-i Dusuki Hazretleri, Hasan Ali Şazeli Hazretleri, Hace Muhammed Bahaaddin Nakşibendî Hazretleri ve diğer piranların orada olduğunu görür. 

Gavs-ül Azam Seyyid Abdülkadir-i Geylani (ks) Hz.leri, şehadet parmağını havaya kaldırıp Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerine;

“Aferin evladım! İmtihanı kazandın, herkes bu imtihanı geçemez. Bundan sonra benim dergâhımın halifesisin. Ümmeti Muhammedi irşat ile vazifelisin” der. 

Arkasından, Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri, Ahmed-el Bedevi Hazretleri, Seyyit İbrahim-i Dusuki Hazretleri, Hasan Ali Şazeli Hazretleri de görev verirler. Tam Bahaddin Nakşibendî Hazretleri de, “bende görev veriyorum” dediğinde, Rasûlüllâh (sav) Efendimiz;

“Kâfi, bu kadar yeter” buyurur.

Mübarek, beş tarikattan ders vermeye yetkili kılınır. Nihayet seyrü sülûkunu tamamlamıştır.

Piran Efendilerimiz, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Hazretleri’ni, tek tek tebrik ederler. (Öyle ki; Üstadımızın bize bildirdiğine göre, kolay kolay herkesi tek tek tebrik etmezler imiş.)

Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Hazretleri, bu manevi vazifeyi aldıktan sonra, tekrar o meczup zât ile birlikte, Tantavi Hz.lerinin dergâhına gelirler. Bu arada, Abdurrahim-i Tantavi Hz.’leri ve Abdurrahim-i Nişavi Hz.leri, daha o gelmeden icazetleri hazırlamışlardır. Dergâha geldiğinde;

“Evladım, Rum Diyarına gideceksin. Oradaki insanlara, Tarikat-ı Aliye’yi, Allah ve Resulünün sevgisini anlatacaksın. Şu icazetin, şu da yol harcırahın, derler.

Mübareğe orada, güzel bir tavuk pişirirler, sıcak ekmekler ikram ederler. Kaç gündür aç olduğu halde, o bir parça tavuktan alır, bir parça da ekmekten. Geri kalanı oradakilere dağıtır. Kendisine verilen yol harcırahı altınları da yine orada bulunanlara dağıtır.

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i (ks) Hazretleri, yedi yıl süren bu meşakkatli, yorucu yolun sonunda nice zorluklara katlanmış, soğuklarda, sıcaklarda yürümüş, gayet kibar olan bedeni simsiyah yanmıştır. Fakat bu çilelerin sonunda, kulluk mertebesine erişmiş. Mevlayı Zülcelal Hazretlerine ve O’nun güzel Habib’ine dost olmuştur.

Mısır’dan dönünce doğruca İstanbul’a gider. O zamanın padişahı, halifesi, Şeyhül İslamı Cennet mekân, Abdülhamit Han’ın huzuruna çıkar, halifelik icazetini gösterir:

─Padişahım! Benim icazetim budur. Eğer yer gösterirseniz; ben de bir dergâh açmak istiyorum, deyince; Kendisine Osman-ı Aliye tarafından Çorum’da dergâh açması ve derviş yetiştirmesi için mühürlü bir kâğıt verilir. Oradan ayrılıp Çorum’da dergâhını açar.

O zamana kadar Çorum’da sekiz tane dergâh bulunmaktadır. Dokuzuncu dergâhı da Ebubekir Baba açmıştır. Mübarek günlerde dokuz tarikatın mensupları bir yerde toplanır zikrullah yaparlardı.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin yeryüzündeki seçilmiş kullarından olan, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Hz.leri, bundan sonraki hayatı süresince insanlara hak ve hakikat yolunu, Allah ve Resulünün sevgisini anlatmayı kendisine en büyük vazife görmüş ve bu uğurda canını, malını, evladı iyalini, her şeyini, fisebilillah, hak yoluna adamıştır. Geçimini değirmencilik yaparak kazanmış, Allah için harcamış; dünyalık hiçbir şey biriktirmemiştir. Bu aşk ve muhabbet ile Çorum’da, Ümmet-i Muhammedi irşada başlayan Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i (ks) Hazretlerinin, manevi görevi süresince, pek çok kerametleri ve pek çok da hadiseleri cereyan etmiştir. Bu büyük zâtın kerametlerinin bazılarını sizlerle paylaşmak istedik.

Hacı Ebubekir Baba Hz.leri Çorum’un üst tarafında “solak değirmen” diye tarif edilen değirmenin sahibi idi. Değirmencilik yaparak geçimini sağlardı. Sürekli değirmenin etrafında zikrullah yapar, çok aşklı ve coşkulu zikrullah yaptırırdı. Yeryüzündeki bütün şeyhleri manen çağırırdı.

Bir gün Ebubekir Baba zikrullaha başladığı zaman, değirmenin yakınındaki suda bulunan kurbağaların dahi Allah’ı zikrettiğine, orada bulunan herkes şahit olmuşlardır.

Lafza-i Celale gelindiğin de yerin Allah’ı zikrettiğini, sallandığını dahi herkes gözleri ile görmüşlerdir.

Hay esmasına gelindiğinde büyükçe bir ateş yakar. Oradaki diğer şeyhleri davet eder.

─Buyurun ateşe girin, derdi. Diğer şeyh Efendiler:

─Aman Ebubekir Baba! Bizde bu kabiliyet yok, diye cevap verirlerdi. Mübarek, tek başına o alevlerin içerisine kendini bırakır, Allah’ı zikrederdi.

Hacı Ebubekir Baba Hz.leri değirmene at arabası ile gider gelirdi. Bir gün dervişler at arabası ile pirinç getirirlerken, arabanın tekeri kırılır pirinçler yere dökülür. Yemek saati olması hasebi ile yemek yapılacaktır. Dervişler doğruca Ebubekir Baba’nın yanına gelir;

─Efendi Baba! Arabanın tekeri kırıldı. Pirinçleri getirecek kimse yok. Yol da çok uzakta ne yapacağız, derler.

─Evladım, cebinizde bir avuç pirinçte mi yok? diye mübarek sorar.

O esnada dervişin bir tanesinin cebinden bir avuç pirinç çıkarır. Ebubekir Baba bir avuç pirinci alır, fokur fokur kaynayan bir kazan suyun içerisine elindeki bir avuç pirinci döker ve elini de kaynar kazanın içine sokup karıştırmaya başlar. Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin izni ile kerameten bir kazan pirinç olur. Orada bulunan bütün dervişler de buna şahit olurlar. 

Ebubekir-i Sıddık Hazretlerine halk pek itibar etmez, pek teveccüh göstermezler idi. Ta ki, bir gün Çorum’da büyük bir yangın meydana gelene kadar…

Bir Rum kadının evi alevler içerisinde kalmış, dumandan göz gözü görmüyordu. Kadın feryadı figan ediyor:

─Aman Müslüman kardeşler! Evim yanıyor, ne olur söndürün. Bana yardım edin! diye yalvarıyordu.

Müslüman halk ise:

─ Yansın bu gâvurun evi yansın, diyorlar ve kadına yardım etmeden sadece seyrediyorlardı.

O anda Cenab-ı Zül Celal Hazretleri büyük bir rüzgâr halketti. O zaman ki evler ahşaptan olduğu için, yangın başladıktan kısa bir zaman sonra alevler diğer evlere de yayıldı. Tabi, itfaiyecilik de o zamanlar tulumbacılar tarafından yapıldığı için, yangını söndürmek için su kifayet etmiyor, alevler gittikçe büyüyordu.

Bunun üzerine, Ebubekir Hazretlerinin müridi olan, itfaiye amiri, dergâha gelerek;

─Efendim! Çorum yanıyor, ne olursunuz yardım edin, deyince, müridini kıramaz ve yangının olduğu yere gelir. Orada ki kalabalık topluluğa, İtfaiye Amiri şöyle seslenir: 

─Çekilin ey ahali! Çorum’un sultanı geliyor. Hacı Ebubekir Baba geliyor.

Ebubekir Baba bir bardak su ister. Besmele çekerek, sudan bir yudum ağzına alır. Ağzındaki suyu yangının olduğu yere doğru “Huu” diyerek üfler ve Allah’ın izni ile o bir avuç su yangını söndürmeye yeter. Orada bulunan halk, bu kerameti görünce bir anda galeyana gelir;

─Sen ne mübareksin, ver elini öpelim, yaşa! diye bağırmaya başlarlar.

Ebubekir Baba:

─ Bunlar hep el öpendir, kerameti gördüler ama ondan sonra hergün keramet isterler daha sonra dağılırlar oğlum, der.

O zamandan sonra artık Ebubekir Baba, Çorum da, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hz.leri diye anılır. Seyahat ederken, güneşin yakmasından dolayı, kararmış bir teni olduğu için kendisine “Kara Şeyh” de denilirdi.

Bir gün, Erzurum’da Mehmet Efendi isminde Evlad-ı Resulden bir zât, rüyasında, Peygamber (sav) Efendimizi görür. Rasûlullâh (sav) Hazretleri kendisine;

“Evladım, seni kemale erdirecek zât, Çorum’da Hacı Ebubekir-i Sıddık Efendidir. Ona git.” diye telkinde bulunur. Mehmet Efendi, kendisini Hakk’ a vasıl edecek olan zâta gidebilmek için Erzurum’dan çıkar, günlerce yürür ve Çorum’a gelir.

Önce, orada hacı arkadaşını bulur. Onunla Saat Meydanında oturur ve sohbet ederlerken, arkadaşı kendisine ne için geldiğini sorar. O da durumu anlatır. Bu arada yolda, kara kuru esmer bir zât, arkasında da iki kişi hızlı hızlı yürümektedir. Hacı arkadaşı, Mehmet Efendiye dönerek, biraz da alaylı bir şekilde:

─Yahu, senin aradığın şeyh var ya; işte şu karşıda yürüyen adamdır, der.

Mehmet Efendi bir bakar ki, kara ve zayıf biri, kendi kendine:

─Yahu bu adam mı benim derdime ilaç olacak? diye düşünür ve küçük görür. Hâlbuki nefsine uymuştur. Zira Hz. Peygamber (sav) Efendimiz ona gelmesini telkin etmişti. Ama bir an nefsi galebe çalar.

“Sen koskoca bir Evlad-ı Resulsün. Bu adam sana ilaç olamaz” der ve geceyi geçirmek üzere oteline gider.

Gece rüyasında; Ebubekir-i Sıddık Çorum-i (ks) Hazretleri ile güreş tuttuğunu görür. Ebubekir-i Baba, Mehmet Efendiyi alır, yere vurur. Birisi Evladı Resul, birisi de koskoca gönüller sultanı… Sabahleyin kalktığında bir bakar ki; başı hariç, hiçbir tarafı tutmuyor. 

Otel sorumlusuna, bağırarak:

─Yetiş Efendi! der. 

Adam içeri girer ve:

─Hayırdır Efendim, ne oldu? diye sorar. 

Mehmet Efendi kendisine:

─Sormayın, hareket edemiyorum, size zahmet benim bir hacı arkadaşım var, onu bana acilen bir çağırır mısınız? der. Arkadaşını nerde bulabileceğini de söyler. Adam koşarak gider, hacı arkadaşını getirir. Mehmet Efendi perişan bir halde:

─Aman kardeşim, ben gece bir rüya gördüm. Rüyamda Ebubekir Efendi ile güreşiyorduk. Mübarek beni aldı bir hamlede yere yatırdı. Hiçbir tarafım tutmaz oldu. Ne olur, benim için Ebubekir-i Sıddık Çorum-i Hazretlerine git, kendisine durumumu anlat. Beni affetsin, der. 

Adam, doğruca dergâha gider. Ebubekir-i Sıddık Çorum-i Hazretlerinin karşısına geçer, Mehmet Efendinin durumunu tafsilatı ile anlatır. Ebubekir Baba, adama:

─Evladım o arkadaşın Evlad-ı Resul bir zâttır. Onun bize geleceğini Peygamber (sav) Hazretleri haber verdiler ancak o bizim dış görünüşümüze aldandı, kibirlendi ve bizi beğenmedi. Ondan sonra da bu hale geldi. Biz onu affetmeye affettik ama bir hafta yatması gerekiyor. Bir hafta sonra yanıma gelsin, görüşelim İnşallah, der. Mehmet Efendi, arkadaşından bu haberi alınca:

─Kardeşim görüyorsun. Halim perişan, kimim kimsem de yok. Sen bana bir hafta süre ile bakar mısın?, der. 

Hacı arkadaşı da, Mehmet Efendiye bir hafta hizmet eder. 

Mehmet Efendi, bir hafta sonra, Ebubekir Babanın dergâhına gelir. Karşısına geçer ve pişman bir halde diz çöküp oturur. Bu arada Ebubekir-i Baba, oradakilere sohbet etmektedir. Bir ara Mehmet Efendiye dönerek:

─Evladım, Mehmet Efendi, der.

O da:

─ Buyurun Efendim, der ve ayağa kalkar. 

Ebubekir Baba, kendisine:

─ Evladım, seni dergâhın çavuşu yaptım, der. 

Mehmet Efendide, o anda acayip garaip haller meydana gelir. 

─Allah razı olsun, Efendim, der. 

Ebubekir-i Baba sohbetine devam eder. Bir müddet sonra tekrar Mehmet Efendiye dönerek:

─ Evladım, Mehmet Efendi, diye seslenir. 

O da, yerinden kalkarak:

─ Buyurun Efendim, diye cevap verir. 

Ebubekir Baba;

─ Evladım seni nakib yaptım, der. 

Mehmet Efendide yine değişik manevi haller zuhur eder. 

─Allah razı olsun Efendim, der ve oturur. Ebubekir Baba, sohbetine bir müddet devam ettikten sonra, yine Mehmet Efendiye hitaben;

─Evladım Mehmet Efendi, diye seslenir. 

Mehmet Efendi:

─Buyur Efendim, diyerek ayağa kalkar. Ebubekir Baba;

─Evladım, seni nukaba yaptım, der. 

Ebubekir-i Baba Mehmet Efendi’ye her nazar ettiğinde farklı farklı manevi haller zuhur eder. 

─Allah razı olsun, Efendim, der, yerine oturur. Ebubekir Baba tekrar ona dönerek:

─Evladım Mehmet Efendi, diye seslenir. 

Mehmet Efendi;

─Buyurun Efendim, diyerek ayağa kalkar. 

─Evladım seni, halife yaptım. Git memleketine, orada bulunanları irşad et, der. İcazetini yazar ve yol verir.

Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin kendisine vermiş olduğu bu yetki ve maneviyatı ile dervişini bir anda Hakka vasıl edebilecek, büyük bir Mürşid-i Kamil zât idi. Onun dergâhına girenlerin, Allah ve Resulünün muhabbetini arzulayanların, sebat ile sabredenlerin, Allah’ın izni ve Evliyaullahın himmeti ile muratlarına nail oldukları bir gül bahçesi idi.

Ebubekir-i Baba bir “Rufai üstadı” olduğu için, o dönemlerde bir takım burhanlar maneviyat tarafından kendisine verilmişti. Şiş burhanı, kılıç burhanı, ateş burhanı, en kuvvetli zehirleri yutma burhanı gibi harikulade haller göstererek insanları irşad etmek için bir vesile olarak kullanıyordu.

Yine bir gün, Ebubekir Baba Çorum’da dervişleri ile beraber ateş burhanı için toplanmışlardı. Bir ateş yakıldı. Yanan ateşin üzerine sac koyuldu ve o sac alevlerden kızıllaştı. Ebubekir-i Baba dergâha çok hizmet eden Mehmet Efendi isminde zengin bir dervişi elinden tuttu, halakanın ortasına aldı. Ateşte kızaran sacı eline alarak o dervişin başına koydu. O zengin kişi, bir anda nefsine kapılıp kendi kendine şöyle dedi: “Üstadın bu kadar dervişi var, onların içinden beni seçti. Demek ki bende bir iş var, ben halife olacağım herhalde”. 

Hâlbuki bu hadisenin üstadının bir kerameti olduğunu idrak edemedi. Aradan birkaç gün geçti. Ebubekir Baba’nın yakınında olan zâtlardan bir tanesine şöyle dedi:

─ Ebubekir Baba’ya söyle de, benim şu halifelik icazetimi artık yazsın. O gün herkesin arasından beni çıkardı ve ateş burhanını bende yaptı. Demek ki ben diğer dervişlerinden farklıyım. Bende o cevheri görmeseydi burhanı bana yapmazdı. Ben halifelik yapabilecek manevi duruma geldim.

Ebubekir-i Babaya, durumu anlattılar.

─ Evladım, halifeliği biz veremeyiz. Allah-u Teâlâ izin verirse olur, sülûka girerse olur, dedi.

Ebubekir-i Baba’nın söylediklerini, o kişiye gidip söylediler. Hemen doğruca dergâha gitti:

─ Aman Efendim! Ben sülûka girip halife olmak istiyorum. Ne olur beni sülûka sokun, dedi. Ebubekir Baba:

─ Madem sulûka girmek istiyorsun, peki o zaman, dedi.

Suluk denilen yerler, göz göz oda şeklinde, ancak bir kişinin sığabileceği, namaz kılabileceği büyüklükte yerlerdir. Suluk’a giren bir kişiye, ilk üç gün kesinlikle yiyecek veya içecek bir şey verilmez. Üç günün sonunda Üstadı, belki bir zeytin, belki bir bardak çay gönderebilir. O kişinin yetişme durumuna göre, üstadı ayarlar. Suluk’a giren kişilerin, oradaki gıdası Hakkı zikrederek, Ona ibadet ederek, lezzet ve haz alırlardı. Açlık dahi akıllarına gelmezdi. 

Sülûk’a giren o zât, üç gün boyunca bir şey yiyip içmeyince beti benzi sararır. Herhangi bir manevi gıdada alamaz. 

Bu arada hanımı:

“Allah, Allah bizim bey üç gündür ortalıkta gözükmüyor, nerelerde acaba?” diyerek doğruca dergâha gider. Oradaki dervişlere:

─Bizim beyi gören oldu mu? Üç gündür ortalarda yok, diye sorar. Onlarda hanımına:

─Senin kocan sulûka girdi. Üç gündür sulukta, derler. Kadın doğruca suluk odasının önüne gelir ve perdesini hafifçe aralar. Adam karısını görünce:

─ Üç gündür neredesin, be hey kadın? Bu adam (hâşâ) bizi açlıktan öldürecek. Hemen eve var, bana yiyecek bir şeyler getir” der ve kadın eve gider.

Evden yiyecekleri aldıktan sonra, kocasının yanına gelir. Perdenin kenarını kaldırıp gizlice yemekleri verir. Boş tabakları da akşama doğru alır. Suluk’un yedinci gününde adam bir hal görür. Halinde Ebubekir-i Baba gelir:

─Evladım şu balığı al, fırıncıya selamımı söyle pişirsin, der. Adam da:

─Peki, Efendim, der ve balığı alır. (Bu hadise sulukta iken gerçekleşmektedir.) Adam, fırıncıya balığı götürür:

─ Ebubekir-i Babanın sana selamı var, şu balığı bir pişiriver, der. Fırıncı da:

─Ve aleyküm selam, hemen pişireyim, diyerek, balık tavasını fırına atar. Yarım saat kadar bir süre geçtikten sonra fırıncı, balık tavasını dışarı çıkarır. Bir bakar ki; balık değil pişmek, tava dahi ısınmamış, halen soğuktur. “Allah, Allah” diyerek şaşırır ve tekrar fırına sürer. Yarım saat kadar daha fırında bekletir. Balık tavasını çıkartır. Yine bakarlar ki; ne balık pişmiştir, ne de tavada en ufak bir sıcaklık vardır. Fırıncı, o adama dönerek, şöyle der:

─ Ebubekir-i Babaya selam söyle! Bu balık pişici değil, der ve adamın görmüş olduğu hal biter.

Tam o esnada dervişlerden birisi sülûk odasının perdesini aralar ve Ebubekir-i Baba’nın kendisini çağırdığını söyler. Adam sevinçle suluktan çıkar.

─Halifeliği kazandım mı? diye onlara sorar.

Hâlbuki suluk’a giren bir kişi kabiliyetli ise kırk gün içinde, eğer kırk günde olmadı ise üç ayda, üç ayda da olmadı ise bir yılda, bir yılda olmadı ise üç yılda, üç yılda da olmadı ise beş yılda. Beş yılın sonunda da eğer tamam olmadı ise o kişiye artık suluk ettirmezler. Ayrıca suluk’tan, kemale ermiş olarak çıkan kişiler, törenle suluk’tan çıkarılır. Zira o kişi Allah-u Teâlâ Hazretlerine vasıl olmuş, sıfatlarında fani olmuş bir zât olarak suluk’tan ayrılır.

