lamelifdergisi.com

Sultanımdan Gönüllere

Zikir; ıstılahta kelime olarak ezberleme, anma, anımsama, hatırlama, söylenmesi tavsiye edilen hamd, sena ve dua anlamlarında kullanılır.

          Tasavvuf ıstılahyında çok geniş yer tutan zikir, Allah-u Teâlâ’nın yüceliğini dile getirmek ve manevi olgunluğa ulaşmak gayesiyle belli bir isim ya da sözcükleri tekrarlamaktır.

            Yüce Allah’ın (cc) bilinen güzel isimleri ve tevhid-i şerifle yapılan zikir, “zekere” fiilinin mastarıdır. Aslı zikir’dir. Türkçe de zikir şeklinde kullanılır. “Zükr” kelimesi ile aynı anlamdadır. Çoğulu “ezkar” ve “zükür” olarak gelir. Zikra kelimesi de, zikrin mübalaşası olup çok zikretmek demektir. Zikir aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kitabımız Yüce Kur’an da üç yüze yakın yerde geçmektedir.

            Allah-ü Teâlâ Hz.leri, Kuran’ı Kerim’in birçok ayetinde, kendisini zikretmemizi bize emretmiştir. Cenab-ı Hakk’ın beyan olunan bu emirleri ayetlerinde şu şekilde zikredilmektedir:

            Allah (cc) Hz.leri buyuruyor ki;

            “Ey İnananlar! Allah (cc) Hz.lerini türlü tesbihler çekerek çok zikrediniz ve O’nu (cc) sabah akşam tesbih ediniz. Zira o sizi karanlıklardan nura çıkarandır.”(Ahzab /41,42)

            “Rabbinin ismini sabah ve akşam zikret habibim. Allah’ın (cc) zikrine bütün vakitlerde devam et.”(İnsan / 25)

            “Allah’ı (cc) çok zikredin, taki umduğunuza kavuşasınız.”  (Cuma – 10)

            “Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin” (Bakara /152) buyurmuştur.

            Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, kendisini Allah-ü Teâlâ’ ya adayan, O’nu her zaman ve her yerde zikreden, aynı zamanda insanların da zikretmesine vesile olan müstesna bir şahsiyetti. Kendisi, Allahü Teâlâ Hz.lerini zikretmenin en büyük ibadet olduğunu söyler, bu meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için gerek yüce Kuran’a, gerekse Rasulullah Efendimizin hadis-i şeriflerine müracaat edilmesi gerektiğini bizlere anlatırdı.

            Kur’an-ı Kerim ve hadislerde, zikrin faziletlerinden sıkça bahsedilmesine rağmen, günümüzdeki insanların zikrin hikmetini tam olarak idrak edemedikleri için zikrullahtan uzak kalmışlar ya da gerek görmeyerek kendilerini zikirden alykoymuşlardır..!

CEHRİ ZİKİR – HAFİ ZİKİR

            Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri, Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri’ne vasıl olmanın iki yolu olduğunu; bu yollardan birisi “Hafi zikir”, diğerinin ise “Cehri zikir” olduğunu söyler. İki şekilde yapılan zikrullahı, şöyle ifade etmişlerdir;

            “Peygamber (sav) Hazretleri, Mekke’den, Medine’ye hicret ederlerken, Sevr Mağarası’na müşrikleri aldatma maksadıyla sığındıklarında, yanında yol arkadaşı, can dostu olan Ebubekir Sıddık (ra) vardı. Ebubekir Sıddık (ra) Efendimiz mağara içerisinde, müşriklerin Rasulullah Efendimize zarar vereceği endişesiyle, korkuya kapılmıştı. Onun bu halini gören Sevgili Peygamberimiz:

            ─Korkma Ya Ebubekir.! Dilini damağına yapıştır. “La İlahe İllallah” de. Üzülme! Allah (cc) Habir ismi şerifi ile haberdardır. Basir ismi şerifi ile bizi görür. Bize bizden yakın olan o’dur. (Veli ismi şerifi ile dostlarına yardım edendir. Âlim ismi şerifi ile bilendir. Semi’ ismi şerifi ile işitendir. Selam ismi şerifi ile selamete ulaştırandır….) Sen dediğimi yap, buyurdu.

            Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Efendimiz dilini damağına yapıştırarak, bir nefeste yirmi bir defa “La İlahe İllallah” kelime-i tevhidi zikredince, üzerindeki korku geçti. Ve kalp aynası açıldı. Hafi zikri, Peygamber (sav) Efendimiz bu şekilde Ebubekir Efendimize telkin etmiş oldu.