Bu zât kırk günü dahi doldurmadığı halde, kendi kendine bir hevese kapılır. Doğruca Ebubekir-i Baba’nın yanına varır.

─Efendim halifeliği kazandım mı? diye sorar.

Ebubekir-i Baba da kendisine:

─Ne halifeliği oğlum, sen bir balığı dahi pişiremedin, diye cevap verir.

Adam, Ebubekir-i Babaya:

─Aman Efendim, ne olursunuz, ben zengin bir kişiyim, bana bu halifeliği verin, der.

Ebubekir-i Baba, kendisine:

─Evladım, ancak Allah izin verirse halifelik veririz, der.

Adam, Ebubekir-i Babaya:

─Benim çok altınlarım var, evlerim var. Onların tapusunu sana vereyim, bana şu halifelik icazetini verin. Bunu nefsim çok istiyor, deyince, Ebubekir-i Baba hiddetlenerek ; (Evliyaullah ancak Allah için hiddetlenir)

─Biz maneviyat ne derse onu yaparız. Haydi, yürü bakalım!, diye cevap verir. 

Adam sinirli bir şekilde orayı terk ederken;

─Ben de senin adını Çorum’dan silmez isem; bana da Mehmet Ağa demesinler, diyerek edepsizlik yapar, kapıyı vurup çıkar.

Aradan bir müddet geçtikten sonra, adam başka bir yerden para karşılığı halifelik icazeti alarak, tekrar Çorum’a döner ve bir dergâh yaptırmaya başlar. Para ile adamlar tutar. Aklınca; Ebubekir-i Baba’ya muhalefet etmeye çalışır. Dergâhın inşaatı bir adam boyu kadar çıktığında midesine bir ağrı girer. Bu ağrının acısından duramaz bir hale gelir. Hekimlere gider; fakat kimse tedavi edemez.

En sonunda kendisine; bir de hamama gitmesi tavsiye edilir ve hamama gider. Hamama girince midesinin ağrısı geçer. İyileştiğini zannederek sevinir. Bir müddet hamamda kaldıktan sonra “Artık iyileştim, dışarı çıkabilirim” diye düşünüp hamamdan dışarı çıkar çıkmaz; midesindeki ağrı tekrar başlar.

─Benim midemin iyi olduğu tek yer burası. En iyisi ben iyileşene kadar, siz buraya bir yatak yorgan getirin. Yiyecek ve içeceğimi de buraya getirin. Ben burada yatıp kalkayım, der.

Adamın, yatağı, yiyeceği, içeceği oraya getirilir. Ve hamamda yaşamaya başlar. Fakat hamam sıcak olduğu için sürekli terlemekte ve gün geçtikçe zayıflamaktadır.

Onun bu perişan halini gören etrafındaki insanlar da; birer birer onu terk etmeye başlarlar. Bir müddet sonra yanında hiç kimse kalmaz.

Sürekli terlemesinden dolayı vücudunda en ufak bir et parçası dahi kalmamış, bir deri bir kemik hale gelmiştir. Yaptığı hatayı anlar ve kendisine bir hamal çağrılmasını ister. “Bunların hepsinin başıma gelmesinin sebebi, Ebubekir-i Baba gibi bir Evliya’ya muhalefet etmemden kaynaklanıyor. Ben kim, halifelik kim?” diye pişman olup ağlar.

Zira Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Hadisi Kutside;

“Kim benim Velime düşmanlık ederse, bana karşı savaş ilan etmiş olur” buyurmuştur.

Başka bir hadisi kutside de; 

“Kim bir Veliye eza ederse, benimle muharebeye girmiş gibi olur”buyurur.

O esnada hamal gelir ve perişan haldeki Mehmet Ağa hamala şöyle der:

─Beni şu erzak taşıdığın küfenin içine koy ve doğruca Ebubekir-i Babanın evine götür. Evine on metre kala küfeden çıkart. Boynuma bir ip takarak sürüye, sürüye doğruca evinin kapısına kadar götür, der.

Hamal, aynen Mehmet Ağa’nın dediği şekilde küfenin içine koyar. Ebubekir-i Babanın evine doğru gelirler. Evine on metre kala hamal, adamı küfeden dışarı çıkarır, boynuna bir ip geçirir; sürüye, sürüye Ebubekir-i Baba’nın evine doğru getirir.

Bu esnada Ebubekir-i Baba evinde (manen) Ahmed-el Rufai Hazretleri ile sohbet etmektedir. Zira evliyalar için zaman ve mekân sorunu yoktur. Onlar Allah’ın izni ile vefat ettikten sonra dahi, manen görüşebilirler. İşte bu şekilde sohbet ederken, Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri,

Ebubekir-i Babaya;

─Hani, senin dergâhta zengin bir zât vardı. Senden para karşılığı halifelik istemişti; sen de vermemiştin. O da dışarı çıkarken ; “Ben de seni Çorum’dan silmezsem” demişti. İşte biz o zâtın karnına şöyle bir değdik. Şimdi o çok hasta. Bu tarafa doğru geliyor. Eğer sen hakkını helal edersen; ehli iman olarak ölecek, değilse işi çok zor, der.

Tam bu esnada hamal kapıyı aralar. 

─Hasta bir adam getirdim, demeden, Ebubekir-i Baba içeriden ; 

─Hakkım helal olsun, diye seslenir. 

Ebubekir-i Baba’nın sesini duyunca, hasta olan o adam rahatlar. Hamal tekrar hamama götürmek üzere küfeye koyar. O hasta olan adam küfenin içerisinde kelime-i şahadet getirerek iman ile ahirete göçer.

O dönemlerde Ebubekir-i Baba ile ilmine güvenip uğraşan bir çok zât vardı. Gayeleri kendilerinin daha âlim olduğunu göstermek ve onu küçük düşürmekti. İşte bunlardan bir örnek daha:

Çorum’da Vaiz olan bir kişi, Ebubekir-i Baba ile uğraşırmış. Tevhid’i “La İlahe İllallah Hu” diye okuyan Ebubekir-i Baba’ya:

─Arabistan’dan buraya geldi. “La İlahe İllallah” tamam da; bir de sonuna “HU”çıkardı, arkasına ilave etti, olmaz, der.

Vaizin bu sözleri, Ebubekir-i Baba’nın birkaç dervişine de tesir eder. Onlar da derslere gelmemeye başlarlar.

Ebubekir-i Baba, vaiz Efendinin yiyeceklerden helvayı sevdiğini öğrenir ve hanımına helva pişirtir ve doğruca vaiz Efendinin evine gider. Hoca Efendi, Ebubekir-i Baba’yı karşısında görünce şaşırır ve tedirgin olur.

Ebubekir-i Baba, Hoca Efendiye:

─Bak Hoca Efendi! Senin söylediklerini işittim. Ben seninle buraya anlaşmaya geldim. Beş dakika sen bana derviş olacaksın. Karşılıklı oturacağız ve beş dakika bana rabıta yapacaksın. Benim okuduğum tevhidi beş dakika da sen söyleyeceksin. Ondan sonra benim dediğim doğru ise bana bağlan, doğru değil ise ebedi ben sana bağlanacağım, sen ne dersen onu yapacağım, der.

Hoca Efendi içinden;

─Beş dakika hemen geçer, bu herhalde bana bağlanacak, tamam ben bunu hallettim, deyip sevinir. Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hz.leri:

─Şimdi beni manevi babalığa kabul edeceksin, dizini dizime dayayacaksın, beni öylece düşüneceksin, söylediğimi de aynen yapacaksın der.

Hoca Efendi ;

─Tamam, der

─La ilahe İllallah hu” derken; 

Hoca Efendi;

─ La İlahe İllallah, tamam da “Hu” denilmez der.

Ebubekir-i Baba:

─ Bak Hoca Efendi, saniyeler geçiyor, deyip “La İlahe İllallah hu, La İlahe İllallah hu, La İlahe İllallah hu” derken bir yandan da kalbine vurur.

Hoca Efendi gözünü bir açar hemen Ebubekir-i Babanın eline kapanır:

─Aman Efendim! Ne olur ben sizin ebediyen dervişiniz olayım, der.

Ebubekir-i Baba:

─Ne oldu Hoca Efendi? diye sorar.

Hoca Efendi:

─Sen Allah’a kendini nasıl sevdirmişsin ki; Levhi Mahfuzda “La İlahe İllallah hu” yazılı” diye cevap verir.

Ebubekir-i Baba:

─Nasıl Gördün Levhi Mahfuzu? diye sorar

Hoca Efendi.

─Seninle birlikte tevhid okurken melekler benim perdemi açtı. Levhi mahfuzu gösterdiler. Orada “La İlahe İllallah hu” yazılıydı. der.

Ertesi gün Hoca Efendi camiye ağlayarak gelir öyle bir vaaz eder ki, vaazında; 

─Biz ilmimize mağrur olmuşuz. Biz hata etmişiz. Allah’ın dostları ile uğraşmışız. Allah’a harp ilan etmişiz. Allahım benim günahlarımı affetsin. Ebubekir-i Sıddık Baba çok haklıymış. Levhi mahfuz da “La İlahe İllallah hu” yazılı der ve ardından, kendisi de Ebubekir-i Babanın dervişi olur.

Ebubekir-i Baba, yaşadığı müddetçe Ümmet-i Muhammedi irşat etmeye gayret göstermiştir. İnsanları Hak yola vasıl edebilmek için gece gündüz çalışmıştır. Sayısız kerametleri ve halleri bulunan bir meşayıhtır. 

Dergâhta Hacı Ali Efendi Hz.leri ve Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine ayrı bir ilgi ve alaka göstermiş ve bu iki zâtı kendisi hayatta iken manen yetiştirmiştir.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i Hz.lerine ilk bağlandığı dönemlerde deki bir kaç anısını şöyle anlatır:

Gençliğimde çay ocağı çalıştırırdım. (Eskiden kıraathaneler bu günkü gibi değildi. Kuran-ı Kerim okunur, dini ve ilmi değeri olan konular ehliyetli kişiler tarafından beyan edilir, şiirler okunur, günlük olaylar müteala edilirdi. )

Bir gün kapıda üstadım Ebubekir-i Baba’nın beni çağırdığını gördüm. İşi bırakıp koştum. Üstadımın önünde ihtiyar, ama dinç, üzeri eski giyimli, sarışın bir meczup var idi. Biz de birkaç kişi geriden Üstadımızla birlikte meczubu takip ediyorduk. Ebubekir-i Babanın evinin önüne geldiğimizde; meczup zât geri döndü ve bize doğru bakıp, beni göstererek;

“Şu gençte kemalat kokusu var. Şu ise fasık ve şunda da münafıklık alameti var” dedi. Arkadaşlardan birisi müdahale edecekti ki, 

Hacı Ebubekir-i Baba;

─Sakın cevap verme, O Allah dostudur, sana zarar gelir, dedi.

Yine o dönemde, evde ders çekiyordum. Kapının çaldığını işittim. Kapıyı açtığımda hayretler içerisinde, Üstadım Ebubekir-i Baba’yı gördüm. Zira o güne kadar evime ilk defa geliyordu. Üstadım bana şöyle seslendi; 

─Evladım, Mustafa ne yapıyorsun?, ben de kendisine:

─Efendim ders çekiyordum, dedim. 

Üstadım da bana;

─Hangi esmayı çekiyordun evladım, diye sordu. 

Ben de kendisine;

─Efendim aslında dersimi bitirdim. Biz severiz Cihar-ı Yari Veliyi; Ebubekir-i, Ömer, Osman, Ali’yi okuyordum, dedim. 

Üstadım bana:

─Evladım, o söylediğin zâtları görüyor musun? diye sordu. 

Ben de kendisine: 

─Hayır, Efendim, deyince; 

Üstadım:

─İyi evladım. Bundan sonra gör inşallah, dedi. Ve o günden sonra, o mübarekleri manen sık, sık görmeye başladım.

Dergâhta çavuş iken, arkadaşlarla Çorum yakınlarında bir yere gittik. Camide halakayı zikre oturduk. O beldede başka dergâhtan Rufailer de vardı. Onlar da katıldılar. Zikir devranı devam ederken oradaki Rufailer; bir mangal dolusu ateş getirip, nakibimizin önüne koydular. Kendisinde burhan olmadığı için, o da bana havale etti. Ben de huzur ettiğimde; Ebubekir-i Babanın caminin mihrap tarafından, halakanın ortasına geldiğini gördüm. Müsaade verildi zannederek ateş burhanını yaptım. Çorum’a vardığımızda üstadıma anlattım. Fakat çok disiplinli olması hasebiyle beni azarlamıştı. Çünkü şer’i izin olmadan yaptığımı söyledi.

Ebubekir-i Sıdık Çorumi Hazretleri keşfi, kerameti açık, ledünni ilim sahibi bir zât idi. Bir gün sohbet esnasında, Mehdi Resulden bahsederken o cemaat içerisinde, daha henüz on sekiz yaşlarında bir genç olan Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini göstererek;

─ Mehdi Resulü biz göremeyeceğiz, fakat bu gencin dervişleri görecek, buyurmuşlardır.

Ebubekir-i Baba, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin henüz on sekiz yaşında olmasına rağmen; ileride Mürşidi Kamil zât olacağını, onun değil ama dervişlerinin Mehdi Resulü göreceğini, o zamandan işaret buyurmuşlardır.

Hacı Ebubekir Baba Hz.leri çok büyük bir Mürşidi Kamil idi. Lakin kendisinden sonra bir halife yetişmemesinin üzüntüsünü yaşıyor, bazen bundan dolayı hüzünleniyordu. Derken bir gece zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah (cc) kendisine tecelli eder. (keyfiyeti ehline malumdur.) 

Bu tecelli anında Allah-ü Teâlâ Hz.leri Ebubekir Babaya;

─Kulum Ebubekir; Evlat verdim istemedin, devlet verdim istemedin, mal mülk verdim istemedin, makam mevki verdim istemedin. Ne istiyorsun? diye buyurur.

Ebubekir Baba;

─Ya Rabbi âcizane seni istiyorum, diye cevap verir.

Cenab-ı Zülcelal:

─Kulum Ebubekir! Bu akşam ömrün tamam olmuştu ancak fazlı keremimden ben senin ömrünü 30 sene uzattım. Ömrünün son beş senesinde şehrinizin doğu kısmından, Ahıska tarafından elinde kılıç, at üzerinde eşkıya tipinde biri gelecek. Elinde bulunan emanetleri ona vereceksin. Bu zât bostancı Ali Efendidir, buyurur.

Ebubekir Baba o gece tarih atar. Gerçekten de ömrünün son beş senesinde Ali Efendi gelir. Geldiği zaman da Çorum’da Nakşibendî Üstadı Çerkez şeyhi Hacı Ömer Efendi diye bilinen bir zâtın sohbetine götürürler. Şeyh Ömer Efendinin kapısına gitmeden önce Ali Efendi eşkıyadır. Çok haşarı, gözü pek ve biraz tehlikeli birisidir Hacı Ali Efendinin de tasavvufa başlaması böyle olmuştur

İlk olarak Şeyh Ömer Efendinin dergâhına gider fakat manevi dosyası Ebubekir Baba’dadır. Hacı Ebubekir babanın dergâhına gidecektir. Lakin Ali Efendi henüz Ebubekir Sıddık Hz.lerinin kapısına gitmemiştir. Nazarı ve çalışması gereken hususiyet bu taraftır. Tabi buna Ebubekir baba Hz.leri daha fazla rıza göstermez. Çünkü kendisine Allah-ü Teâlâ Hz.lerinden böyle bir vaat vardır.

Neticede bir akşam Bostancı Hacı Ali Efendinin mana âleminde ayağına zinciri takar, tespih çeker gibi Ebubekir Baba (ks) Hz.leri, Çerkez Şeyhinin kapısından sürükleye, sürükleye kapısının önüne getirir ve Ali Efendiye latife ederek şöyle der:

─Evladım Ali Efendi! En sonunda kendini sürüklete, sürüklete kapımıza geldin” buyurmuştur. Hatta Çerkez şeyhi Hacı Ömer Efendi, Ali Efendiye;

─Oğlum! Kara Şeyh beni de rahatsız ediyor. Sen oraya gideceksin. Nasibin orada, dosyan Ebubekir Baba’da, diyerek Ebubekir Baba Hz.lerinin kapısına göndermiştir. 

Ebubekir Baba Hz.leri Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin vaadi olan bu mübarek zâtı beş sene içerisinde yetiştirir, Ali Efendi’ye bütün makamları aştırır ve halifelik makamına kadar getirir. Fakat Çorum’da bazı dedikoducu insanlar ; 

“Ebubekir baba Hz.leri, Ali Efendi’den korktu da; onun için görevi ona tevdi etti” derler. Bu her dönemde olmuştur. Meyve veren ağacı taşlarlar.

Bostanı Hacı Ali Efendi Hz.leri vazifeyi aldıktan sonra, Ebubekir Baba Hz.leri bir gün;

─Gel oğlum Ali, sana bir sırrımı açıklayacağım, der ve otuz sene önce yaşadığı tecelliyi anlatır.

─Oğlum! Ben tarih atmıştım. Herhalde bu gece emaneti teslim edeceğiz. Dervişleri topla da helalleşelim, buyurur. 

Bu arada Ebubekir Babanın hanımı, konuştukları mevzuu harem penceresinden duyar.

Dervişler haberi alır almaz dergâha toplanırlar. Aradan birkaç saat geçer. Ebubekir baba Hz.leri tefekkür halinde iken, hanımı;

─Ha Bekir ha! Öleceğim diye başına milleti topla. Hacı Laledin hesabı; bir rezil rüsva ol da gör, der. Hacı Laled ismindeki kişi; etrafındakilere “ben bu gece ölüyorum” diye toplamış fakat on yıl daha yaşamış olan bir kimsedir.

Bekir baba hanımına dönüyor;

─Bir Hacı Laled’le, bir Ebu Bekir’i ayırt edemiyorsun ya; kırk sene seninle bir yastığa baş koydum. Yazıklar olsun sana, diyor.

Ebubekir Baba Hz.leri, gecenin belli bir vaktinde gözünü açıyor.

─Oğlum Ali, dervişler nerde, diye soruyor. 

Bostancı Ali Efendi Hz.leri;

─Efendim bir kısmı gitti, bir kısmı kaldı, diyor. 

Ebubekir Baba Hz.leri;

─Ne yapalım evladım nasipleri bu kadarmış. Allahaısmarladık, der ve o anda;

─Aleykümüsselam melekül mevt, diyerek Azrail(as)ı karşılıyor ve ardından:

─Ben ihtiyar adamım. Benim canımı acıtma, diyor ve “hu” esmasıyla ruhunu teslim ediyor.

Ebubekir Baba Hz.leri sohbetlerinin sonun da sürekli:

─Ehli Beyti seven Al kanlar içinde yatar, diye söyler fakat bu sözün sırrına kimse vakıf olamaz.

Vefatından belli bir süre geçtikten sonra. Ebubekir Baba Hz.lerinin evlatlığı;

─ Benim babamı sofanın parmaklıklarından dervişler düşürdüler, itelediler. Ben babamı çıkarıp otopsi yaptıracağım, der.

Ebubekir babayı gömdükleri kabirden çıkarıyorlar, hastaneye götürüyorlar. Otopsi için ameliyathaneye alınıyor. O zaman otopsiyi yapacak olan Doktor Sulhi Bey’dir ve itikadı zayıf birisidir.

Ebubekir Baba Hz.lerini ameliyat masasına yatırıyorlar. Doktor, vücudundan bir yeri açıyor ve orada bir sırra vakıf oluyor. Nabız yok, nefes yok ama kan dolaşıyor. Kalp çalışıyor ve “Allah” diye ses geliyor. Bunu duyuyor ve inancı zayıf bir kişi olduğu için hayretler içerisinde kalıyor.

Ebubekir Baba’yı kaldırıyorlar, tekrar kabre götürüyorlar. Bostancı Ali Efendi Hz.leri, Üstadının cenazesini toprağa vermek için kabrin içine giriyor. Tabi ameliyat edilir iken; Ebubekir Baba’nın vücudunu açtıklarından dolayı eline kan değiyor ve orada;

Bostancı Hacı Ali Efendi Hz.leri;

─ SEDDAKSIN YA ŞEYHİM!! EHLİ BEYTİ SEVEN AL KANLAR İÇİNDE YATAR, buyuruyor.

Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i (ks) Aziz Hazretleri, bu mübarek ve kutsal görevi layıkı ile tamamlamış ve 1929 yılında Hakka yürümüştür. İlel Cenneti Ebeda. Allah-u Teâlâ Hazretleri makamlarını Âli kılsın, Füyuzatı Rabbaniye’lerini üzerimizden eksik etmesin. Âmin.

1929 yılında, bu zor görevi alan Bostancı Hacı Ali Efendi Hazretleri, Ebubekir-i Baba gibi, Gürcistan’ın Ahiska İlçesinde dünyaya gelmiltir. Bu mübarek şahsiyetin döneminde, dergâhlar kapandığı için görevini çok zor şartlarda devam ettirmiştir.

Kendisini satıcı gibi gösterir ve eline birkaç tane ceket alır, köy köy, kasaba kasaba dolaşır. İnsanlara Hakkı anlatır, Allah’ı zikrettirirdi. İnsanlar satın almasın diye de, yanında getirdiği ceketlere yüksek fiyat biçerdi.

Hacı Ali Efendi Hazretleri, Çorum’da vazifeyi yürütebilmek için bostan tarlasında durur, gelen kişiler mübareği orada ziyaret ederlerdi. Böylece dikkat çekmezdi. Onu, bağ belliyor zannederlerdi. Bu şekilde zor ve meşakkatli olduğu halde, insanları irşat etmeye çalışır, onlara tasavvufu anlatırdı. Bostan tarlasında sohbet ettiği için kendisine, Bostancı Hacı Ali Efendi denilirdi.

Bir gün Hacı Ali Efendi Hazretleri, çarşıda esnafları dolaşırken; karşısına çıkan zamanın müftüsü, o mübarek zâta olur olmadık laflar söyler, hakaretlerde bulunur, kötü sözler sarf eder. Buna karşılık Hacı Ali Efendi Hazretleri, müftüye bir tek kelime dahi söylemez. Müftü Efendi, o kadar lafı saydıktan sonra yanından ayrılır ve çarşıda yürümeye devam eder.

Bir müddet yürüdükten sonra çarşının diğer köşesinde iki kişinin kavga ettiğini gören müftü onları ayırtmak ister. Tam bu esnada kavga edenlerden bir tanesi bıçağını çıkararak müftüye saplar ve müftü oracıkta ölür.

Bu hadiseyi hayretle izleyen bazı feraset sahibi esnaflar, Hacı Ali Efendi Hazretlerine;

─Efendim, keşke adam size hakaret ederken; siz de ona birkaç söz söyleseydiniz. Ama siz sükût ettiniz. Siz razı olsanız da, Kudretullah’ın gücüne gitti ve dostunun intikamını aldı, diye hadisenin manevi boyutunu müşahede etmişlerdir.

Hacı Ali Efendi Hz.leri, insanlara bir yandan vaaz ve nasihatlerde bulunuyor, diğer yandan Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin seyri sülûk’u ile yakından ilgileniyordu.

Hacı Ali Efendi 1950 yılında Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine hilafet vermesine rağmen, Hacı Mustafa Efendi Hazretleri bu görevin çok zor olduğunu bildiği için, vefat edeceği zamana kadar kimseye söyleyememişti. Bu mübarek vefat etmesine yakın, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini yanına çağırtır ve Ona;

─Evladım, birkaç kişiyi çağır, şahit olarak burada bulunsunlar, der.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri o söylediği kişileri çağırmaya gidip geldikten sonra bir bakar ki; mübareğin yanında 80–90 kişi kadar insan toplanmış. Hacı Ali Efendi, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine dönerek:

─Oğlum, ben sana bu kadar adam çağır demedim,diye söyler. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri de, üstadına:

─Efendim, ben sadece sizin söylediklerinizi çağırdım. Bu insanlara gelmesini ben söylemedim, der.

Bostancı Hacy Ali Efendi Hazretleri, ağlamaya başlar ve:

─Evladım Mustafa! Keşke bu görevi sana vermeseydim. Seni çok seviyorum. Sevdiğimden ağlıyorum. Senin işin çok zor, deyip, arkasından şöyle devam eder:

─Evladım Mustafa Efendi! Bakır leblebi hiç yutulur mu? Yutulmaz ama yutacaksın. Dervişlerde hata aramayacaksın. Zira dervişlik yolu çok ince, çok zor. Ahir zamanda şartların zorluğu da eklenirse bu devlete ermek pek mümkün değildir…

Hacı Ali Efendi, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine 1958 yılında bu manevi görevi devrettikten sonra Cenab-ı Hakka yürümüştür. Allah, makamlarını Âli kılsın. Fuyüzatı Rabbaniyelerini üzerimizden eksik etmesin. Âmin.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri İstanbul’a aralıklarla gider gelirdi. O dönemin Nakşibendî Şeyhi Mürıid-i Kamil Hacı Ali Haydar Efendi (ks) Hz.leri ile her gittiğinde muhakkak görüşür, sohbet eder, manevi istişarelerde bulunurdu. Hacı Ali Haydar Efendi Hz.leri vefatına yakın Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini yanına çağırır ve kendisine;

─ Mustafa Efendi bizim dergâhımızda kimse yetişmedi. Onun için bizdeki manevi emanetleri de sana tevdi edeceğiz, demişler ve Hacı Mustafa Efendi Hz.leri böylece Hacı Ali Haydar Hz.lerinden Manevi emanetleri teslim almış ve Evrad-ı şerife dâhil etmiştir.

İnsanlara ilmi, irfanı ve yaşantısı ile örnek teşkil eden, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin kendisini dostluk makamına kabul ettiği Ali Haydar Efendi (ks) Hazretleri, 1870 yılında, Gürcistan’ın Ahıska Kazası’nda dünyaya geldi. Babasının ismi Şerif Efendidir. Henüz iki yaşında iken annesini, dört yaşında da babasını kaybetmiştir.

Bundan sonra hem öksüz, hem de yetim kalan Ali Haydar Efendi (ks) Hz.leri, ufak yaşlardan itibaren ilme karşı büyük bir istek ve arzu duymuş, ilk ilim tahsiline memleketinde başlamıştır. Daha sonra Erzurum’da medrese eğitimine devam etmiştir.

Erzurum’dan sonra İstanbul’a gelen Ali Haydar Efendi (ks), Fatih Camii şerifinde derslere devam ederek, Beyazıt Dersi-imamlarından Çarşambalı Hoca Ahmet Hamdi Efendi’den 1901 yılında icazet almıştır.

Ali Haydar Efendi (ks) Hazretleri, Ahmet Hamdi Hoca’nın derslerine devam ederken, o devirde kadı yetiştiren, şimdiki hukuk fakültesinin ilk şekli olan Medresetü’l-Kuzzat’a (Şeriat Kadısı yetiştiren okul, şeriat hâkimi, bu güne göre Hukuk Fakültesi)giderek, oradan da diploma almıştır (1906).

İlk Adli vazifesi Burdur Kadılığıdır. Daha sonra pek çok vilayetlerde kadılık yapmıştır. En son İstanbul’da Temyiz Mahkemesi üyeliği, aynı mahkemenin Hukuk Dairesi üyeliği, sonra Temyiz Mahkemesi başkanlığı görevinde bulunmuştur.

 

Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, Hukuki İslamiye ve Islahatı Fıkhiye Kamusu eserinde, Ali Haydar Efendi den bahsederken;

“Yüksek çalışkan fukahamızdan madudtur”, diye kendisini övmüştür.

 

1914 yılında Fatih Camiinde talebe okutmaya başlamıştır. Fetvahanede fetva vermiş, gösterdiği büyük iktidarla 1914 yılında Sahn Medresesi Fıkıh Müderrisliğine tayin edilmiştir.

1. Dünya Savaşı’nın ardından 14 Kasım 1914’te ilan edilen (Cihad-ı Ekber) fetvasını, Fetva Emini sıfatı ile Fatih Camiinde okumuştur. Aynı zamanda 23 Kasım 1914’te Cihat Beyannamesinde bulunan yirmi dokuz imzadan birisi de Ali Haydar Efendi (ks) Hazretlerinin imzasıdır.

Ahıskalı Ali Haydar (ks) Hazretleri ilim noktasında en son yere kadar çıkmış, yüksek şerefli, şöhretli bir zât idi. Hitabeti çok kuvvetli, fakihliği dört mezhebe fetva verecek kadar güçlü, tesir ve ikna kabiliyeti yerinde idi.

1913 ve 1914 yılları arasında, bir Ramazan ayında, Bandırma’ya vaaz etmek için gider. Tabi, kendisi İstanbul ulemasından olduğu için heryerde rağbet görür. Vaazları genelde tarikat ve tasavvuf aleyhinde olur.

Bir gün, sabah namazından sonra sohbet ederken isim vererek, 

─ Burada Bezzaz Ali Rıza Efendi var, esnaftır, tarik ehlidir. Şöyle yapar, böyle yapar, diye aleyhinde konuşur.

Cemaatin içerisinde, Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin talebelerinden, Börekçi Hasan Efendi de vardır. Vaazı dinler ve namazdan sonra olup biteni Ali Rıza Bezzaz-i Hazretlerine anlatır. 

Bezzaz-i Hazretleri:

─Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecektir, diye buyururlar.

Bu hadiseden sonra Ali Haydar Efendi (ks) Hazretleri’nin gönlüne bir od (ateş) düşer. Tasavvuf ve tarikat ehline karşı bir sevgi alâka başlar. Kalbi vecd, istiğrak ve cezbe ile dolar. Dev cüsse, cübbe ve sarığı atarak camiden çıkar. Pazaryerinde, bez satan Ali Rıza Bezzaz Efendinin yanına varır. Söylediklerinden pişmanlık duyduğunu ve onu affetmesini, evlatlığa kabul etmesini diler.

Bezzaz Ali Rıza Efendi (ks) Hazretleri kolundan tutar, sırtını okşar ve:

─İstanbul’da Hacı Ahmet Efendi var, ona git, der.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks), İstanbul’a gelip, Hacı Ahmet Efendiyi bulur. O da;

─Topkapı da Ali Efendi var, ona git, der.

Bu yol çile yoludur. İmtihanlar, sabır, teslimiyet, her bir şey ölçülür. Nihayet, Topkapı’da, kendisine bildirilen köhne, dökük bir evin kapısını çalar. Yarım saat kadar kapıda bekler. O an nefsi ile baş başa kalmıştır ve nefsi ona şöyle haykırır; “Ey Ali Haydar! Sen ki padişahın huzur dersleri, başmuharrir ve baş muhatabısın. Böyle bir adamın, köhne evinin önünde kapıyı açmasını bekliyorsun. Bu sana yakışır mı?”

Daha sonra kapı açılır ve bir kız çocuğu çıkar:

─Buyurun, içeri, der.

İçeri giren Ali Haydar Efendi (ks), bir saat daha içeride bekler. Bu sırada saçı sakalı ağarmış, zayıf bedenli bir zât içeri girer. Bu kimsenin Ali Efendi olduğunu anlayan Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks), hemen elini öpmek ister. Fakat o zât;

─Çek elini, ben samimiyetsizlere el veremem, der.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks), kendi sıfatlarını ve makamlarını saymaya başlayınca, o zât; “Sus, sus” deyip O’nu azarlar.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks) ağlamaya başlayınca da;

─Ya, amma da sulu gözlü hocaymışsın, seni imtihan ettim, der. O anda bazı değişiklikler hisseden Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks), karşısındaki Ali Efendiye mürid olup, sohbet ve derslerine devam eder.

Nasıl ki, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri; “Numan’ın son iki yılı olmasaydı; Numan helaktaydı” diyerek, Allah-u Teâlâ Hazretlerine vasıl olabilmenin ilim ile değil, bir Mürşid-i Kamil zâtın terbiyesi, himmet ve nazarı ile kazanılacağını idrak etmiş ve ehli beytten, Cafer-i Sadık (ks) Hazretlerine intisap etmiş ise; Ali Haydar (ks) Hazretleri de, içindeki o manevi boşluğu bir Mürşid-i Kamile intisap ederek doldurmuş ve Allah-u Teâlâ Hazretlerine, üstadının himmeti ile seyru sülûkunu tamamlayarak vasıl olmuştur.

Kendisine 1914 yılında manevi vazife verildikten sonra, Fatih ilçesi Çarşamba mevkii, Cebecibağı Mahallesinde, İsmail Ağa Camiinden Fener Kilisesine doğru giden sokağın sonunda bulunan dergâhta, insanları irşada devam etti.

Burası, Şeyh Mustafa Garibullah Efendi Hazretlerinin dergâhıdır. Nakşî silsilesinden otuz ikincidir. Yanında otuz üçüncü Şeyh Halil Nurullah Zağravi Hazretleri vardır. Yan yana kabri şerifleri oradadır. Otuz dördüncü silsile Ali Rıza Bezzaz-i Hazretleridir ve Bandırma’da metfundur. Otuz beşinci silsile Ali Haydar (ks) Hazretleri olmuştur.

Her evliyaullahta olduğu gibi, Ali Haydar Efendi (ks) Hz.lerinin de, o dönemlerde çile ve sıkıntıları olmuş. O’nu istemeyenlerin ve fitnecilerin çıkardığı yaygaralardan dolayı, polis nezarethanelerine atılmış, İstiklal Mahkemelerinde yargılanmıştır.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (ks) ömrü hayatını, insanlara hak ve hakikati anlatmak için geçirmiştir. Edebin birini dahi terkine rıza göstermemiştir. Pek çok ilim erbabı yetiştirmiş, kıymetli müritleri olmuştur. Vaktinin büyük bölümünü Kur’an-ı Kerim okumakla geçirmiştir.

“Sülbümden değil, yolumdan gelen benim evladımdır”, buyurmuştur.

Uğrunda, hayatı boyunca mücadele ettiği en büyük gayesi, Allah’ın indirdiği ile hükmetmek idi. Maruz kaldığı çile ve meşakkatlere göğüs gererek Emr’i bi’l-maruf’a büyük önem verirdi.

“Dini Mübini İslam’ın devam ve bekası, Emr’i bi’l-maruf ve nehyi anil münkerin devamına; dini mubini İslam’ın yıkılması ise, Emr’i bi’l-maruf ve nehyi anil münkerin, terkine bağlıdır” buyururdu. 

O, gözlerin nuru, kalplerin süruru idi. Marifet deryası ve sırlar hazinesi idi. Pek az kimselere nasip olan makamların sahibi idi. Aşkla ve muhabbetle yanan kalplerin tabibi idi. Dergâhının bulunduğu mahalledeki evinde 1 Ağustos 1960 yılında vefat etti.

Vefatı sırasında ayetler okuyarak, etrafındakilere nasihatler ederek, tebessümler saçarak, dâr-ı bekaya göç etti. Mübarek naaşı, Yavuz Selim Camiinde kıldırılan cenaze namazından sonra, Edirne Kapı Sakız Ağacı kabristanına defnedildi

İlel Cenneti Ebeda…!

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri için zor ve sıkıntılı günler başlamıştır. Fakat O, şeriat-ı Ahmediye ve Ahlak-ı Muhammediye’ye sonsuz derece bağlılığı ile örnek teşkil etmiştir.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri dergâh çavuşu iken, mesaisinin çoğunu ihvanın işine sarf ederdi. Hatta zikrullaha gelmesi için bir dervişin ayağına on kere gittiği dahi olurdu. Dervişlerin ayakkabılarını çevirir, ceketlerini asar, çaylarını yapıp dağıtırdı. Hatta kendisine bu yüce görevin, çok hizmet ettiğinden dolayı verildiğini söylerdi. Buna rağmen, bazı hasetçilerin de hedefi olmuştu. En yakın arkadaşlarının dahi, kendisine muhalefet ettiklerini, gelen dervişlerin ayağını kaydırmak için çalıştıklarını ve pek çoklarını da caydırdıklarını söylerdi.

Netice olarak, Allah (cc) yolundan saptıranların akıbetlerinin perişanlık olduğunu belirtirdi. Hatta birisi öyle olmuş ki;

─Ulu Caminin tuvaletinde bir eli ile simit yerken ve diğer eli ile de ihtiyacını gideriyordu. Bu hale de Çorumlular şahit oldular, demiştir.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, o günlerde köy köy gezerek, terzi malzemesi (tela) satıcılığı yapıyor gibi görünür, insanlara Allah ve Resulünden bahseder, manevi güzelliklerden anlatır, insanları Hakka çağırır. 

Gariptir ki; o tarihlerde Hacı Mustafa Efendiyi taşlayan Çorum halkı, bugün kerametlerini dilden dile anlatmaktadırlar. Zaten hakikat erenlerinin durumu hep aynı olmamış mıdır?

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri şöyle anlatır;

“Çorum da on iki tarikata ait, birçok dergâhlar vardı. Ulu Cami’de sabah namazından sonra zikir devranı yapılırdı. Bütün şeyhler, müritleri ile katılırlardı. Bu tarikatlar arasında o kadar sıkı bir münasebet ve muhabbet vardı ki; hangi müridin, hangi Şeyh Efendiye tâbi olduğu bilinmezdi. Şeyh Efendiler, yaş sırasına göre halakayı yönetirlerdi. Zikrin sonunda en yaşlı olan Şeyh Efendi, dua ile merasim hatmi ettirir ve her bir şeyh ile tek tek kucaklaşırdı. Zikrullah bitip de ayrılma saati geldiğinde, her mürit kendi şeyhini takip ederdi. İşte o zaman hangi mürit hangi şeyhe tâbi imiş anlaşılırdı. Şimdiki gibi “ Senin dergâhın, benim şeyhim” ayrımı yapılmaz hepsine aynı edep ile muamele edilirdi”.

(Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, evliyalık noktasında, zamanın üçlerinden ve rical-i gayb erenlerinden, yüce keramet sahibi bir zât idi).

O büyük zâtın kerametine bizzat şahit olmuş ve kerameti yaşamış olan müritlerinden Hilmi Efendi şöyle anlatır;

“Bir Cuma günü, Efendinin sohbetinde bulunuyordum. Kendim Çorum’a bağlı bir köyde imamlık yapmaktaydım. Üstadımın sohbetinden erken ayrılıp, Cuma namazına yetişmek istiyordum. Fakat sohbeti bölmeye cesaret edemedim. Üstadım;

─Haydi, oğlum camiye gidelim, deyince, hiç sesimi çıkarmadım fakat içimden;

─Benim köydeki camiye yetişmem imkânsız, diye geçirdim. Ama dışarı çıkınca Efendi Hazretleri:

─ Haydi, oğlum sen köydeki camine yetiş, dedi 

Ben de;

─ Baş üstüne, dedim ve yanından ayrıldım. 

Allah tarafından olsa gerek, birden yıllardır gidip geldiğim yolu kaybettim. Daha ne olduğunu anlayamadan kendimi köydeki camide buldum. O şaşkınlık ve hayret içinde cuma ezanını köydeki camide okudum. Elhamdülillah.”

Gösterdiği kerametlere örnek bir hadiseyi de Hacı Mustafa Efendi Hazretleri şu şekilde anlatmıştır;

“Çorum Müftüsü ve âlimlerin bulunduğu bir topluluğa davet edildim. Topluluk bir park yerinde idi, benden keramet göstermemi istediler. Zaruretten dalda duran bir kuşa işaret ettim ve kuş gelip omzuma kondu. Bir müddet sonra işaret ettim, kalkıp gitti. Buna itiraz edip “tesadüf” dediler. Bu sefer uzakta nokta gibi küçük görünen bir kuşu çağırmamı istediler. Ona da aynı şekilde işaret ettim. Kuş geldi başımın üzerinde bir müddet döndü. Sonra işaret ettim gitti.

Gariptir ki, orada bulunan halk, müftü ve hocalara; “Ey hocalar! Sizler ilim sahibisiniz, bir de siz keramet göstersenize” diyemediler”.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerinin kerametini bizatihi yaşayan Nevşehirli bir başka kişi şöyle anlatıyor:

“O zamanlar pek kimsenin arabası yoktu. “Hayati” diye bir kişi var, o da biraz ters birisi idi. Bir tek onun arabası vardı. Abdullah Baba Hz.leri de; o dönemde Nevşehir’in zakiri idi. 

Hayati’ye;

─Hayati Efendi arabanın mazotunu koyalım da bir Çoruma gidelim, dedi.

Hayati; 

─Yok, benim ne işim var oralarda, dedi ise de Efendi Hz.leri ikna etti.

─ Sabaha gideceğiz, diye konuştuk ve ayrıldık.