            Diğer bir Hadis-i Şerifte:

            Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra.) ’ın komşusu bir gün Peygamber (sav) Efendimize gelerek;

            ─Ya Rasulullah, Ebubekir’in evinden ciğer kokuları geliyor. Komşusu olduğum ve kaç gündür aç olduğum halde bize ikram etmedi, diye söyler..

            Bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri kalkar ve Ebubekir-i Sıddık (ra)’ın evine gelir. Fakat evin içerisinde yiyecek hiçbir şey yoktur.

            Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Rasulullah (sav) Efendimize:

            ─Buyur, Ya Rasulullah! Anam, babam sana feda olsun! Sizi buraya getiren sebep nedir? diye sorar.

            ─Ya Ebubekir! Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir. Komşun, senin ciğer yediğini söylüyor. Evinden ciğer kokuları geliyormuş ve sen ona ikram etmemişsin. Bu doğru mu?

            ─Ya Rasulallah! Hâlim Allah-u Teâlâ Hazretlerine ve size malumdur. Ben günlerdir ağzıma bir şey koymadım! Sadece Allah’ı zikrediyordum! dedi ve dilini damağına yapıştırıp; “La İlahe İllallah” demeye başladı.

            Biraz sonra evin içerisinde ciğer kokusu gibi bir koku meydana geldi. Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ebubekir’in komşusuna dönerek:

            ─Bahsettiğin koku bu muydu? diye sordu.

            O da:

            ─Evet, Ya Rasulallah! Bu kokuydu. Ben anlayamadım. Allah’ım beni affetsin! Sen de affet! Meğerse Ebubekir’in ciğeri Allah aşkından püryan olmuş, gelen koku buymuş, dedi.

            Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Serveri Kâinat Efendimize:

            ─Ya Rasulullah! Hafi zikre devam ettikçe, bende acayip garaip haller oldu. Nereye baksam sizi görüyorum. Hacete gitmeye dahi utanıyorum. Zevcemle münasebete bile hayâ ediyorum. Bundan dolayı çok mahcubum. Bunda bir hata var mı? diye sordu.

            Peygamber (sav) Hazretleri:

            ─Hayır, Ya Ebubekir! “Fenafir-Resül” makamına gelmişsin, dedi.

            Ebubekir Sıddık Hazretlerinin yapmış olduğu esmaları değiştirdi ve Hazreti Ebubekir Fenafillâh makamına geldi. O makama ulaştığında;

            ─Ya Rabbi! Ne olur benim bedenimi öyle büyüt ki; “La İlahe İllallah Muhammedun Resülullah” diyen hiçbir mü’min cehenneme girmesin, diye dua etti.

            İşte Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında hafi zikir yapan o mübarek sahabe Allah-ü Teâlâ Hazretlerine vasıl oldu.

           “Bunlar (hidayete ulaşan kişiler) iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur.” (Rad /28)

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine vasıl olmanyn ikinci yolu ise; Cehri zikir ile olur.

            Hz. Ali (ra) Efendimiz, bir gün Rasulullah (sav) Hazretlerinin hane-i saadetlerine gelir.

            ─Ya Rasulullah! Allah’a varan yolların en kısa olanını, kullarına en kolay gelenini, nezdinde en üstün olanını bana bildir” diye istekte bulunmuş. Bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri:

            ─Ya Ali! Ben ve benden önceki Peygamberlerin söylediği sözlerin en kabule şayanı; “La İlahe İllallah”, Kelime-i Tevhid’tir. Yedi kat yer ile yedi kat gök terazinin bir kefesine konsa , “La İlahe İllallah” Kelime-i Tevhid de diğer kefesine konsa “La İlahe İllallah” hepsinden ağır gelir, buyurdu.

            Hz. Ali (ra) Hazretleri:

            ─Ya Rasulullah, Allah’ı nasıl zikredeyim?

            Hz. Peygamber (sav) Hazretleri:

            ─Ya Ali! Dizini dizime daya. Alnını da alnıma koy. Gözlerini kapa ve üç defa söyleyeceğimi dinle. Sonra sende üç defa söyle, ben dinleyeyim.

            Akabinde, Peygamberimiz gözünü yumup, yüksek bir sesle, üç kere “La İlahe İllallah” dedi. Hz. Ali (ra) Efendimizde dinledi.

            Hz. Ali (ra) Efendimiz gözünü yumup, sesini yükselterek üç defa “La İlahe İllallah” dedi.

            Bu şekilde Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ali (ra) Efendimize cehri zikri telkin etti. (El İnayetür-Rabbaniye)

            Mekke Fethi’nde, Kâbe’nin içerisindeki putları sahabeler yıkmaya başladılar. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz, Peygamber (sav) Hazretlerinin yanına gelerek;

            ─Ya Rasulallah! İçerideki Lat ve Uzza putları çok ağır ve yüksek yapılmış, omzuma çıkın da, yıkalım, dedi.

            Peygamber (sav) Hazretleri:

            ─Ya Ali! Bende nübüvvet mührü var. Benim ağırlığımı küre-i arz zor tartıyor. Sen beni taşıyamazsın. Onun için, sen benim omzuma çık, buyurdular.

            Hz. Ali (ra) Efendimiz:

            ─Aman, Ya Rasulullah! Sizin omzunuza çıkmaya, hayâ ederim! dedi.

            Peygamber (sav) Efendimiz, tekrar:

            ─Çık Ya Ali, deyince

            Hz. Ali Efendimiz:

            ─Affet Ya Rabbi!, diyerek, Rasulullah (sav) Hazretlerinin mübarek omuzlarına çıktılar. Put çok ağır ve yüksek olduğundan, Hz. Ali Efendimiz putu iterken dengesini bir an kaybedip aşağıya bakınca, Rasullulah Efendimiz de kendisine baktığını gördü. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz on sekiz bin âlemde Peygamber (sav) Hazretleri’nin cemalini gördü ve Fenafir Resül makamına ulaştı.

            Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında cehri zikre devam eden, Hz. Ali (ra) Efendimiz de, en sonunda fenafillâh makamına geldi. Ve bu makamda;

            “Ben görmediğim Rabbime iman etmem”, buyurdu.

            Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin zatında değil, sıfatlarında fani oldu. Hz. Ali  ya da O’nun gibi gerçek, samimi bir şekilde Hakk’a vasıl olup, teslim olan tüm müminlere, bakınız, Yüce Kur’an nasıl müjdelemektedir:

            “Sen ancak zikre uyan ve görmeden Rahmandan korkan kimseleri uyarabilirsin. İşte böylesini mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.”(Yasin / 11)

            Cehri olsun, hafi olsun, ferden olsun, cemaatle olsun; Allah’ı zikir caizdir. Aynı zamanda pek kuvvetli bir sünnettir. Her kişinin ömründe en az bir defa “La İlahe İlallah Muhammedür Rasulullah” demesi ve yüksek sesle söylemesi farzdır.

            Hafi ve cehri zikrin ilk öğreticisi Peygamber (sav) Efendimizdir. Rasulullah Efendimiz, hem hafi hem de cehri zikri bizzat yapmış ve sahabelerine de tavsiye edip, yaptırmıştır.

            Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, bu konuyla alâkalı yukarıda detaylı bir şekilde, sahabe hayatından örnekler vererek bizleri aydınlattılar. (Allah Makamlarını Ali kılsın. Âmin!) Biz de, bu konuyla ilgili bazı ayet, hadis ve fetvalardan bir nebze sizlere aktarmak istedik.

            Cehri Zikir ile ilgili Cenaby Zülcelal Hz.leri:

            “Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı (bağırarak) zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı zikredin” (Bakara / 200) buyurmaktadır.

            El-Esas Fit-Tefsir’de Said Havva merhum şöyle diyor:

            “Kurban Bayramı ve teşrik günlerinin (Arefe ve Kurban Bayramının dördüncü gününün) özelliklerinden birisi de; hac farizasını eda edenlerle, etmeyenlerin (yani bütün Müslümanların) toplu olarak cehri (yüksek sesli) bir şekilde tekbir ile Allah’ı zikretmeleridir. Hz. Ömer(ra)’ın Hacda bulunanlarla adeta Mina tekbirlerle sallanırcasına beraber tekbir getirdikleri sabittir.(İsmail Hakkı Bursevi – C.1,S.531)

            Âraf Suresi 205. Ayetinde geçen;

           “Kendi kendine yalvararak, ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an, gafillerden olma”     emrini delil gösterenler; bu ayete göre cehri zikrin uygun olmadığı görüşünü ileri sürmektedirler. Bu son derece yanlıştır. Zira bütün müfessirlerin ortak görüşüne göre bu ayet, Mekke’de zulmün en şiddetli olduğu devirde inmiştir. Açıktan, Ben Müslüman’ım diyenlerin en ağır işkencelere uğradıkları bir zamanda, Rabbimiz gizli zikri tavsiye etmiştir. Fakat ne zaman ki Medine’de İslam devleti kurulup, hürriyet sağlanmış, işte o vakit cehri zikir de pek çok misali ile tatbik oluna gelmiştir. Müfessirlerin ortak görüşüne göre ayetin; “Yüksek olmayan bir sesle an” kısmının, yüksek sesle zikretmenin mahzurlu olduğu anlamına gelmeyeceği hususunda fikir birliği etmişlerdir. Nasıl ki; “İhramdan çıkınca avlanın” ayetinde, ihramdan çıkan kişinin avlanması farz kılınmıyorsa! Bundan dolayı vuslatta esas olan usuldür.