Evine gidince vazgeçmiş. “Benim tarikatçılarla falan işim yok” diye kendi kendine söylenerek yatmış. Rüyasında Çorumlu Mustafa Efendi Hz.leri geliyor;

─Sabah kalkınca arabayı çalıştır ve misafirlerimi getir, gel, diyor. Ama yine gitmemekte kararlı bir şekilde tavır koyuyor. Birazdan yine üzerinde cübbesi ile Mustafa Efendi Hz.leri geliyor;

─Oğlum, sabah arabaya binin gelin, diyor ve bu sefer biraz da kızıyor. Bu rüyanın tesiriyle sabah geldi, buluştuk. Çoruma vardık. Mustafa Baba’nın hanesi biraz küçüktü. Beş kişiyle de dolardı, kırk kişi ile de dolardı. Bana sobanın yanyıda yer düştü. Soba nasıl yanıyor ama borular kızarmış bir vaziyette. Öyle sıcak ki şimdi elbiselerim alevlenecek diye düşünüyorum. İçimden şöyle dedim: “Efendim, ben yeniyim. Pek usûl bilmem ama ben yanıyorum haberiniz olsun”, der demez; omzumdan aşağıya doğru soğuk soğuk sanki su döküyorlar.

Bu sırada çay içiyorduk. Bizim Hayati, bir bardak çay içtikten sonra içinden; “Eğer sen şeyh isen, bana bir çay daha söyle. Benim canım çay istiyor” demiş.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi dizlerinin üstüne doğruldu.

─Oğlum Metin!” dedi. Parmağıyla göstererek;

─Şu arkadaşa bir çay daha ver de, içsin, dedi. Oradan ayrıldıktan sonra, Hayati; Efendi Hz.lerine dönerek:

─Abdullah ağabey! Sizler çok iyi bir yoldasınız. Ben içimden geçirerek üstadınızdan çay istemiştim, bu mübarek içimden geçenleri bildi. Rüyamda gördüğüm zât yine bu mübarekti. Üzerindeki cübbesi de orada asılı idi, dedi.

O dönemlerde benzin karaborsa, pek bulunmuyor. Biz de düştük yola geliyoruz. Nevşehir’e elli kilometre kala, Hayati;

─Benzinimiz bitti, şimdi ne yapacağız nerden benzin bulacağız, dedi.

Abdullah Baba telaşlanmamasını, yola devam etmesini söyledi. Fakat Hayati hala panik içerisinde söylenip duruyordu. İkinci kez Abdullah Baba deyince; sesini kesti öylece Nevşehir’e kadar geldik. Hayati çok şaşkın ve hayretler içerisinde;

─Yahu bu nasıl oldu! Benzinimiz bitmişti. Benzinsiz nasıl geldik? diye söyleniyordu. Efendi Hz.leri, Hayatiye;

─Sana ders verelim, dedi.

─Abdullah ağabey! Ben hırsızlık hariç, her türlü haksız kazanç yerim. Bu nasıl olacak? dedi ise de; Efendi Hz.leri gayet hoşgörülü bir şekilde:

─Sen iyi bir insansın, Allah (cc) seni muhafaza etsin, diye dua etti.

Abdullah Baba dua ettikten sonra, bir daha o işler için adamın bankaya gittiği olmamıştır”.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, 1960 yılındaki ihtilalde yaşadığı hadiseyi bizlere şöyle nakletmiştir;

“1960 yılında, ihtilalde beni hapse atmışlardı. Cezaevi müdürü çok iyi bir insandı. Bize oldukça kibar davranıyordu. Cezaevindeki mahkûmlara:

─Müslümanlar bir tarafa, diğerleri bir tarafa ayrılsın, dedim, ardından;

─Ey Allah’a iman eden mahkûmlar! Bakın, Müslümanız diyorsunuz. Burası Hz. Yusuf’un makamı, burada ticaret yapamazsınız, ailenizle görüşemezsiniz. Vaktinizi boş boş harcayacağınıza; bari abdest alın, namaz kılın ki, hiç olmazsa sevap almış olursunuz, dedim.

Mahkûmlar;

─Ama Efendim, burada biz altmış kişiyiz. Buna karşı, bir banyo, bir tuvalet bir de abdest alacak çeşme var, bu yetmez ki, dediler.

Cezaevi müdürüne rica ettim. Uygun bir yere dört tane daha abdest almak için çeşme yaptırdılar. Artık mahkûmlar, abdest alıp, namaz kılmaya başlamışlardı. Fakat bizim suçumuz olmadığı için serbest bırakıldık. Bu haberi duyan mahkûmlar ağlamaya başladılar. Onların ağlamasına dayanamadım. Sırf onların hatırı için iki gün daha orada kaldım. İki gün sonra vedalaşırken;

─ Elhamdülillah, Elhamdülillah! Ne mutlu ki sizlere; dininizi, İslam’ı, ahlakı, Kur’an okumayı öğrendiniz. Bu şekilde, hayatınızı devam ettirin, dedim. Ağlaya, ağlaya oradan ayrıldık”.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, şartlar ne kadar zor olursa olsun, Allah ve Resulünün sevgisini insanlara anlatmak için, büyük çaba harcamış ve maddi manevi gücünü her zaman, diğer insanlarında imanlarını kurtarma yolunda, sarf ederek yaşamıştır.

Abdullah Baba (ks) Hazretleri, 1969 yılına kadar Bilal Baba’nın manevi feyzinden istifade etmiş ve bu zaman zarfında üstadının övgüsüne mazhar olup himmet ve gayretleri ile Allah’a giden yolda oldukça mesafe kat etmiştir.

Ancak 1969 yılında Bilal Baba’nın vefat etmesi ile Vuslatı henüz tamam olmayan ve içindeki kemalât ateşi gün geçtikçe daha da artan Abdullah Baba (ks) Hz.leri istihare yapar ve rüyasında; Hızır (as), İlyas (as) ve Zekeriya (as) tarafından kendisinin, Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Hz.lerine intisap etmesi gerektiği, manen dosyasının orada olduğu söylenir. Bu görmüş olduğu rüyadan sonra, kendisini Hakk’ a vasıl edecek olan Çorumlu Hacı Mustafa Baba (ks) Hz.lerine gidişini ve yaşadığı durumları üstadımız bize şöyle anlattılar.

Cennet mekân Bilal Baba vefat ettikten sonra, maneviyatın işareti ile dosyamızın Çorum’da olduğunu ve Çorum’a gitmem gerektiğini öğrendim. Fakat o sıralar maddi yönden oldukça sıkıntılı bir dönem içerisinde idik.Çorum’a gidecek yol param dahi yoktu. Bu yüzden maddi durumum iyi iken aldığım Sahih-i Buhar-i isimli oniki ciltlik kitaplarımı satıp yol parası yapmayı düşündüm. Ve o dönemde devamlı içki içen, mahalle arkadaşıma: 

─Ben de Sahih-i Buhar-i kitapları var. Bunları satmam gerekiyor, alır mısın? diye sordum. O da bana, alabileceğini söyledi.

Arkadaşımın, annesi: 

─ Oğlum bak ne güzel! Ramazan ayı girdiğinden beri içki içmiyorsun. Abdullah Efendi bir mübarek zâtı ziyarete gidiyor. Sen de Abdullah Efendi ile yolculuk yapsan. Hem Abdullah Efendi’nin kalacak yeri ya olur, ya olmaz. Çorum’a gitmeden önce, Ankara’da dayının oğluna uğrarsınız. Oradan Çorum’a gidersiniz, demiş. Annesinin söylediklerine ikna olmuş. Beraberce yola çıktık.

Önce Ankara’ya gittik. Orada bir gün kaldık, ertesi gün Çorum’a geçtik. Ramazan ayı içerisinde olduğumuz için akşam iftar vakti bir lokantaya girdik, oruçlarımızı açtık. Yemekten hemen sonra, beraberce Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’nin evine vardık. Mübarek zât, misafirlerini buyur etti ve sohbet etmeye başladı. Sohbet bittikten sonra, bize de ikramda bulundu, halimizi hatırımızı sordu. 

Ben de, geliş sebebimizin kendisinden ders almak olduğunu, istihare yaptığımı, manen dosyamın Çorum’a geldiğini anlattım.

Mübarek de bize:

─Evladım Abdullah Efendi, sen bir daha istihare yap, deyince.

Ben de kendisine:

─Efendim, siz bana daha önce Rufai dersi vermiştiniz. İkinci bir istihareye gerek yok” dedim. 

Hacı Mustafa Efendi yine:

─Ah evladım, bu nefis, Firavundan daha kötü, devamlı şek şüphe verir, onun için istihare yap.

Bende:

─Peki, Efendim, dedim.

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi, bize teravih namazını kılacağımız camiyi tarif ettikten sonra;

─Evladım, sahura buraya gelin, beraber sahur edelim, dedi.

Daha sonra teravih namazını kılmak için oradan ayrıldık. Namazdan sonra kalacağımız otele gittik ve yattık..

O gece rüyamda;

─Büyük bir ateş yakılmış, içine insanları atıyorlardı. Etrafta da uzun boylu, yeşil elbiseli, zırhlı, ellerinde kılıçları olan asker toplulukları vardı. O sırada askerlerden bir tanesi geldi ve bana kılıç salladı. Fakat kılıç bana değmeden gitti, kendisini vurdu. Bunun üzerine o asker telaşlandı:

─Aman Ya Rabbi burada bir zât var, dedi. Hemen koşup komutanlarını çağırdı. Komutanları, başındaki miğferin üzerine yeşil sarık sarmış heybetli bir zât idi. Yanıma yaklaştı, miğferinin ucunu yukarıya doğru kaldırdı. Alnında yeşil yazı ile Mehdi Resul yazan mührünü gördüm. Ben onun mührüne bakarken o da yanındaki askerlerine dönerek:

─Siz Abdullah Efendi’ye nasıl kılıç sallarsınız! Bu zât manen vazifelidir. Kim bu zâta dokunmaya kalkarsa, zararı kendisi görür, sıkıntıya düşer. Onun sırtında “Lam Elif” harfi vardır.

Arkasından üzerimdeki gömleği çıkartıp, sırtımı açtı ve baktı. Bu şekilde rüyam bitti.

Tam o anda otel odasının kapısı çalındı, uyandım. İçeri gelen Hızır (as) idi. Bana;

─Abdullah Efendi yüz defa “Ya Vehhab” diyeceksin, dedi. Ben de:

─Üstadım Hacı Mustafa Efendi derse çekerim, gerçi Allah’ın (cc) ismi ama üstadımın izni ve telkini olmadan hiç bir şey söylemem, dedim. Kapıyı kapattı, bir müddet sonra tekrar girdi. Yine aynı şeyi söyledi. 

Bu hadise üç kere oldu. Bu olaylar cereyan ederken saat üçü çeyrek geçmişti. Arkadaşım ile birlikte sahur yemeği için Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin evine gittik. Beraber sahur yemeği yedikten sonra;

─Evladım istihare yaptın mı? 

Ben de kendisine, görmüş olduğum rüyayı ve otel odasına gelen kişinin bana “Ya Vehhab (cc)” ismini okumamı söylediğini ve ona kabul edemeyeceğimin sebeplerini olduğu gibi anlatınca, Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri:

─Maşallah evladım! Rahmetli Bilal Baba sana çok nazar etmiş, seni çok iyi yetiştirmiş, halifelik makamına kadar çıkartmış. Evladım sen çok fukarayı sabiriynsin. Vehhab (cc) ismi, çok verici, çok genişletici anlamındadır. Günde yüz defa değil de, her farz namazlardan sonra on dört defa söyle.

─Peki, Efendim, dedim.

Arkasından bana şöyle dedi: 

─Evladım Abdullah, kapıyı açıp sana telkinde bulunan kimdi biliyor musun?

Ben de;

─ Hızır (as)’dır Efendim, dedim.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri:

─ Nereden biliyorsun?

─ Efendim, kendisini sık sık görüyorum.

Üstadım da bize:

─ Evladım, insanlar Hızır (as)’ı göreyim, ondan ders alayım diye yanar. Sende hiçbir değişiklik yok, dedi. 

Cevaben kendisine:

─ Efendim, Hızır (as) da bir insan, Nebi değil ki. Hz. Peygamber(sav)’e âşık olduğu için Allah (cc) Teâlâ’ya; O’nun ümmeti olmak için dua etti. Allah (cc) , O’na deccaliyet zamanına kadar müsaade etti. Deccal öldükten sonra, O da ölecek. Peygamberimizin bir ümmetidir. Ama bana siz lazımsınız, çünkü siz Peygamber varisisiniz. 

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, bu cevaba tebessüm ile karşılık verdi ve arkasından şöyle devam etti:

─ Evladım sen çok fakru zaruret içerisindesin. İnşallah sana yardımcı olalım da, borçlarından kurtul. Nevşehir’de fasık bir kişi sana yardım edecek, onun bu yardımını reddetme. Zira o senin duan ile o düştüğü ateşten kurtulacak…

Aslında Efendi Hazretleri, burada teslimiyetin ölçüsünü çizmiş; teslim olacak bir müridin, üstadını herşeyden daha ziyade ittiba etmesi gerektiğini anlatmıştır. Tıpkı sadakat örneği, Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretlerinin Miraç olayı ile ilgili olarak; “Senin arkadaşın bir gecede kısa bir sürede pek çok mukaddes beldeyi gezdiğini, miraca çıktığını ve Allah-u Teâlâ Hazretleri ile konuştuğunu söylüyor. Sen ne dersin?” dediklerinde, hemen Hz. Peygamberin yanına gitmiş; “Ya Rasulullah! Sizin ağzınızdan çıkan her söze şu gözümün gördüğünden daha fazla itibar ederim” diyerek, tam bir teslimiyet örneği göstermiş olduğu gibi.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri daha sonra:

─ Evladım Abdullah! Sen buraya, bizden ders almaya geldin. İstihareni yaptın. “Elhamdülillah” imtihanı geçtin, biz de sana Evradı Şerifeni verelim inşallah, dedi. 

O an yakasına yapıştım ve kendisine:

─Efendim, bizim memlekette âlimler, vaazlar, müftüler var ama ben buraya sana geldim. Beni Rasulullah (sav) Efendimize vasıl edemezsen, mahşerde Liva-ül Hamd sancağına götüremezsen, huzuru mahşerde yakana yapışırım, dedim. Mübarek gülümsedi ve:

─ İşte bize böyle bir erkek lazım evladım, dedi.

─Allah (cc) razı olsun, çok memnun oldum. Buna küstahlık demezler, cesaret ve şecaat derler. Sen de benim dediklerimi tutarsan; yalan söylemez, haram yemez, ailenle iyi geçinirsen, her ne gelirse gelsin Allah (cc) dan geldiğini bilirsen, ihsan üzere yaşarsan, Allah’ın (cc) Habir ismi ile haberdar olup seni her yerde gördüğünü bilirsen, seni istediğin yere götürürüz… Evladım, Allah-u Teâlâ Hazretleri senden razı olsun, sadakatinden hoşnut kaldım. Bundan sonra İnşallah Allah’ın vermiş olduğu nimetlerden istifade et. Seni biraz zayıf gördüm, ye, iç. Yalnız, midene haram girmemesine dikkat et, şehvetin başka yere gitmesin. Bu dediklerimi tatbik et, yolda kalmazsın, buyurdu ve daha sonra bize Rufai Tarikatı üzere ders verdi. Elhamdülillah. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine, ne iş yapacağımı sordum. 

─Evladım ayakkabı al sat, deyince;

─Ben deri imalatçısıyım, al sat işinden pek anlamam Efendim dedim. 

─Öğrenirsin evladım, dedi.

─Peki, Efendim, dedim. Sabah namazını kıldıktan sonra müsaade isteyip Nevşehir’e döndüm. 

Hiç kimseye borcumuz kalmasın, kimseyi kapımıza getirmeyelim diye sürekli çalışıyordum. İhtilal döneminde zararımız çok olduğu için öderken oldukça zorlanıyorduk. Bir gün yolda yürürken birisi bana seslendi bir baktım Üstadımın sana yardım edecek dediği Ekmekçi Rıza Efendi:

─Hayırdır Abdullah, senin bir derdin var. Kaç gündür takip ediyorum, yüzün gülmüyor. Gel seninle bizim eve bir gidelim, bir konuşalım, dedi.

─Evine gittik, yemek ikram etti. Bu arada odada kimse yokken, bana oldukça yüklü bir miktarda para verdi.

─Abdullah Efendi, bu parayı al. Sen dürüst bir insansın. Borçlarını öde, daha sonra kazandıkça sen de bana ödersin, dedi.

Onun bana verdiği para ile bütün borçlarımı kapattım. Deri imalathanesini de satıp; elime on iki bin lira geçti. Paranın altı bin lirası ile ayakkabı satışına müsait bir dükkân kiraladım. Altı bin lirasını da dükkâna mal satın almak ve İstanbul’a gitmek için ayırdım. Nevşehir’in tanınmış hocalarından biri:

─Duyduğuma göre İstanbul’a gidiyormuşsun. Senden bir istirhamımız var, dedi. O dönem içerisinde de Milli Selamet Partisi çok konuşuluyordu. 

─Buyurun, dedim.

Hoca Efendi de bana:

─Abdullah Efendi, şu Necmettin Erbakan abdestsiz namaz kılıyormuş. Açık saçık bir kadınla evlenmiş, kızı barlarda gezermiş. Almanya, Müslümanları tefrikaya düşürsün diye ajan göndermiş. Şu mektubu al. Bunların doğru olup olmadığını öğrenmemiz için Fatih’te İskender Paşa Camii İmamı Mehmet Zahit Kotku Hazretlerine ver. Eğer olumlu bir cevap verirse; biz de Selamet Partisini Nevşehir’de açalım, dedi. 

Hoca Efendinin verdiği mektubu aldım:

─İnşallah sorarım, dedim. Daha sonra yanlarından ayrılıp otobüsle İstanbul’a doğru yola çıktım.

Yolda giderken otobüste bir rüya gördüm.

Rüyamda;

─Uçağa biniyorum fakat uçak yavaş gidiyordu. Bu esnada uçağın camını delerek uçaktan çıktım. Uçaktan daha hızlı uçmaya başladım. Uçarak Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, Mısır, Suriye, Mekke ve Medine’ye gittim. Bu sırada denizin içine daldım. Balıklar Allah’ı zikrediyorlar, ben gittikçe bana yol verip istikbal ediyorlardı. Sudan çıktım, dağlarda, ovalarda, kabristanlarda, kiliselerde zikir yapıp, camilerde vaaz ettim. Bu esnada üzerimde cübbe, başımda sarık vardı. Rüyamın devamında;

Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri:

─Evladım Abdullah, bizi ziyarete gelmeyecek misin? dedi.

Ben de kendisine:

─ Efendim, Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri;

İstanbul’u fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker”, diyerek sizi ve askerinizi övdü, methetti. İnşallah, önce sizi ziyaret edeceğim, dedim ve bu şekilde uyandım.

─İstanbul’a iner inmez, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin Türbesi’ne gittim. Ziyareti yaptıktan sonra, yanıma bir zât yaklaştı:

─Ben, Kemahiye Müftüsü Muhammet Koyunoğlu’yum. Kemahlıyım, sizinle ahiret kardeşi olmak istiyorum, dedi. Bir müddet orada sohbet ettik ve ikimiz beraber, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’nin yanına gittik.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri beni sağına, müftüyü soluna oturtturdu. Bir müddet sohbet ettikten sonra Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Bir soracağınız var mı? dedi.

Müftü Efendi, gördüğü rüyayı ve başından geçen hadiseyi anlattı:

─Efendim, dedi. Gece rüyamda Rasûlullah (sav)’ı gördüm, mübarek elini öptüm.“Seni çok seviyorum. Sana nasıl hizmet edeyim Ya Rasulullah”, dedim. Rasûlullah (sav) Efendimiz mübarek şahadet parmağını kaldırdı. Ucundan lamba gibi bir nur çıktı. Bir anda kendimi Erzincan’da, sinema binasında buldum. Erbakan Hoca orada konferans veriyordu. Hayretler içerisinde kaldım. Rasûlullah (sav) Efendimiz bana;

“Evladım ona hizmet etmek, bana hizmet etmek gibidir”, diye buyurdular.

Bu şekilde uyandım. Daha sonra Erzincan’a gittim. Erbakan Hoca’yı, Rasûlullah (sav) Efendimizin gösterdiği salonda milli görüş hakkında konuşma yaptığını gördüm.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri de Müftüye dönerek:

─Necmettin Erbakan, ahlâkında, edebinde, milletini ve devletini seven insanlığa hizmet etmek için her yeri gezen, ilim sahibi güzel bir insandır. Saçının telinden tırnağına kadar iman doludur. Kur-an’ı Kerimi anlayan ve yaşayan birisidir. Peygamber Efendimiz (sav)’e âşık, Hadis âlimidir. Mübarek bir insandır, dedi.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Müftü Efendinin rüyasını tevil edince; ben de Erbakan Hoca ile ilgili konu hakkında aydınlanmış oldum. Daha sonra bana dönerek, halimi, hatırımı sordu. Ben de kendisine, İstanbul’a gelirken otobüste görmüş olduğum rüyayı anlattım.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Evladım sen Şerif misin? Seyit misin? dedi. 