        Şimdi de Rasulullah (sav) ‘ın ve O’nun ashabının cehri zikir yaptıklarına dair bazı rivayetleri nakledelim:

            Hadis kitaplarının en sahihi olan Buhari’den naklediyoruz.

            İbni Abbas (ra) şöyle buyurmuştur:

“İnsanların farz namazlarından çıktıktan sonra yüksek sesle zikretmesi; ta, Hz. Peygamber (sav) zamanında vardı. Hatta ben namazın bittiğini onların sesini duyunca anlardım.” (Buhari)

            Yine bir başka Hadisi Şerifte Ya’la Bin Şeddad diyor ki:

            “Babam Şeddad bin evs şu hadisi anlattığı sırada, yine sahabelerden Ubade bin Samit (ra)’de orada bulunuyor ve tasdik ediyordu. Babam şöyle diyordu:

            “Bir gün yanında oturduğumuz bir sırada, Hz. Peygamber (sav) ehli kitabı (yani Yahudi ve Hristiyanları kastederek)

            ─İçinizde yabancı kimse var mıdır? buyurdular.

            ─Hayır, dedik.

            ─Bunun üzerine kapının kapatılmasını emrettiler ve sonra da;

            ─Ellerinizi kaldırınız ve “La İlahe İllallah” deyiniz, buyurdular.

            Bizde ellerimizi kaldırdık ve uzun bir müddet “La İlahe İllallah” diyerek zikrettik. Sonunda Hz. Peygamber (sav) şöyle dua etti:

       ─Allah-ü Teâlâ’ya hamd olsun. Ey Rabbim! Sen beni bu kelime ile gönderdin ve bu kelimenin karşılığında cenneti vaat ettin. Sen vaadinden dönmezsin, buyurdular.

            Sonrada Hz. Peygamber (sav) bize dönüp:

            “Sizi müjdelerim, Allah hepinizi affetti” buyurdular. (Hayatüs-sahabe)

          Bu konuda daha pek çok hadis-i şerif zikredebiliriz. Ancak mevzunun anlaşılması için yeterli olduğunu düşünüyoruz.

          İşte cehri zikir ve hafi zikrin hak oluğunu ve Allah-ü Teâlâ Hazretlerine vasıl olabilmenin metotlarını, Hz. Peygamber (sav) Sahabe-i Kiram’a, onların durumlarını gözeterek kendilerine cehri zikri ya da hafi zikri telkin etmişlerdir.

           Cehri zikrin veya hafi zikrin birbirine karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur.

            Şimdi de âlimlerimizin konuyla alakalı fetvalarından nakiller yapalım. Bu mesele üzerindeki şüphe ve tereddüt karanlığı, zikir nuru ile kaybolsun.

            İbn-i Abidin’de şöyle deniliyor:

            Sesli zikrin efdal olduğunu belirten hadisler vardır. Mesela; “Her kim beni cemaat içinde anarsa, ben kendisini daha hayırlı bir cemaat içerisinde anarım”, buyrulmuştur.(Buhari)

            Bununla beraber gizli zikrin efdal olduğunu beyan eden hadisler de vardır. Bu iki tür hadislerin anlaşılması şu şekilde olmalıdır: Sesli ve sessiz zikrin ikisi de efdaldir. Ancak bunu uygulayanların haline ve bulunduğu vakte göre değişir.

            Nitekim namazda gizli ve aşikâr olmayı gerektiren hadislerin anlaşılması bu şekilde olmuştur.

          Zikrin hayırlısı gizli olanıdır. Cehri olanı da buna aykırı değildir. Çünkü bu hadis; riyadan korkulduğu, uyuyanlar uyandığı, yahut namaz kılanlar rahatsız olduğu zamana mahsustur.