─İkisi de değilim, dedim. 

Tekrar sordu:

─Emir Sultanlardan mısın?dedi.

Ben, yine:

─Hayır, Efendim, dedim.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Senin rüyan sahihadır. Büyük bir irşatçı olacaksın. Rüyanda gördüğün memleketlere gideceksin, defalarca hac ve umre yapacaksın. Ömrün uzun olacak. Sakalın ağaracak, dedi.

─Aman Efendim! Aç tavuk kendini buğday ambarında zannedermiş. Bizim oraları gezmemiz mümkün değildir. Ben evimin maişetini karşılayamıyorum. Kaldı ki buralara gitmek… Yıldızlar ne kadar uzaksa, oralara gitmek bana o kadar uzak. Allah affetsin! Ben ne evliyalık, ne irşatçılık isterim. “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi Ya Hazreti Allah.” Allah’ım bana “kulum” desin yeter, dedim.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri;

─Evladım, Allah(cc) külli şeye kadirdir. Bunların hepsi olacak. Sen istesen de istemesen de, Cenab-ı Allah bunları sana nasip edecek. İnşallah bizlere de dua etmeyi unutma, dedi. Bana “Tasavvuf ve Ahlak” isimli üç ciltlik kitap hediye eti.

Mübarek zâtın duasını aldıktan sonra müsaade istedim. İstanbul’da işlerimi halledip tekrar Nevşehir’e döndüm. Bu tarihten sonra kundura alıp satmaya başladım. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri de, her bayramda, mübarek gün ve gecelerde kutlama tebrikleri gönderirdi.

Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri bizlere:

─ Evladım bir şeyh gördüğünüzde yanına varın, zikirlerine katılın, hayır duasını alın. Çünkü onlar bir bal arısına benzer, yani arıların beyidir. Arılar bey etrafında toplanırsa bal üretir. Bunun için “sen falan tarikattasın” diye birbirinizi dışlamayacaksınız. Ayrı gayrı diye bir şey olmaz”, derdi.

Kundura alıp satmaya yeni başladığım dönemlerde, Nevşehir’de bir cami yaptırılacaktı. Caminin yapımı için dernek kurulmuş, bu vesile ile camiye yardım toplanıyordu. Ben de cami yapımına yardım etmek istiyordum ve Allah’a (cc) dua ettim. Dedim ki;

“Ya Rabbi, yarın yapacağım satıştan kazandığım parayı bu caminin yapılması için nezrediyorum. Sen bol kazançlı, bereketli bir gün nasip et.”

Ertesi gün dükkânımı açtım. O gün öyle bir iş oldu ki, nerede ise bir ayda yaptığım satışı bir günde yapmıştım ve elime yüklü miktarda para geçmişti. Akşama doğru nefsim vurdu. Tabii o zaman genciz, nefsimiz bizi alıkoymak istiyor:“Aman sen bu kadar demiştin, günlük cironu verecektin. Bak kazandığın büyük bir meblağ, birazıda sana kalsın”, diye sürekli baskı yapıyordu. Neyse, akşam oldu dükkânı kapattım. Doğruca derneğe gittim ve dernek başkanına parayı verdim.

Dernek başkanı:

─Abdullah Efendi, bu kadar parayı Nevşehir’in en zengini bile vermedi. Ben bunu almayayım, senin gibi küçük esnaf için bu meblağ çok büyük, dedi. Ben de:

─Zaten nefsim beni zorluyor, siz de ona yardımcı olmayın. Şu parayı alın da ben gideyim, dedim ve parayı verdim. Çok şükür nefsime yenilmemiştim.

O gece rüyamda; “Hz. Ali (kv) Efendimizi, Cennette tarifi mümkün olmayan bir köşk inşa ederken gördüm. Öyle güzel bir köşktü ki tarifi imkânsız! Her tarafı kırmızı zümrütlerle kaplanmış, bakanın bir daha bakmak isteyeceği türden… Selam verdim; “Ve aleyküm selam” dedi. Aramızda perde gibi bir set var, oradan sordum:

─Efendim, bu köşkü kime yapıyorsunuz? Bu hangi Peygamberin köşküdür, dedim. Hz. Ali Efendimiz sanki benimle çok eski bir dost, bir ahbap gibi konuşarak:

─ Abdullah Efendi, bu köşkü sana yapıyorum, dedi.

Ben de aramızdaki o perdeden geçmek istedim. Öne doğru adım attım. Hz. Ali Efendimiz, beni iki eliyle iteledi. Bir adım attım, yine iteledi. Bir adım daha attım, yine iteledi. Üç defa atlamak istedim, üçünde de geri iteledi. Böylece rüyam bitti.

Üstadımın yanına gittim ve kendisine olayı ve rüyamı tafsilatıyla anlattım. Üstadım:

─Evladım Abdullah, ahiretini kişi bu dünyada mamur eder, bu dünyada kazanır kazanç yeri burasıdır, buyurdu. Sen, ahireti istemişsin. Ancak Hz. Ali (kv) Efendimiz’in seni üç defa itmesinin hikmeti; senin otuz yıl daha dünya âleminde yaşayacağına delalet ediyor, buyurdu.

Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini ilk zamanlar bana rabıta vermediği halde bile görürdüm. Yine bir gün ziyaretine gittiğimizde bana:

─Evladım sen rabıtanı nasıl yapıyorsun? diye sordu

Bende:

─Efendim henüz rabıta vermediniz deyince:

─Oğlum bundan sonra rabıtanda “babanın cübbesi altındayım” diye söyle, dedi.

O an iki kaşının ortasına baktım. Bakar bakmaz bayılacak gibi oldum. Bütün yüzü bir anda nur oldu, bir müddet sonra ceset kayboldu. Tamamen nur olarak gördüm. O günden sonra rabıtamızı hep bu şekilde yaptık.

Bir gün Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini mübarek bir günü ihya etmek için Nevşehir’e davet ettim. O da bana:

─Evladım, Vali’ye çık. “Efendim, Benim üstadım gelecek, şiş burhanı yapacak, zikrullah yaptıracak, sohbet verecek” diye söyle; eğer izin verirse, ben de gelirim, dedi.

Bunun üzerine üç beş kişilik bir heyet ile dilekçe yazarak valiye çıktık. Vali, dilekçeyi okudu. Yanında da Alay Komutanı vardı.

Vali bana dönerek:

─Abdullah Efendi, burada hiç hoca yok mu da, ta Çorum’dan üstad getiriyorsunuz? dedi. Biz de kendisine:

─Efendim, bu üstad başka. Nevşehir’e davet edeceğimiz zât Allah’ın evliyası, deyince Vali Bey:

─Bu zamanda evliya da mı var? diye sordu. Telefonla Müftü Efendiyi arayıp, acele gelmesini söyledi.

Kısa bir süre sonra Müftü Efendi de geldi.

Vali Bey Müftü’ye:

─ Bak Abdullah Efendi ne diyor. Bu dönemde evliya olduğunu, şiş burhanı olduğunu söylüyor. Dedikleri doğru mu, dinimizde bunların yeri var mı? diye sordu.

Müftü Efendi, vali beyin sorularına biraz gevşek cevaplar verdi.

Ben de Müftünün bu şekilde konuşmasını hoş karşılamadım ve ayağa kalkarak:

─Müftü Efendi, söylediklerinden mesulsün. Sen bir din adamısın, bunların doğru olduğunu söylemezsen; sen Allah indinde suçlu duruma düşersin. Seni Rabbime şikâyet ederim, dedim.

O anda Vali Bey:

─Abdullah Efendi, burası valilik makamı, burada tartışmayın. Müftü Efendiyle sorununuzu kendi aranızda halledin, dedi. Ve oradan ayrıldık. Daha sonra Vali Bey Emniyet Müdürlüğünü aramış ve hakkımızda tahkikat yaptırmış. Onlar da Vali Bey’e:

─Efendim bu insanların hiç birisinin dosyalarında en ufak bir suç duyurusu yok, temiz insanlar, demişler

Müftü Efendiyi arayıp bu programı tertip etmemizi Alay Komutanını ile birlikte bizim zikrimizi merak ettiklerini söylemiş. Müftü Efendi de beni arayıp Bekir Efendi Camiinde sohbet yapmamıza müsaade edildiğini haber verdi.

Hemen Üstadım Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini aradım:

─Efendim, sizin dediğiniz şekilde Vali Beye çıktım ve dediklerinizi söyledim. O da Müftü Efendiyi çağırttı, birkaç pürüz haricinde müsaadeyi aldık, dedim.

Üstadım:

─Evladım Abdullah, Allah senden razı olsun. Ben seni imtihan etmiştim, imtihanı kazandın oğlum, dedi.

Mübarek gün Bekir Efendi Camiinde sohbet ve zikrullah yaptık. Vali Bey ve Alay Komutanı’nın adamları zikir ve sohbetimizi seyredip dinlediler. Hiçbir sorun yaşanmadan o mübarek günü ihya ettik.

Bir gece uzandığım bir halde tespih çekerken, kalbimde bir genişleme meydana geldi. Tavana baktığımda tavandan içeridekileri görmeye başladım. Daha sonra Sabah namazına kalkanları, ondan sonra Teheccüt namazına kalkanları görmeye başladım. Kalbim biraz daha genişledi İç Anadoluda ki manevi yıldızları, sonra Türkiye de ki, en son Dünya da ki bütün büyük zâtları gördüm. Sabaha kadar böyle devam etti. Sabah namazını kıldım. Birkaç gün sonra Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini ziyarete gittiğimde hadiseyi anlattım. 

Kendisi; 

─Elhamdülillah evladım, altıncı esmaya yükseldin. Bundan sonra halakayı zikirlerde “Hay Hay Allah, Hu Hu Allah” ismi esmalarını yaptırmaya yetkilisin”, dediler.

1978 yılında Üstadımızın yanına ziyarete gitmiştik. Mübarek, bize sohbet ettikten sonra kendisine:

─Efendim Nevşehir’den bir arkadaşımızın basireti açıldı. Kabir halinden anlar oldu, dedim.

─Üstadımız o kalp gözü açık arkadaşa dönerek şöyle sordu:

─Evladım Abdullah Ağabey’ini nasıl seviyorsun?

O da:

─Canımdan çok seviyorum, dedi.

─Nerede çalışıyorsun? diye sordu

─Tekstil fabrikasında, dedi.

─Abdullah ağabeyin sana o işten çıkacaksın, derse ne dersin?

─Çıkarım Efendim.

─Ailenden boşan derse ne dersin?

─Boşanırım Efendim, deyince.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri şöyle devam etti:

─İşte oğlum, Abdullah Ağabeyine olan bu sevgin seni bu makama getirmiş, dedi.

Orada bulunduğumuz sırada Çorumlu dervişlerden bir tanesi Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine sordu?

─Efendim Nevşehirli dervişlere çok hürmet edip seviyorsunuz, sebebi hikmeti nedir? Hacı Mustafa Efendi Hazretleri şöyle cevap verdi:

─ Oğlum sizler yanımda, onlar ise canımdalar. Ta Nevşehir’den çıkıp Aşk ile muhabbet ile bizi ziyarete geliyorlar. Evladımız Abdullah Efendiyi on iki piran Hz.leri de destekliyor, diye açıklama yaptı. Daha sonra mübareğin yanından müsaade istedik ve Nevşehir’e geri döndük.

Yine 1978 yılında, Mevlana Hazretleri’nin türbesini ziyaret için Konya’ya gittim. Ziyaret esnasında türbede huzurda (hizmette) bulunan bir kimse yanıma geldi:

─Efendim, bu gece divan burada toplandı. Size manevi görev verilmesi için işaret ettiler. Mevlana Hazretleri sizin için çok hoş şeyler söyledi. Bütün Piranlar tasdik ettiler. Ancak Bahaddin Nakşibendî Hazretleri daha erken olduğunu söyledi ve ileri bir zamana tehir ettiler. Sizinle tanışmak istedim. Bizlere duacı olun, dedi. Türbede hizmet eden bu zât manevi hali açık biriydi. (Allah rahmet eylesin.)

 

1980 yılı Eylül ayının onikinci günü ihtilal oldu. Yine inanmış insanların tutuklandıkları, zulme uğradıkları, örtüye, dine, kutsal kitaba saygısızlığın alıp yürüdüğü günler başlamıştı… Efendi Hazretleri bu durumdan dolayı çok üzülüyordu. Sıkıntısından uyuyamıyor, sabahlara kadar namaz kılıp, Müslümanlar için dua ediyordu.

Yine sıkıntılı bir günün gecesinde bir rüya görür. Rüyasını şöyle nakletmiştir;

“Kırklar divanı toplanmış, mübarek zâtlar halaka halinde oturmuşlar. Bana da oturmam gereken yeri gösterdiler. Ben de oturdum bir müddet sonra tefekküre daldım. Suyun içindeki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm. Küçük balık, büyük balığın dişlerinin arasındaki artıklarla rızıklanıyor, büyük balık ise küçük balığı yiyerek rızıklanıyordu. Birbirlerine rızk oluyorlardı. O sırada nefis kendime getirdi. Divan-ı Salihin’deki zâtlara; 

─Efendiler rızkı Allah’ın verdiğine iman ettik. O’na tam bir inanç ile bağlandık. İyi mümin olmak için tüm eziyetlere katlanıyoruz. Ancak kendini bilmez insanların aşağılamasına, hakaretlerine maruz kalıyoruz. Dayak yiyor, hapislere atılıyoruz. Hanımlarımız sokağa rahat çıkamaz oldu. Tüm Müslümanlar kabuğuna çekilmiş, eziyetleri görmezden geliyoruz. Bütün dünyadaki Müslümanlar eza ve cefa görüyor, biz duruyoruz. Ne zaman kendimize geleceğiz, kurtuluş ne zaman? dedim.

Şeyhim Hacı Mustafa Efendi bana baktı sukut etmemi söyledi. Yan tarafımdan birisi işaret ederek:

─ Sol tarafındaki zamanın Kutb-ul Aktab’ı. Ona bir tokat vur kendine gelsin, dedi.

Sol tarafıma döndüm O mübareğin yüzünde ki nuru görünce o kadar etkilendim ki, o kadar sevindim ki kabaran ruhum birden sakinleşti, tekrar tefekküre daldım.

Bu sefer karadaki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm. Öyle ki toprağın altındaki, kayaların içindeki kurtların dahi yeşil yaprak yediğini gördüm.

─Aman ya Rabbi, Metin olan Allah, her yerde, her yarattığı mahlûkatın rızkını veriyor. Allah’ım sen her şeye kadirsin. Bizleri bu zulümlerden kurtar. Bu Müslümanlara bir çare yok mu? diye bağırdım. 

Sağımdan birisi:

─Solundaki zamanın Kutb-ul Aktabı’dır. Ona bir tokat vur kendine gelsin, dedi. Soluma baktım onun nuru ve güzelliği beni yine etkiledi. Yine tefekküre daldım.

Bu sefer havadaki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm, yine kendime geldim. Müslümanların kurtuluşu ne zaman olacak, diye feryat ettim. Yine yanımdaki:

─Solundaki zamanın Kutb-ul Aktabı’dır. Ona bir tokat vur, dedi. O sırada uyanmışım. 

O günün sabahı, namazdan sonra cemaat ile zikir yaptık. Arkadaşlara hitaben:

─Çorum’a gitmek isteyen var mı? Diye sordum. 

Arkadaşlar:

─Hafta sonu değil nereden çıktı, Çorum’a ziyaret…

─Ben bugün gideceğim, gelmek isteyen varsa gelsin, dedim. 

Arkadaşlardan katılanlar oldu. Bir minibüs ile Çorum’a gittik.. Hacı Mustafa Efendi Nevşehir’den gelenleri misafir etti. Herkes soracaklarını sordular. Daha sonra:

─Efendim sizinle yalnız görüşmek istiyorum, dedim.

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’ne gördüğüm rüyayı anlattım. Efendim Hazretleri:

─Maşallah, Sübhanallah. Evladım kırklar divanına girmişsin. Sen hayret makamını da görmüşsün. İbrahim Hakkı Hazretleri de Yüce Yaradan’ın kudretini görüp böyle hayret etmişti de hayret makamında şu dizeleri söylemişti:

Hak şerleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Arif anı seyr eyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

 

Bir işi murad etme

Olduysa inad etme

Hak’tandır o, reddetme

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

 

Deme şu niçin şöyle

Yerincedir ol öyle

Bak sonunu sabreyle

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

 

Gel hayrete dal bir yol

Kendin unut onu bul

Hal ile dahi olma

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler.

 

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri bu dizelerden sonra şöyle buyurdu:

“Kırklar divanındaki evliyalara gelince, evliyadan tasarruf alındı. Mehdi Ala-Resul çıkana ve İsa (as) inene kadar bir şey yapamayız. Her kudret ve kuvvet Rabbimin elinde. Biz nasıl isek, bize öyle idareciler veriyor. Yaşadığımız gibi muamele görüyoruz… Televizyona bakıyorsun. Televizyondaki hadiseleri seyrederken müdahale edebiliyor musun? Dünyayı da öyle seyredeceksin. Elimizden bir şey gelmez evladım” dedi.

Üstadımız bir ara Kuddüsi Babanın “yüze güler dost, içinden düşman” isimli beyit’ini okuyup şöyle devam etti:

─Evladım, yüzünden gülen dost ama içinden düşman olanlar da var. Senin sağ tarafına gül yağı dökseler methi sena etseler, sol tarafına da ateş dökseler ikisini eşit mesafede göreceksin. İhsan üzere olacaksın. “Ya Rabbi senden gelen her şeye razıyım” dersen; işte o zaman kemale erersin. Eğer methi sena edeni sever, diğerine kızarsan kemale ermek mümkün değil, buyurdular. Ardından da:

─Ancak gece ve gündüz çalışmamız lazım. Köy köy, kasaba kasaba, kaza kaza dolaşıp, Allah’ı unutan bu millete, Allah’ı sevdirmeyi ona kul olmayı öğretmeliyiz, dedi.

1982 yılında üstadımın işareti ile itikâfa girdim. Yandım, piştim, kül oldum. Mana âleminde; beni kıyma makinesine attılar ve orada kıyma haline getirdiler. Daha sonra, o kıyma haline gelen etin üzerinden silindiri geçirdiler. Kâğıt gibi dümdüz oldu. Daha sonra, onu bir fırına koydular, yaktılar, pişirdiler kül haline getirdiler. Daha sonra fırından çıkardılar, o külü bir kâse içerisine koydular ve Allah-u Teâlâ Hazretlerinin huzuruna götürdüler. Orada, “Ya Rabbi, bu senin için yandı, kül oldu” dediler ve o küllerimi on sekiz bin âleme savurdular.

Bu hadiseler yaşanırken, bizzat ben de müşahede ediyordum. Bir baktım ki, on sekiz bin âlemde ben vardım. Her tarafta kendimi gördüm. Güneş ben olmuştum, Ay ben… Yıldızlar ben olmuştum, gezegenler ben… Tüm âlem ben olmuştum. Nefsin yedi makamını aşarak, üstadım bana Seyri suluk’umu tamamlattı. “Elhamdülillah”

 

Yaşadıkları dönemde, insin ve cinnin en hayırlısı ve en şereflisi olan Mürşidi Kamil zâtlar, Hakk’a arz olunduktan sonra yer ehli, gök ehli, bütün âlemler bu zâtları tanırlar. Onlar için; 

“Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

“Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail’e (as) Ben onu seviyorum. Sende sev der. Cebrail’de o kulu sever. Gök halkı arasında: Allah (cc) filan kulu seviyor sizde seviniz, diye haber verir. Onlarda onu severler. Sonra da yeryüzünde müminlerin kalbine onun sevgisi yerleştirilir.”(R.Salihin) 

Allah-’u Teâlâ Hazretleri onlar hürmetine yağmur verir, onların hürmetine zor işler kolay olur. Onların duaları ret olunmaz. Çünkü onlar halkın içinde Hak ile bir olmuşlar, Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin zâtında değil, sıfatlarında fani olmuşlardır. O zâtlar için hiçbir zorluk yoktur. Onlar, yeryüzündeki seçilmişlerin seçilmişidir. Onlar, Allah-u Teâlâ Hazretleri tarafından hem bu dünya da, hem ahiret de müjdelenmişlerdir.

Yüce Rabbimiz buyuruyor ki;

“Bilesiniz ki Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar (evliyaullah) iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahrette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu ( Allah’ın velisi olmak) büyük kurtuluşun kendisidir.” (Yunus /62)

Peygamber Efendimiz (sav) Hazretlerinin en yakınında olan Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretleri de Rasûlullah(sav) Efendimizin nazarı ile nefsin yedi makamını geçmiş ve fenafillâh makamına geldiğinde;

“Ya Rabbi, benim bedenimi öyle büyüt ki, La ilahe İllallah Muhammedur Rasulullah diyen hiçbir Müslüman cehenneme girmesin”demiştir.

Yine Cihar-ı Yari güzinden, Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri’nin damadı ve Allah’ın arslanı Hz. Ali (kv) Efendimiz de, Rasûlullah (sav) Hazretlerinin manevi terbiyesi altında nefsin yedi mertebesini aşıp fenafillah makamına geldiğinde;

“Görmediğim Allah’a iman etmem”, demiştir.

Pirimiz Mevlana Celaleddin-i Rum-i (ks) Aziz Hazretleri, üstadının himmeti ile nefisin yedi makamını geçmiş, fenafillâh makamına geldiğinde;

“Hamdım, piştim, yandım”, demiştir.

Buradan da anlaşılacağı gibi Mürşid-i Kamil zâtlar, Allah (cc) için yanıp kül olmuşlar. O’nun sıfatlarında yok olmuşlardır.

Yine bir örnek verecek olur isek, Yunus Emre Hazretleri beytinde

“Taptuğun tapusunda,

Kul olduk kapısında,

Miskin Yunus çiğ idi,

Piştik Elhamdülillah”,

 

diyerek üstadı Taptuk Emre Hazretleri’nin himmeti ile nefsin yedi makamını aşmış, fenafillâh makamına geldiğinde;

“Yunus Emre’m, kâmil oldu imanın,

Hazreti Hakka vasıl oldu canın,

La mekân şehridir, senin mekânın,

Fenafillâh olduk, Elhamdülillah” demiştir.

Bu zâtların makamı, La mekan, La zamandır. Onlar, mekânın ve zamanın sahibi olan Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin iradesine girmiş, O’nda yok olmuşlardır.

Siirt’in Tillo ilçesinde bulunan, İsmail Fakirullah Tillovi (ks) Aziz Hazretlerinin manevi feyiz ve himmeti ile Hakk’a vasıl olan ve arkasında bizlere Marifetname gibi bir şaheser bırakan, İbrahim Hakkı Hazretleri de bu keyfiyete vardıktan sonra, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin izni ile onsekiz bin âlemi müşahede etmiş ve şu ifadeleri kullanmıştır;

“Ben uzayın yollarını, Tillo Sokaklarından daha iyi bilirim” Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin seçilmiş bu kulları için fenafillâh makamına geldikten sonra uzaklık ve yakınlık söz konusu değildir.

Zira Allah-u Teâlâ Hazretleri, böylesi zâtlar için Hadis-i Kutside;

“Ben bir kulumu seversem onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı, söyleyen lisanı ben olurum” buyurmuştur (Buhari). 

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri de, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin zâtında değil sıfatlarında yok olmuş ve Allah (cc)’ın Kur’an-ı Kerim de müjdelediği zümreye dâhil olmuştur.

İtikâftan çıktıktan sonra, Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin yanına Nevşehirlilerle gittiğimizde, orada bulunan cemaata;

“Oğlum Abdullah ile bu fakirin şekline şeytan giremez, rüyada kendisini görürseniz sahihtir” dedi.

Yine 1982 yılında, rüyamda;

“Büyük bir cami, caminin üzerinde mahvel çıkıyor. Cuma namazı yahut ta bayram namazı gibi iki rekât cehri namaz kılınacakmış. O sırada:

─Mahmut oğlu Abdullah Gürbüz, seni Âdem (as) çağırıyor, dediler.

Hemen koşa koşa merdivenden yukarı çıktım. Baktım ki, bütün peygamberler sıralanmışlar. Âdem (as)’ın sağında Rasûlullah Efendimiz, solunda İbrahim (as), diğerleri de soluna doğru sırayla duruyorlardı.

Âdem (as) Efendimiz:

─Evladım Abdullah, aşağı in mihraba geç. Ümmet-i Muhammedi irşat et, dedi. 

─Benim ilmim yok, hafızlığım yok. Bu kadar insan içerisinde, nasıl vaaz nasihat edeyim, dedim. Âdem (as) , bir Rasûlullah (sav) Efendimize baktı, tebessüm etti. Bir de İbrahim (as)’a baktı. Sonra diğer nebilere baktı. En sonunda, tek duran Şeyh Efendimize baktı. O da beyazlara bürünmüş, sıraya girmek üzereymiş gibi bir hali vardı. “Ahirete irtihali yakın” diye içimden geçirdim.

─Eyvah, Şeyh Efendinin de vakti yakınlaşmış, dedim.

Âdem (as) üç defa aşağıya inmemi söyledi. Ben de itiraz ettim. 

Sonra Şeyh Efendi:

─Aşağı in, dedi.

Üzerimde aniden yeşil bir cübbe, başımda da bir ağırlık oldu.Sarık mı yoksa başka bir şey mi, bilmiyorum. Mihraba geçtim. Mihraba geçince bende utanma ve mahcubiyet hâsıl oldu

─Ya Rabbi ben ayet bilmem, hadis bilmem. Bu insanlara nasıl konuşacağım, dedim. Kalbime teveccüh ettim. O sırada kalbime:

“Âdem (as), seni vazifelendirdi. Adem (as)’dan bahset”, diye

İlham geldi ve Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin;

“And olsun ki, biz insanı (Âdem’i) çamurun özünden yarattık, sonra Âdem neslini sağlam bir yerde bir nutfe (azıcık bir su) yaptık. Sonra, o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik de, o kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (can) verdik. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şanı bak ne yücedir!..”.(Mü’minun/12,14), buyurduğunu ve daha sonra Adem (as)’a nefsin yüklenişini, Havva validemizin yaradılışını, Adem (as) ve Havva validemizin cennetin nimetlerinden istifade ederlerken şeytanın onlara;

“Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve son bulmayacak bir mülkü göstereyim mi” dediğini, bunun üzerine ikisinin de bu ağacın meyvesinden yediğini, hemen ayıp yerlerinin açılıverdiğini, üzerilerine cennet yaprağını örtüp kaçmaya başladıklarını, Âdem’in (as) Rabbine karşı gelip, şaşırdığını, sonra yine Yüce Yaratan’ın onu seçip tövbesini kabul ettiğini, ona doğru yolu gösterdiğini anlattım.

Ardından, Allah (cc) şöyle buyurdu;

“Birbirinize düşman olarak, hepiniz oradan inin(cennetten). Artık benden size bir hidayet (Kitap ve peygamber) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa; işte o sapıklığa düşmez ve ahirette bedbaht olmaz.” (Ta-ha /122,123) Ayet-i kerimesi’nden de bahsederek, cennetten kovuluşunu, daha sonra Allah-u Teâlâ Hazretlerinin, insanlara tevhit inancını anlatması için göndermiş olduğu peygamberleri sırası ile İdris (as), Nuh (as), Hûd (as), Salih (as), Lût (as), İbrahim (as) ve diğer peygamberlerin hayatlarını kısa kısa anlatıyordum. Hatırlayamadığım yerlerde, gözümün önüne televizyon ekranı gibi görüntü geliyor. Oraya bakıp anlatmaya devam ediyordum.

Bu şekilde Enbiyaların hayatlarını anlattıktan sonra, Cenab-ı Peygamber (sav) Efendimizin, Cihar-ı yâri Güzin olan dört büyük halifenin ve Sahabelerin hayatlarını anlattım.

En son Hazreti Ali (ra)’ın kardeşinden ve Peygamber Efendimiz (sav) Hazretlerinin zevcesi, Aişe-i Sıddık’a anamızdan, hadis hafızı olan Ebu Hureyre Hazretleri, Cennetle müjdelenen Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve birçok sahabelerin, Muaviye tarafına geçtiğini ve burada bir içtihat olduğunu ve nefis muhasebesi olduğunu anlattım. Allah nefsimize bırakmasın. Rasulullah(sav) Hz.leri;

“Ya Rabbi! Gözümü açıp, yumana kadar beni nefsime bırakma”,buyurdu ve bunu bizlere nefsin ne kadar şedid olduğunu bildirmek için söyledi, dedim. O sırada uyanmışım.

Daha sonra rüyamı Üstadım Hacı Mustafa Efendi’ye anlattım. 

─Maşallah evladım! Zaten Bilal Nadiri Hazretleri sana çok teveccüh etmiş, çok sevmiş. Nakib-i Nukaba makamına kadar getirmiş. Bundan sonra her yere ders verebilirsin. Çavuş, nakib görevlendirebilirsin. Üç tane hilafet yazdım. Piranlar mühürledi ama Rasulullah Efendimiz mühürlemedi. İnşallah ölmeden önce açıklayacağım, bayram yapacağız, dedi.

Ben de kendisine:

─Aman Efendim bir şey istemiyorum! “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah” dedim.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, yaşadığı sürece ömrünü, ümmeti Muhammedin irşat için sarf etmiş ve elinden geldiği kadar insanlara, Hak ve hakikati anlatmıştır.

─Zira Allah’a dost olmuş ve Peygamber (sav) Efendimizin varisi olan Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, bütün yaşantısını, Hz. Peygamber(sav) Hazretleri nasıl yaşadı ise o şekilde geçirmiştir. Peygamber(sav) Efendimizin Hadis-i Şeriflerinde buyurduğu gibi;

“Sizin en hayırlınız kulları Allah’a, Allah’ı da kullarına sevdirendir”, sözü üzere, Üstadımız da bu aşk ve neşe ile yaşı ilerlemesine rağmen seyahatlerine devam ediyordu. Yine seyahatlerinin birinde Nevşehir’e geldi. Akşam sohbet esnasında,

─Nevşehir’de bir güneş doğacak, bütün dünyayı aydınlatacak, herkes bundan istifade edecek, dedi. 

Bu esnada sohbette bulunan bir ihvan, Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine, bir rüya anlattı:

─Efendim, rüyamda; Abdullah Ağabeyim dört yolun ortasında bir sofra kurmuş. “Allah rızası için oturun” diye çağırıyor. Bu davete uyan fazla kimse olmuyor, çoğu bakıp bakıp gidiyordu, dedi.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri;

─Evladım o sofraya nasibi olan gelir, nasibi olmayan gelemez. Bu dergâhta, bu fakirle, Abdullah Efendinin suretine şeytan giremez. O’nu gördüğünüz zaman o rüya sahihtir, dedi.

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, dergâhın ileri gelenlerini çağırdı, onlara;

“Bize tabi olmalarını” söylüyorlardı. İlk olarak Sivaslı Ali Efendiye;

─Hafızım, Arapçam var diye kibirli olma. Dergâhın sahibi Abdullah Efendi’dir. Ümmi olduğu için sesimizi çıkarmıyoruz. Fitne çıkmasın. Benim vefatımdan sonra eğer ona derviş olmazsan, mahşerde yakana yapışırım. Eğer O seni Allah ve Resulüne vasıl edemezse, sen de benim yakama yapış evladım. Onu hiç incitme, bana yaptığın hürmeti ona da yap, buyurdular.

Vefatından üç ay önce yine Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini ziyarete gittik. İstanbul’dan Ali Efendi gelmiş,”üstadımız hasta” diye onu içeriye almamışlar. Beni görünce:

─Sen müsaade ediyor musun? Abdullah Efendi, dediler. Yanlarında Mevlüt Efendi ve Memduh Efendi de vardı. Ben de

─İstanbul’un zakiri Ali Efendi mahrum kalmasın, onu da götürelim, dedim. 

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri ikinci katta yatıyordu. Buram buram terlemişti, alnından öptüm. Tabi çok hüzünlendik. Üstadımıza yolcu alameti vurulmuştu.

O anda üstadımız yanımdaki Ali Efendiye dönerek:

─Oğlum, Abdullah Efendiyi bırakma, Oğlum Abdullah Efendiyi bırakma, Oğlum Abdullah Efendiyi bırakma, dedi. O da üç defa:

─Olur, Efendim dedi. Orada bulunan Memduh Efendi de yaşanan hadiselere orada şahit oldu. Büyük bir üzüntü ile oradan ayrılıp tekrar Nevşehir’e geri döndük.

Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, kibar oturuşu, ayın on dördü gibi parlayan yüzünden, sakalından şule şule damlayarak akan nuru ile insanlara ışık tutan, tatlı ve güzel konuşmaları ve şefkatli bakışları ile o hep hatıralarda kaldı. Yaşantısı gayet mütevazı, eski bir evde geçti. Bir kızı ile bir de oğlu vardı. Oğlu, genç yaşta vefat etmişti. Zaman zaman oğlunun vefat hadisesinden bahsederek;

─Oğlum çok edepli idi. Kimsenin gözünün içine bakmazdı, dinine düşkün bir delikanlı idi. Evlilik çağına gelince evlendirdim. Zifaf gecesine girdiği akşam, karnına ağrı girdiğini söyledi. Hemen hastaneye kaldırdık. O akşam hastanede ruhunu teslim etti. “İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun” diyerek Rabbimize teslim olduk, derdi.

1984 yılında Hacı Mustafa Efendi Hazretleri hastalandı. Bağırsak kanseri olduğu için çok ızdırap çekiyordu, sürekli uyuşturucu hap veriyorlardı. Yanına gittiğim zaman; Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri kendine gelip de, konuşmasın diye, daha fazla uyuşturucu veriyorlardı. Bunun sebebi Şeyhliğin Çorum’a kalması, başka yere gitmemesi idi. Oysaki Şeyhlik makamının, manen verildiğini idrak edemiyor, nefislerine tabi oluyorlardı.

Nevşehir’den de Çorum’a gidip;

─ Efendim siz vefat ettikten sonra ne yapacağız diyenlere:

─Evladımız Abdullah Efendi seyri sulûk’unu tamamlamış kamil bir şeyhtir. O’nu bırakmayın o’nu incitmeyin, dedi. Allah razı olsun, onlar da bırakmadılar. Çünkü bizle rde Allah ve Resulünün yolunu tavsiye ediyorduk.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri’nin yaşı ilerlemişti. Mübarek bize şöyle bir hadise anlattı:

─Bir gün Çorum’da, dervişlerle sohbet ediyorduk. Bir ara içeriye Yusuf (as)’ın girdiğini gördüm. Oysa gelen Azrail (as) idi. Mübarek, Yusuf (as) güzelliğinde bize göründü. Bir anda onu görünce şaşırdım, heyecanlandım. Kendi kendimi şöyle bir çimdikledim. Baktım ki canım acıdı.

─Efendim, emaneti mi, almaya geldiniz, diye sordum. Azrail (as) da bana;

─Hayır, Mustafa Efendi, haber vermeye geldim. Daha vaktin var. Muharrem ayında geleceğim, dedi. 

─Fakat hangi gün geleceğini söylemedi. 

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri Muharrem ayında, 29 Eylül 1984 tarihinde, kendi fakirhanesinde, Abdullah Baba (ks). Hz.leri ile birlikte Nevşehir’den gelen bir grup ihvanın oluşturduğu zikir halkasında, İsm-i Celal zikri esnasında çok sevdiği Rabbine kavuşmuştur. Zaten Rabbinden iki arzusu olduğu; bunun da vefatının ya namaz esnasında, ya da halkayı zikir anında ruhunu teslim etmek olduğunu belirtmişti.

Allah’ın inayeti ile arzusu zikir anında gerçekleşti. Hayatı boyunca anlaşılamayan zât-ı şerif, vefatı esnasında kalabalık bir topluluğun omzunda, ebedi âleme uğurlandı. Çorum’da Yayan Dede ismiyle bilinen, Sahabeden bir zâtın ayakucuna defnedilmiştir. ilel Cennet-i Ebe da…

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri şöyle anlatır:

1984 yılında, cennet mekân Baba vefat etti. Bizi de bir sefer Muharrem ayı itikâfına soktu. Bu itikâfta Cenab-ı Zül Celal Hazretlerine nazlanarak; “Ya Rabbi, üstadımıza manevi görev verildikten sonra, muharrem ayında itikâfa girdik. Ne olur, şu üstadımızın cennetteki makamında bir görüşsek de, kendisine iki soru sorsam”, dedim. Tabi bu da insanın iradesi dışında olan bir şey, sonradan “keşke üç, beş soru daha sorsaydı.”diye düşündüm.

Cenab-ı Zülcelal Hazretlerine hamd-ü senalar olsun, yedinci kat cennette, yedi katı olan bir saray, oraya bir baktım ki; Hacı Mustafa Anaç (ks), Kadiri, Rufai, Bedevi, Dussuki, Şazeli sarayı yazıyor. Beyaz sedeften düğmeli camlı, çok büyük bir cennet.

Birinci katına baktık. İnsanlar çok güzel binalar yaptırmışlar, oturuyorlar. Fakat orası dolu. İkinci kata geldik, orası da dolu. Katlar şimdiki binalar gibi üst üste değil, meyilli, her kat birbirini görüyor. Üçüncü kata geldik, orası da dolu. Dördüncü kat biraz seyrekti. Hani köylerde evler, seyrek seyrek olur ya; onun gibi, fakat çok güzel bir cennet. Beşinci kata geldiğimizde ise hiç kimse yoktu. Öyle üzüldüm, öyle üzüldüm ki, vücudum bir hoş oldu, çok hüzünlendim ve keşke gelmeseydim, keşke görmeseydim, dedim.

Altıncı katta da kimse yoktu. Bana; “Çık bakalım” dediler ve yedinci kata çıktık. Bir baktım ki; Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Anaç (ks) Hazretleri orada. Başında beyaz takke, beyaz sarık, üzerinde kemik renginde bir cübbe, pırıl pırıl parlıyor. Üstadımız orada namaz kılarak, her cihete secde ediyor. Öyle ki, her yöne dönerek hem namaz kılıyor, hem de her yöne selam veriyor. Üstadımın yanına gelerek;

─Efendim namazı bırakıp selam verin de, size soracaklarım var. Zaten çok üzgünüm, dedim. Selam verdi ve:

─Söyle evladım Abdullah Efendi, dedi;

─Baba, dedim. Neden burada her tarafa selam verdiniz? dedim.

Üstadım;

─Evladım, burası arşı alanın altıdır. Burada yön ve cihet yoktur, dedi.

─Yedinci kat cennette yedi katlı büyük bir sarayınız var, çok büyük. Nasıl ki, İstanbul’u gezmekle bitiremiyorsun, aynı bunun gibi… Birinci katı, ikinci katı ve üçüncü katı dolu. Dördüncü kat biraz seyrek. Beşinci, altıncı ve yedinci katlarda kimseler yok. Bunun hikmeti nedir? diye ikinci sorumu sordum.

Üstadımız şöyle buyurdu;

─Ah evladım Abdullah Efendi! İhvanları dünya bırakmıyor, nefisleri bırakmıyor, heva ve hevesleri, kusurları bırakmıyor. Birbirlerinde hata arıyorlar, kusur arıyorlar. Onun için de, dördüncü kata zor geliyorlar. Ümmeti Muhammed arasındaki felaketlere neden oluyor. Nefislerine tabi oldukları için onları her gün uyarıyoruz. Yalan söylemeyin, yemin etmeyin, gıybet yapmayın, ailenizi dövmeyin, sövmeyin. Arkadaşlarınızla iyi geçinin, onları incitmeyin. Haramlardan sakının. Allah’ı çok zikredin, diye biz bunları tebliğ ediyoruz. Anlatması bizden, tatbik etmesi sizdendir.

Söze gelince ;“Biz Baba’ya tabiiyiz” diyorlar. Ondan sonra nefislerine tabi oluyorlar. “Efendim bana niye selam vermedi? Beni neden evine davet etmedi ki? Beni evine niye çağırmadı ki? Diye derviş; şeyhten kendisine hizmet etmesini, hürmet etmesini bekliyor.

Oysa ki şeyhin dervişe ihtiyacı yoktur. Dervişin şeyhe ihtiyacı vardır. Derviş, üstadının ayağına gelmesini istiyor. “Hele bir gitme bakalım” İki gün sonra ; “hadi canım, kâmil biri olsaydı, benim evime gelirdi, evimde yatardı”, diyor. Şeyhini, kendi himayesi altına almaya çalışıyor. Hâlbuki derviş; “Ey nefis, biz üstadımızı Allah için seviyoruz, Rasûlullah için seviyoruz. Bizim nefsi istek ve ihtiyaçlarımız için değil, ruhumuzu kötülüklerden nasıl arındırabiliriz, diye tabi olduk. Onun için seviyoruz, biz nefsimizle cihat edeceğiz”, demelidir.

Evladım, Abdullah Efendi! Ben yaşlandım, dolaşamadym. Ama sen dolaş. Kasaba kasaba, köy köy, ayaklarına gidip Hakkı anlat. Hizmet et. Dervişlerin ayağına gitmezsen, nefislerine uyarlar, dedi.

İşte, biz de “el fakru, fahri”, sizlerle beraber, sizlere hizmet etmek, Allah ve Resulünü sevdirmek için ayağınıza geliyoruz. En büyük cihat, nefis ile yapılan cihattır.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri şöyle buyurdular;

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Peygamber (sav) Hz.lerini bütün insanlara ve cinnilere gönderdiği için, Rasulullah Aleyhisselatü vesselam Efendimiz gayet mahzun olup Cenab-ı Zülcelâl Hz.lerine dua da bulunur:

“İlahi Ya Rabbi! Bugüne kadar iki yüz yirmi dört bin Peygamberini, kullarını irşad için gönderdin. Ben ise hem bütün insanlara ve cinnilere gönderildim. Benim ümmetimin hem ömrü kısa, hem de günahkâr. Onların hali nice olur! Sen bilirsin Ya Rabbi! Gafurur rahiymsin, Ya Rabbi!” diyerek niyazda bulununca; 

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri:

“Ey Habibim! Senin ümmetinin âlimleri, takva olanları, Beni İsrail Peygamberleri muadilidir”,buyurmuştur.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) memnun olmuş, ashabını ve ondan sonra gelecek olan ümmetini müjdelemiştir. İşte bu zâtlar Peygamber (sav) Hazretlerinin varisi makamına erişen (İndi İlahiyye’de Kıymetli) Allah-ü Teâlâ ve Tekaddes Hz.lerinin seçilmiş kullarıdır.

Peygamber Varisi olan Mürşid-i Kamiller kıyamete kadar Ümmet-i Muhammedi irşad edecektir.

Peygamber (sav) Efendimiz hadis-i şeriflerinde:

“İrşada gücü yeten bir akıldan irşad talep ediniz ve ona isyan etmeyiniz” buyurmuştur.

Cenab-ı Zülcelâl Hz.leri, Kur’an-ı Kerim’de bu zâtlara işareten:

“Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman onların içinden, buyuruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.” (Secde / 24)

Adem (as)’dan beri devamlı olan ve kıyamete kadar da devam edecek olacak olan, Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin Lütfu İlahisiyle ümmeti irşada vazifeli nadir şahsiyetlerin günümüz halkası Abdullah Baba (ks) Hazretleri bu nurlu yolun yolcusu, Resulü Kibriya denizinin bir incisi İki Cihan Serveri’nin hakikat bahçesinin bir gülüdür.

Doğuşundan beri bir Ulul-Aziym evliyadır. Daha çocuk yaşta iken, pek çok harikuladelikler zuhura gelmiş, Allah-ü Teâlâ ve Tekaddes Hz.leri tarafından ilahi muhafaza altında yetişmiştir. 

Bir kâmil-i mürşide manen görev verilmesi şu şekilde açıklanmıştır.

Hazreti Seyyidil Enbiya Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz’in izin ve icazetleri ile bütün ümmeti Muhammed’in terbiyesi hususu, kendisine Allah-u Teala’nın ihsanı olur. Bu göreve memurlardır.

Böyle bir zât-ı şerife, bu görev ihsan olunacağı zaman, Cenab-ı Zülcelal ve Tekaddes Hz.leri tarafından Hızır Aleyhissselama işaretle:

“Falan oğlu filan kuluma, ihsan eyledim. Var müjde eyle” emri ile Hz. Seyyid-il Enbiya’ya gelir:

─Ya Resulallah! Ümmetinden filan oğlu filana, Allah-u Teâlâ hilafeti ihsan buyurdu. Ne emriniz olur? der.

Fahr-i Âlem (sav) Efendimiz Hz.leri, Hızır (as)’a yeşil bir hilat vererek;

─Var, bu hil’atı o zâta giydir ve kendisini alıp buraya getir, diye emir buyurur.

Hızır (as), hil’atı alarak o zâta götürür ve:

─Rasulullah (sav) Efendimiz size selam etti. Bu hil’atı gönderdi. Tarafı İlahiden size hilafet ihsan olunduğunun müjdesi ile geldim. Buyurun sizi bekliyorlar, der.

O zât-ı şerif; “Baş üstüne” diyerek, hiç beklemeden Rasulullah’ın huzuruna varır ve görür ki; bir yüce divan kurulmuştur. Kalem yazmaya, dil anlatmaya kaadir olamaz Hz. Peygamber Aleyhi Vesellem Efendimiz, türlü mücevherler ve kıymetli taşlarla bezenmiş bir yüce kürsü üzerinde oturmaktadırlar. Sağlarında ve sollarında bütün Enbiya-i-İzam ve Resulü Kiram aleyhimüsselatü vesselam, Cihar-ı Yâri Güzin ve bütün ashabı kiram rıdvanullahi aleyhim ecmain Efendilerimizle, bütün pirler, kutuplar ve Ehlullah (ks) Hz.leri, her biri mertebelerine göre gayet süslü birer kürsü üzerinde oturmaktadırlar.

O anda; Hazreti Fahri Kâinat Efendimiz, huzuru saâdetlerine getirilen zât-ı şerif’i bizzat karşılarına alıp teveccüh buyururlar. Bu teveccühlerinde, bütün fiillerini, sözlerini ve amellerini, yani siret-i seniyyelerinin tamamını ihsan buyururlar ve kendi hallerini bütün bütün giydirirler.

Daha sonra, o zâta mücevherle süslü yeşil bir Hilat-ı şerif giydirerek, mübarek başlarına yine mücevherli bir Tac-ı şerif koyarlar ve üzerine bir de mücevherli sorguç takıp, buyururlar ki;

“Cenab-ı Kadir-i Kayyum Tarafı İlahiyyesinden sana Mürşid-i Kamillik ihsan buyurdular. Bizim dahi halifemizsin. Bütün ümmetimin terbiyesi, uhdene verilmiş ve havale edilmiştir.”

Daha sonra eline, terbiye aletlerinden bir cendere, bir kamçı, ayaktan ve boyundan bağlamak için birer kement ihsan buyurur. (Bunlar birer tabirdirler. Bunlar, dünya aletleri ile kıyaslamamalıdır. Bu aletlerle terbiye edilmeleri gerekenler, batıda olsalar, doğudan yetişip aynı anda icra buyurabilirler.)

O zâtı şerif için büyük mecliste hazırlanmış bulunan makamı Mürşid-i Kamil olan irşat postudur ki, ona oturması emrolunur ve Eşrefi Mahlûkat (sav) Efendimiz Hz.leri el kaldırarak bir yüce dua ederler;

“Bismillahirrahmanirrahim

Allahümme yâ mâlik-er-rıkab. Yâ müfettih-el-ebvâb.. Ve yâ müsebib-el-esbâb heyyi lenâ sebeben lâ nestatıy’u lehu taleben.. Allahümmec’alnâ meşguliyne bi-emrike âminiyne bi-ahdike âyisiyne min halkıke ânisiyne bike müstevhışıyne an hayrike radıyne bi-kada’ike sâbiriyne alâ belâ’ike şâkiriyne le-ni’mâ’ike mütelezziziyne bi-zikrike ferihiyne bi-kitabike münâciyne bike fi ânâ’il-leyli ve etraf-in-nehâr mübgızıyne lid-dünya muhibbiynelil-âhireti müşyakıyne ilâ lika’ike müteveccihiyne ilâ cenâbike müsta’ıddıyne lil-mevti..  Rabbenâ âtina mâ ve adtenâ alâ rüsûlike ve lâ tuhzinâ yevm-el-kıyameti inneke lâ tuhlif-ül-mi’âd..

Allahümmec’al tevfike refikenâ ves-sırat-el müstakime tarikenâ.. Allahümme evsılnâ ilâ makasidinâ ve tüb aleynâ inneke ent-et-tevvâb-ür-rahiym.. Allahümme bike asbahnâ ve bike emseynâ ve bike nahyâ vi bike nemûtü ve ileyk-el-masiyr.. Allahümme erinel-hakka hakkan verzuknâ ettiba’ahu ve erinel-bâtıla bâtılen verzuknâ ectinâ-behu teveffenâ müzlimiyne velhıknâ bis-salihiyn.. Vedfâ’annâ şerrez-zâlimiyne ve eşriknâ fi dua-il-mü’miniyn.. Ve kınâ Rabbenâ şerre mâ kadayte.. Allahümmagfir li-ümmeti Muhammed.. Allahümmansur ümmete Muhammed.. Allahümmerham ümmete Muhammed.. Allahüm-mahfaz ümmete Muhammed.. Allahümme ferric an ümmeti Muhammed.. Allahümme tecavez an ümmeti Muhammed.. Allahümme yâ Habib-et-tevvâbiyne tüb aleynâ ve yâ emân –el-ha’ifiyne âminnâ va yâ delil-el-mütehayyiriyne düllenâ ve yâ hâdiyeel-mudıllıynehdinâ ve yâ gıyas-el-tâ’recâ’enâ ve yâ râhim-el-asıyn-erhamnâ ve yâ gafir-el-münnibiyne ıgfir lenâ zünübenâ ve kefir annâ seyyi’atinâ ve teveffenâ mâ-al-ebrâr.. Allahümme nevir kulûbenâ.. Allahümmeşrah sudurenâ.. Allahüme yessir umurenâ.. Allahümmestür uyubenâ.. Yâ hafiy-yel-eltâf neccinâ mimmâ nehaf.. Allahhemgfir lenâ ve valideynâ ve li-üstâzinâ ve li-meşâyihinâ ve li-ihvanina ve li-ashabinâ ve li- ahbabinâ ve li-aşâ’irinâ ve li-kabâ’ilinâ ve limen lehu hakka aleynâ ve limen vessanâ bid-dua’il-hayri ve li-cemi-il mü’miniyne vel-mü’minât vel-müslimiyne vel-müslimât el-ahyâ’ü minhüm vel emvât.. Allahümmahvezna yâ feyyazü min cemi-il belâ’i vel-emrâz kâffeten bi-rahmetike yâ ehram-er-râhimiyn…

Efendimiz (sav) Hz.lerinin bu yapmış oldukları duaya orada bulunanlar (Âmin)diyerek ellerini yüzlerine sürüp (Fatiha) buyururlar.

Duadan sonra O zât-ı şerifin hilafet müddetince irşat edeceği zevattan, zamanında ne kadarı geçecekse ( Ehlullah, inabe alacak dervişleri) bu yüce mecliste Rasulullah’ın huzuruna çağırılarak emir ve icazetleri ile o zâtın ellerini öperler ve kendisine biat ederler. Bu iş tamamlandıktan sonra O Zât-ı şerife:

“Var; ümmetimi dilediğin gibi terbiye ederek Hakka ulaştır”, diye izin ve ruhsat verilir.

Bu suretle, Rasulullah’ın icazetiyle hücrelerine gelir ve otururlar, kendilerine ısmarlanan memuriyetlerinin icrası ile meşgul olurlar.

Kendisine ihsan olunan terbiye aletlerinden cendere tabir edilen, o zât-ı şerifin batınında bir alet olup (zahir cenderesi gibi değildir) ; belki, Allah-ü Teâlâ’nın ihsanı olan Mürşid-i Kamilliğin gerektirdiği bir keyfiyettir. Terbiye edilen kimse, doğuda veya batıda olsa, Mürşid-i Kamil nuru ile kendisinden ziyade haline vakıf olur ve o anda o kimsenin batınen el ve ayaklarını bağlayıp bir yere götürür. Yani tespih böceği gibi tortop edip cenderenin içine koyar. Ağzını sıkıca bağlar ve bu hal ile sıkar. Bunu zahirde görmek mümkün değildir. İçerisinin yağı erir. Bazısını kamçı ile bazılarının el ve ayaklarına kement ile bağ vurur gibi, bazıları da yular gibi boyunlarından ve ağızlarından bağlanırlar. Terbiyeleri neyi gerektiriyorsa öyle yaparlar.

O zât-ı şerif, zerreye varıncaya kadar her şeyi görür. Kendisi için örtülü, kapalı bir şey yoktur. Bir müridi batıda, bir müridi de doğuda bulunsa ve kendileri de ortada bir yerde olsalar, müritlerinin ikisine birden Emr-i Hak vaki olup son demlerinde iblis bunlara musallat olsa, hilafet nuru ile bu hali görürler ve bunları iblisin şerrinden kurtarırlar.

O zâta göre kendisinden gizli bir şey yoktur. İster yakın ister uzak ister gece ister gündüz olsun O’nun için birdir. Her kişinin haline vakıftır. Kişinin kendi halini kendisinden daha iyi bilirler. Nereye uzansa yetişir, nereye dilerse yakın veya uzak ayak basarlar. Göz açıp kapayınca kadar, nereye dilerse ve neyi görmek isterse görürler. Onun için gizli ve saklı bir şey olmaz. Her yerde bulur ve bilirler. Herhangi yerde olursa hazır bulunur, kusur ve tecellisine göre terbiye ederler. Dilerse; bir müridini bir bakışta “VASILI İLALLAH” eder. Etmediğinin, mutlaka bir illeti ve hikmeti vardır. Bazıları, tez vakitte “VASILI İLALLAH” olurlar. Bazıları ise, uzun zamanda vuslat bulurlar. Zira o Zât-ı şerif daima, Rasulullah’ın huzurunda bulunur. Bu sebeple, her ne ki diler ve işlerse, Rasulullah’ın izin ve ruhsatı iledir. Kendiliğinden bir şey dilemez ve işlemez.

İşte bu hallerle hallenmiş ve sıfatlanmış olan zât-ı şerif; bulunabildiği takdirde, bütün cisimleri altın haline getiren “KİBRİT-Y AHMER” adı verilen olağan üstü kuvveti haiz cisim nevi’dendir.

Üstadımız Abdullah Gürbüz Baba (ks) Hazretleri kendisine Manevi vazifenin veriliğini şöyle buyurdular:

1985 yılının 20 Şubat’ında rüyamızda; Rasulullah (sav) Efendimiz, Piranlar ve Evliyaullah bir yerde toplanmış, ben de huzurdayım. Abdülkadir Geylani, Ahmed-i Rufai, Ahmed-el Bedevi, İbrahim Dussuki, Hasan Ali Şazeli, Muhammed Nakşibendî, Muhammed Hacı Bektaşi Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hacı Bayram-ı Veli ve bütün piranlar sırada idi.

Abdülkadir Geylani Hz.leri bir beyaz kâğıt uzattı ve üzerinde nurdan yazılar vardı.

─Bu senin irşat icazetindir, dedi. 

Ben cevaben:

─Efendim ben ümmiyim, vazife istemiyorum. Derviş olayım, bana yeter, dedim. 

Abdülkadir Geylani Hz.leri bir daha tekrarladı; ben yine reddettim. Üçüncü olarak yine teklif etti ve bu sırada Mevlana (ks) Hazretleri:

─Evladım! Herkes şeyh olayım, Mürşid-i Kamil olayım diye ağlayıp sızlanırken; sana teklif edildiği halde, sen neden reddediyorsun, diye ekledi. Buna mukabil ben de:

─Bu çok mesuliyetli aynı zamanda veballi bir vazifedir. Ben ümmiyim. Üstelik piranlardan vazife alanların, şeytanın yıktığını, helak olduklarını çok gördük. Eğer bana Rasulullah (sav) Efendimiz bizzat vazife verirse, ledün ilmi de verirse bu vazifeyi kabul ederim, dedim.

Rasulullah (sav) Efendimiz, söylediklerimi duyunca memnun oldu ve tebessüm etti. O zaman; istediğin 5 Nisan’da verilecek denildi ve böylece uyandım.

5 Nisan mübarek Cuma gecesi geldi çattı. O gece rüyamda;

Çorum Ulu Cami’de divan toplanmış. Bütün Peygamberler (as) bir yerde, piranlar bir yerde, mezhep imamları bir yerde. Herkes intizamla yerlerini almış ve bekliyorlardı. O sırada Bilal Habeşi Hazretleri’nin sesi gibi gayet latif bir ses:

─Mahmut oğlu Abdullah Gürbüz! Seni, Rahmetel-lil Âlemin çağırıyor, dediler.

Hemen koştum. Rasulullah (sav) Efendimizin kürsüsünün önüne geldim. Rasulullah (sav) Efendimiz, mübarek parmağındaki mührü önünde duran, nurdan kehribar sarısı bir kâğıda bastı. Sonra bir başka ufak sarı mührü de o icazete basarak;

─ Bunu mu istiyordun, oğlum? dedi.

Allah’ın Resulü, bana ; “oğlum” dedi diye düşündüm ve bu esnada bende acayip haller oldu. Cesedim yerinde fakat ruhum kâinatta zerre zerre kayboldu. Rasulullah (sav) Efendimiz, tekrar:

─Bunu mu istiyordun, oğlum? deyince, ruhum toparlandı ve tekrar cesedimin içine girdi.

─Oğlum Abdullah! Ledün ilmi istiyorsun. Fakat ledün ilmi bir anda verilmez. Allah (cc) tedrici tedrici, lazım oldukça kalbe ilham eder. Seni filan mebusun karşısında konuşturan kimdi? Filan başvekile cevap verdiren kimdi? Filan âlime cevap verdiren kimdi? Kalpler ancak Allah’ın elindedir, sen ancak tebliğ edicisin! Ümmetimi irşad et, evladım! diye buyurdular.

O sırada Piran Efendilerimiz de gelip kâğıda mühürlerini vurdular ve beni tebrik ettiler. Sonra benim önüme büyükçe bir ayna getirildi. Aynanın sağında sıra sıra erkekler ve sol tarafında sıra sıra nisalar (hanımlar)ABDULLAH BABA, ABDULLAH BABA diye ismimi zikrederek geçiyorlardı. Hatta annesinin karnındaki cenin dahi böyle diyordu. Bunların kimi şiirler okuyor, kimi ağlayıp sızlanıyordu.Peygamber (sav)’e sordum:

─Ya Rasulullah, bu insanlar kimdir?

─Bu insanlar, sana tabi olacak dervişlerindir, buyurdu

─Ya Rasulullah! Bu insanlara nasıl yetişeyim ve nerede bulayım, diye tekrar sordum.

─Bazıları, senin ayağına gelecek, bazen de sen onların ayağına gideceksin. Hakkı ve sabrı tavsiye et. Kalpler Allah’ın elindedir, buyurdu ve künyemi; “Hadim-ül Fukara” koydu.

─Seni sevenler meczup olacaklar, buyurdu.

Ben hemen;

─Aman! Ben meczub istemem, Ya Rasulullah! dedim.

─Senin dervişlerin akıllı meczub olacak, diye cevap verdi.

Böylece rüyadan uyandım. Terden sırılsıklam olmuştum ve bütün vücudum Allah’ı zikrediyordu.

Cuma sabahı, vakit geçirmeden Şems ve Mevlana Hazretlerini ziyaret etmek için Konya’ya gittim. Cuma namazını, Şems Camiinde kıldım. Namazı kıldıran imam Efendi; Kısa sakallı, ufak boylu, buğday benizli bir şahıstı. Benimle musafaha edip:

─Efendim, sizi tebrik ederim! Dün gece verilen manevi göreviniz hayırlı olsun, buyurun sizi misafir edeyim, dedi.

Nevşehir’e dönmem gerektiğini söyleyip oradan ayrıldım.O gün, Sivas’ın zakiri Hafız Ali Efendi de Konya’daymış. Akşama Nevşehir’e geldi, kendisini misafir ettik.

Cumartesi akşamı bütün arkadaşlar dergâhta toplandı. Ben de onlara hitaben:

─ Arkadaşlar! Dün bize manevi vazife verildi. Rüyasında görenlerin üstadıyım, görmeyenlerin hiçbir şeyi değilim! dedim.

Hafız Ali Efendi, Efendi Hazretlerinden müsaade ister ve şöyle söyler:

“Üstadım Çorumlu Hacı Mustafa Efendi daha hayattayken:

─Evladım, benden sonra gidip Abdullah Efendi’ye bağlanacaksın. Hafızlığına güvenip, mağrurlanma. Abdullah Efendi başlı başına bir üstaddır. Eğer seni Allah’a vuslat edemezse, o zaman benim yakama yapış..! diyerek, bana işarette bulunmuştu. Fakat nefsim bunu kabullenemediğinden, bu güne kadar gelemedim.

Dün Konya’ya Mevlana Hazretleri’ni ziyarete gitmiştim. 

Mevlana Hazretleri bana:

─Niçin, Çorumlu Hacı Mustafa Efendinin, vasiyetini yerine getirmiyorsun? Hemen Nevşehir’e gideceksin, Abdullah Baba’ya ilk bağlanan sen olacaksın ve gerçekleri açıklayacaksın, diye sitem etti.

Mevlana Hz.lerinin bu ikazından sonra doğruca Nevşehir’e gelerek;

─Ne olur Efendim! Beni dervişliğe kabul edin, dedim”

Böylece Hafız Ali Efendi ilk ders alan kişi olur.

Âşıkların sultanı, Asrımızın Mevlana’sı, Hadim-ül Fukara Abdullah Baba (ks) Hz.leri bu ilahi vazifeyi aldıktan sonra geçen on dokuz yıllık ömrü mübarekelerini bu şerefli görevi layıkı ile yerine getirmek için gece gündüz, yaz kış, uzak yakın demeden, Ümmeti Muhammedi irşad için adamıştır. Hayatı boyunca en büyük gayesi Allah ve Resulünü insanlara sevdirmek, hak ve hakikatı tebliğ etmekti. Maruz kaldığı çile ve meşakkatlere göğüs gererek, bu kutlu vazifeyi sürdürdü. Çünkü O’nun yaptığı davet, ilahi bir davet idi. Ve bu davete, o gün için birkaç kişi tâbi olduysa da verdiği mücadele sonucunda bugün, elhamdülillah, gerek yurtiçinde ve gerekse yurtdışında on binlerce müridi olmuştur. O’nun gösterdiği irşat metotlarını uygulayarak, hiç kesilmeden ve artarak devam eden himmeti ve feyz ile bu mübarek yolda hizmet etmeye devam etmektedirler…

Şerefli ömrü, maddi ve manevi sıkıntılar içinde geçen Abdullah Baba Hazretlerini, fisebilillah fedakârca çalışmaları, riyazetler, atılan iftiralar, ümmetin içinde bulunduğu durum ve müridlerinin sıkıntıları iyice yıpratmıştı. Son demlerini daimi bir tefekkürle geçirmekte idi.

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri 25 Şubat 2004 yılında, küçük oğlu Naci Efendi’yi yanına çağırarak;

“Evladım, ben aranızda misafirim. İnşaallah, dosta kavuşmamızın vakti yaklaştı. İhvanlarımız helalleşmek için gelsinler, onlarla helalleşelim”, diye buyururlar. 

Bu haber duyulduktan sonra, pervanelerin ışık etrafında toplandıkları gibi, Efendi Hazretlerinin bütün dervişleri, sevenleri, evine akın etmeye başladılar. Binlerce insan, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden, birçok şehirlerden, akın akın Nevşehir’e geldiler.

Gece geç vakitlere kadar tevhidler, hatm-i şerifler ve hatmeler yaparak, Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne, üstadımızı bize bağışlaması için günlerce gözyaşı döktüler. Şubat’ın 29.günü Efendi Hazretleri; 

“Evladım, benim ile Rabbim arasına perde geriyorsunuz. Ben mağuşuma kavuşmak istiyorum, siz bana mani oluyorsunuz. Allah-u Teâlâ’dan benim için muradımın hasıl olmasını isteyiniz”, buyurdular.

Muharrem ayının onuncu (Aşure) günü, yani 1 Mart sabahı saat 6.30’da Efendi Hazretleri bu fakiri yanına çağırdı.

“Evladım, ben vefat ettikten sonra cenazemi dervişler yıkasın. Namazımı da Kale Camiinde kılın”, buyurdular.

Bu konuşmamızın ardından Efendi Hazretlerine;

─Efendim, kardeşlerimizin sormak istedikleri sorular var. Müsaade buyurursanız, bunları sormak isterim, dedim.

─Tabii evladım sor, dedi. 

İlk olarak şu soruyu sordum.

─Efendim, bizim durumumuz ne olacak?

Efendi Hazretleri cevaben; 

─ Biz vefat ettikten sonra, herkes tayin edilen zakirlerine biat edecekler. Derslerine de aynen devam edecekler, buyurdular.

─İkinci sorum da, himmetinizden, feyzinizden ziyadesi ile faydalandık, bundan sonra da devam edecek mi Efendim? dedim.

Efendi Hazretleri; 

─Evladım, kâmil bir mürşidin vefatı ile himmet kesilmez. Allah’ın (cc) izni ile kınından çekilmiş kılıç misali, dervişlerimizin her türlü sıkıntılarında imdadına yetişiriz, buyurdular.

Abdullah Baba’nın maneviyatı O’na tabi olanlarla beraberdir. Zira Allah Resulü ashabına ruhani bir hayat yaşatmış, ruhani hayat kal ile anlatımı mümkün olmadığı için, gönülden gönüle, kalpten kalbe aktarıla gelmiştir. 

Peygamber (sav) Efendimiz; 

“Allah-u Teâlâ Hz.leri benim darımı ne ile doldurdu ise ben de aynıyla Ebubekir-i’in sadrına İlka ettim”(Mevsua etrafil hadis) hadisinde anlatıldığı gibi hallerin ve duygularyn eğitimi in’ikas yoluyla, beraber ve bir arada bulunmak sureti ile olur. O’nun bu ruhani ve ahlaki sıfatlarının manevi in’ikas yoluyla devam etmesi sebebi ile Allah-ü Teâlâ Hz.leri; 

“Biliniz ki Allah’ın Resulü aranızdadır.”(Hucurat/ 7) 

“Sen (habibim), onların arasında bulunduğun sürece, Allah onlara azap etmez”(Enfal /93),buyurmaktadır.

Bu ayetlerde anlatılan Allah Resulü’nün asr-ı saadetten sonra ümmetle beraberliği ve aramızda bulunuşu manevi ve ruhanidir. Kur’an tarihi bir kitap değil ve hükmü baki ise Allah Resulü ruhu ahlaki ve mesajı ile diri ve aramızdadır.

Hz. Peygamber (sav) beşer olarak doğmuştur ama peygamber ve rehber olarak yaşamaktadır. Peygamber (sav) Efendimiz bir hadisi şeriflerinde; “Allah’ın Peygamberi diridir ve Hak canibinden rızıklandırılır”(İbni Mace)buyurulur. Peygamber (sav) Efendimiz’in varisleri de; O’nun varisi olmaları sebebi ile diridir, manevi varlıkları kendilerine intisab edenlerle beraberdir. Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin (bizim vefatımızla kınından çekilmiş kılıç gibiyiz) dediği de budur.

Üçüncü sorum; 

─ Efendim! İsa (as) ve Mehdi Resule ulaşıp, O’na asker olacak mıyız?dedim.

Efendi Hazretleri; 

─İnşaallah, İsa (as) ve Mehdi Resule ulaşacaksınız,buyurdular.

─Efendim bize tavsiyeniz var mı? diye sordum;

Efendi Hazretleri;

─Kur’an ve Sünnet’e bağlı kalın. Allah’ı sevin, Resulünü sevin, bir de Allah’ı sevenleri sevin, evladım!buyurdular.

Son olarak, 

─Efendim, biz sizden razıyız, acaba siz de bizden razı mısınız? deyince;

─Elhamdülillah, hepinizden razı oldum, buyurdular.

Soru ve cevaplı karşılıklı konuşmamız bittikten sonra;

─ Evladım, evin damına çıkın! Halaka olup tevhid-i şerif okuyun, arkasından da dua yapın! buyurdular.

Üstadımızın söylemiş olduğu bu söze, o an için bir anlam verememiş idik ama onun emri başımızın tacıdır. Buyurduğu üzere dama çıkıp tevhid okuduk, arkasından dua yaptık.

Buradaki hikmet; gök ehline buradaki hali durumu bildirmek içindir. Zira Ebu Hureyre (ra) Hz.leri; “Dünya Ehli nasıl yıldızları görüyorsa, gök ehli de (Melekler)Allah’ın zikredildiği haneleri birer yıldız gibi görürler”buyurmuştur. 

Üstadımızın söylemiş olduğu bu vazifeyi yerine getirdikten sonra yanına tekrar geldiğimizde, Efendi Hazretleri;

─Beni kabrime götürün, buyurdular. 

Biz de emrini yerine getirdik ve kabrine gittik. Mübarek, bir müddet kabrinin başında nazar etti. Daha sonra tevhid okuduk. Sonra teneşire doğru yaklaştı ve bir müddet de teneşire nazar etti. Ardından orada da tevhit okuduk. Daha sonra kendisini tabutun içine koymamızı buyurdular. Tabutuna koyduk ve kapağını kapattık. Efendi Hazretleri içinde olduğu halde, o şekilde tevhid okuduk ve ardından Efendi Hazretleri’ni tabuttan çıkardık. Bunu üç kere farklı zamanlarda tekrar ettik. Orada bulunan kalabalık topluluk ile helalleştikten sonra;

─Elhamdülillah! Bu vazifeyi de yerine getirdik, artık beni eve götürebilirsiniz , buyurdular. 

Bunun üzerine Üstadımızı evine götürüp, yatağına yatırdık.

Bu yaşananları ilk anda anlayamadık, fakat Pirimiz Mevlana Hazretleri’nin vefatı aklımıza gelince hikmetini anlayabildik. 

Mevlana Celaleddin-i Rumi (ks) Aziz Hazretleri de vefat etmeden önce ağır bir şekilde hastalanmış ve kırk gün kadar bu hal üzere devam etmiştir. Etrafında birçok hekimler tedavisi için ne kadar uğraşsalar da müspet bir netice alamamışlardır.

Bu hastalık hali üzerinde iken yakınında olan dervişlerine;

“Beni, defin olacağım yere götürün” diyerek, kendi kabrine nazar etmiş, arkasından teneşire yatmış bir müddet nazar etmiş ve daha sonra cenazesini taşıyacak olan tabutun içerisine girerek bir müddet orada kaldıktan sonra yanında bulunan cemaat ile helallaşıp tekrar yatağına götürülerek Mevlasına kavuşacağı zamanı beklemeye koyulmuştur. 

Vefatının yaklaştığı sıralarda, Selçuklu sarayından temsilciler, hekimler (Ekmeluddin Bey hekim) gönderilerek Mevlana Hz.lerine geçmiş olsun dileklerini iletiyorlardı. Ziyaretine, hocası Sadreddin Konevi ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler:

─Allah-u Teâlâ (cc), acil şifalar versin. İnşallah, en kısa zamanda sıhhat bulursunuz! Zira siz, âlemin ruhusunuz, âlem sizinle hayat bulur! dediler.

Mevlana Hazretleri de onlara;

─Allah’ı severim diyenden de, sevdim diyenden de usandım. Ben dostuma gidiyorum. Sizler niyaz ederek benim yolumu kesiyorsunuz. Üzülmeyin ben vefat edince düğün dernek kurun. Bundan sonra, vefat ettiğim günde ŞEB-İ ARUZ yapın, buyurmuşlardır.

Pirimiz Mevlana Hazretleri, nasıl ki o dönemde ümmetin önünde giden ve onlara ışık tutan bir zât ise; ahir zamanda Ümmet-i Muhammed’e yol gösteren, feyzi ile nurlandıran, kararmış gönülleri aydınlatan Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri de aynı neşe ve saadet ile o çok sevdiği ve sevildiği, uğruna her şeyini feda ettiği Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine kavuşmanın vaktini beklemekte idi. 

Abdullah Efendi Hazretleri’nin hastalığı ilerlemişti, günlerce hiçbir şey yiyip içmeden sadece Rabbini zikrediyordu. Birgün ağzının kuruluğu gitsin diyerek, bal şerbeti yapıp getirdiler. 

Efendi Hazretleri; 

Benim şerbetim La İlahe İllallah Muhammed-er Rasulullah’dır, diyerek, şerbeti içmemiştir. 

Abdullah Baba Hazretleri ölüm döşeğinde idi. Seneler evvel, Nevşehir ilinde, şu fani dünyayı şereflendirirken, aldığı ilk nefesle beraber, yıllarca ümmetin kurtuluşu için şehir şehir dolaşıp onları irşat edip; o kutlu görevi yerine getirdiği feyiz ile aşkla, imanla geçen sayılı nefesleri bitmek üzere idi. Emaneti sevdiği ve sevildiği Rabbine teslim etmek üzere iken bile, sürekli zikir ile meşgul oluyordu. 

Nihayet, dilinde ki tespih artık kesilmek üzere idi ve “Hak, Hak, Hak” esmasını zikrediyordu. Orada bulunanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar, kendilerine hâkim olamayarak ağlamaya başladılar. 14 Mart Pazar (Hicri Muharrem 23) günü, öğlen saat 12.10 da mana güneşi Abdullah Efendi Hazretleri kutsal âleme gurup etti. 

Maneviyat Güneşi Abdullah Baba Hazretleri, yetmiş bir yıl önce şereflendirdiği Nevşehir de, şu fani dünyaya gözlerini kapadı. 

Üstadım Abdullah Baba Hz.leri vefat edince mübarek vücutları yemyeşil oldu. Çünkü Hz. Hasan Efendimizin soyundan (Seyyid) gelenlerin vefatları hep bu şekilde olmuştur. Burada konuya açıklık getirmesi için Peygamberimiz (sav) Efendimiz ile ilgili bir hadiseyi nakletmek istiyorum:

Bir gün Peygamber (sav) Efendimiz, torunları Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi yanına alarak pazara giderler. Hz. Hüseyin Efendimiz kırmızı bir elbiselik beğenir, Hz. Hasan Efendimiz de yeşil bir elbiselik beğenir. Rasulullah (sav) Efendimiz, torunlarına o elbiseleri alır ve tekrar eve dönerler. On sekiz bin âlemin Efendisinin kucağında hiçbir şeyden habersiz bu iki sabi yavru neşe ile otururlarken Peygamber (sav) Efendimiz Cebrail (as)’ın ağladığını görür. Onun bu hüzünlü halini gören Rasulullah Efendimiz sorar;

“Ey Cebrail Kardeşim seni bu şekilde üzüntüye sevk eden nedir?”

Cebrail(as);

“Ey Allah’ın Resulü! Sanki torunların başlarına gelecek akıbeti bilirmiş gibi elbise beğendiler” deyince; Efendimiz (sav) hikmetini sorar. Cebrail(as); Hz. Hüseyin Efendimizin Kerbela’da başının kesilip kanlar içinde şehit edileceğini ve Hz. Hasan Efendimizin de zehirlenerek vücudunun yemyeşil bir hal alıp ve şehit olacağını söyler. Peygamber (sav) Efendimiz, bu hali görünce ağlamaya başlar.

O anda Allah-u Tela Hz.leri Cebrail (as)’a:

“Habibim Arş’a baksın” buyurur.

Bunun üzerine Peygamber (as) Efendimiz başını kaldırdığında, Arş-ı Ala’da bir tarafta kırmızı yakuttan bir köşk, diğer tarafta da yeşil yakuttan bir köşk görünce hüznün yerini sevinç alır ve “Torunum Hasan ve Hüseyin Cennetin Efendileridir” buyurmuşlardır.

İşte Hz. Hasan Efendimizin soyundan gelen zâtlarda bu şekilde doğumlarında ve vefatlarında vücut rengi yeşil olur. Abdullah Baba Hz.lerinin anne tarafından gelen soyu Hz. Hasan Efendimize dayanır. Bu sebeple Üstadımız da vefat ettiğinde, teninin yeşil renk aldığı orada bulunan herkes tarafından aşikâre olarak görülmüştür.

15 Mart 2004 Pazartesi günü, binlerce insan gerek yurtdışından, gerekse yurtiçinden Nevşehir’e akın ettiler. Büyük küçük binlerce insan, gözyaşları içerisinde, mana güneşinin o nurlu ve bakanları etkileyen, mübarek naaşını görmek için bir birleri ile yarıştılar. 

Mübarek naaşları bazen sarı, bazen de yeşil renk alarak tebessüm ediyordu. Öte yandan vasiyet ettiği Kale Caminin yanına defin edilmesine karşı geliniyordu. Oysa manen oraya gömüleceği, daha önceden müşahede edilmişti. Fakat vatanını ve milletini bu kadar çok sevip, insanlığın aydınlığı, zamanımızın Mevlana’sının bu isteği yerine getirilmemişti. Zaten, böyle değerli şahsiyetlerin hiçbir zaman kıymetleri bilinmemiştir. Ancak, Allah (cc) vaadinden dönmez. Üstadımızın vasiyeti muhakkak gerçekleşecektir. 

Abdullah Baba Hazretleri insanlığa hizmet eden, fakirler ile oturup kalkan, Hakk’ı ve sabrı tavsiye eden bir evliya olduğu için binlerce insan gözyaşı döküyordu. 

Gül rengindeki tabutu evden çıktığı vakit, vasiyet ettiği gibi; yüksekçe bir yerde dua yapıldı. Binlerce sevenlerinin omuzlarında sabah saat on birde tevhid okunarak, izdihamdan dolayı saatler süren bir yolculukla Nevşehir’in tarihi camii Kurşunlu Camii’ne gelindi. Öğle namazına müteakip cenaze namazı kılındıktan sonra, tekrar tevhid okuyarak mübarek naaşı omuzlar üstünde izdihamdan dolayı uzun süren bir yolculuktan sonra Nevşehir’in Kaldırım mezarlığına defnedildi. Cenazesine Peygamber (sav) Efendimiz, Hızır (as), Rical-i Gayb Erenleri teşrif ettiler. Manen bildirildiğine göre de cenaze namazını zamanın imamı kıldırdı. Defin işleri bittikten sonra, vakit ikindiyi geçmişti. 

Abdullah Baba Hazretlerinin maddi varlığı gözler önünden çekilmiş fakat manevi varlığı gönüllerde idi ve gönüllerde kalacaktı.

Abdullah Baba Hz.leri vefat ettikten sonra rüyada görüldü. 

─Efendim gülerek vefat ettiniz, bunun manası nedir? diye soruldu.

Abdullah Baba Hz.leri cevaben:

─Evladım sağlığımda iken Peygamber (sav) Efendimiz ile manen görüştüm “Gül gibi ol, Gül gibi kok, Gül gibi gül, Gül gibi gel”buyurdular. Bizde Elhamdülillah öylece yaşadık, öylece döndük.

─Peki, Efendim tabutunuzun rengi niçin gül renginde idi?

Abdullah Baba Hz.leri:

─Evladım, Peygamberimizin gül gibi ol, demesinin emri mucibince hareket ettik. 

Gül

Rasulullah (sav) Efendimizin remzidir. Yani sembolüdür. Rasulullah (sav) Efendimizi ifade eder. Gül çiçeklerin en güzeli ve en güzel kokulu olanı olması gibi sebeplerden dolayı, diğer çiçeklerden seçilmiş ve ayrılmıştır. Peygamberimiz de (sav) insanların en üstünü ve en güzel ahlaklı olması sebebiyle diğer insanlardan ayrılmıştır. Bu özellikler sebebiyle gül Hz. Peygamber’e atfedilmiştir.

Gül kokusunu satanlar, gül kokusunun meclislerini bulur. Hakiki gül kokusu İslam’da vardır. Gülün merkezi Mekke ve Medinedir. Ama onların da gül kokusunu verdiği kişiler vardır. Hakiki gül kokusunu onlar duyar ve satarlar. 

Bunlar Peygamberler ve Onun varisleri Mürşid-i Kamillerdir. Gül meclisleri zikir halakalarıdır. Cennet bahçesi onlarda bulunur. Cennet bahçesinin en güzel kokusu güldür. Gül kokusu duymak, güle âşık olmak, onun bulunduğu yere gitmek, onun yaşadığı gibi yaşamak lazımdır. 

Abdullah Baba Hz.lerinin de tabutu gül rengidir, çünkü o hayatı boyunca gül gibi olan Hz. Peygamberin varisi olmuş onun gibi kokmuş, onun gibi olmuş, gül rengi olan bir tabutla sevdiğine kavuşmuştur. Seven sevdiğine benzer, onun sevdiği şeylerden hoşlanır. Bu da Abdullah Baba’nın hakiki bir âşık olduğunu, ifade eder. Rasulullah (sav) Efendimize âşık bir varisi nebi olduğunu anlatır.

Abdullah Baba Hazretleri, aşıkların sultanı, gariplerin yoldaşı olarak her evde, her mecliste, herkesin gönlünde yaşıyordu. Üstadım gözlerden gizlenmiş gönüllere yerleşmişti. (Allah şefaatlerine nail etsin.)