          Böyle bir durum yoksa âlimler sesli zikrin efdal olduğunu söylemişlerdir. Zira bunda amel daha çoktur. Dinleyenlere de faydası dokunur. Zikreden şahsın kalbini uyandırır, onu düşünmeye sevk eder. Uykusunu düzenler ve neşesini artırır… Meselenin tamamı Fetavayi-Hayriyye’dedir.

            Hamevi Haşiyesi’nde İmam Şarani’den naklen şöyle denilmektedir:

            Gelmiş geçmiş bütün ulema cemaat halinde zikrin, mescitlerde ve diğer yerlerde müstehap olduğunda ittifak etmişlerdir. Meğerki onların aşikâr zikri uyuyan veya namaz kılan yahut Kur’an okuyan bir kimseyi rahatsız etmemiş ola…(İbn-i Abidin)

            Yine aynı kitapta; Cehri zikri hoş karşılamayan bir kaç fetva nakledildikten sonra şöyle deniyor. “Bu mesele (sesli zikir meselesi) Hayriyede yazılmış ve kadıların fetvasındaki (cehri zikir men eden hüküm) zarar verici sesli zikre hamd edilmiştir”, demiş ve şunu eklemiştir.

             Bu konuda bir takım hadisler sesli zikri emreder. Bazı hadisler de vardır ki gizli zikri gerektirir. Bu iki grup hadisin arasını şöyle bulmak mümkündür; Yani bu meselede hüküm şahısların ve hallerin değişmesiyle değişir. Riyadan korkulduğu, namaz kılanlar eziyet görecekler ve uyuyanlar rahatsız olacaklar diye korkulduğu vakit gizlice söylemek efdaldir. Eğer bu engeller yoksa sesli söylemek daha efdaldir. Çünkü sesli söylemek daha fazla ameli gerektirir. Bir de onun faydası onu dinleyenlere sirayet eder. Zikredenin kalbi uyanır, gayreti tamamen (Hakkı) düşünceye yönelir. Benliğini tamamen zikre verir. Uykusu açılır ve neşesi daha da artar.”

            Cehri zikir ile meşgul olan sahabeler; Hz. Ali, İbni Abbas, İbni Ömer, Ebu Musa, Enes bin Malik, Ebu Hureyre, Abdullah Zülbacedeyn (ra) ile hafi zikir ile meşgul olan Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Selman-ül Farisi, İbni Mesud, Ebu Derda (ra) Sahabe-i Kiram Efendilerimiz her iki yolda da Allah’a vuslat yolunu bulmuşlar, tabiine öğretmişler, kendileri de bizzat tatbik etmişler ve bizlere kadar ulaşmıştır.

Hafi ve cehri zikir hakkında ayeti kerimeler Kuran’da pek çok yerde kayıtlıdır.

          Bundan dolayı Mürşid-i Kâmil olan zât, dervişinin durumuna göre cehri zikri veya hafi zikri telkin eder. Derviş kabiliyeti, samimiyeti, muhabbeti, çalışması nispetinde yol alır.

        İnşallah hafi ve cehri zikir meselesi bir nebze olsun aydınlatılmış, bu konu hakkındaki şüpheler giderilmiş ve Allah-u Teâlâ’nın zikri teşvik olunmuştur.

            Konulara daha çok vakıf olunması açısından Allah’ı zikir hakkında birkaç Ayet-i Kerime aktarmamız uygun olacaktır:

      “(Resulüm) Sana vahyedilen, kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz kötülüklerden alı kor! Allah’ı zikir elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilir.” (Ankebut / 45)

       “Şeytan onları (münafıkları) etkisi altına aldı da, Allah’ı zikretmeyi unutturdu. İşte onlar (zikirden uzak münafıklar) şeytanın yandaşlarıdır.” (Mücadele /19)

       “İman edenlerin, Allah’ı zikir ve Hak’dan inen Kur’an sebebiyle ürperme zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi (zikrullahı terk edici) olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de, kalpleri katılaştı. Onların birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid /16)

       “Namazı bitirince de ayakta, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen, bunu boşu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Ali İmran /191)

Cehri zikir olsun, Hafi zikir olsun, toplu halde yapılıyn yada ferden yapılsın edebiyle  yapılırsa dinimizce sakıncası yoktur. Çünkü Rasulallah (sav) Efendimiz Ashab-ı Kiram’a  gerek tek tek, gerekse toplu olarak zikir talim ve telkin etmiştir. Hz. Ali Efendimize cehri (aşikar), Hz. Ebubekir Efendimize  hafi (gizli) zikri bizzat telkin etmiştir. Aşağıdaki fetvalarda bu konu etraflıca anlatılmaktadır.

             Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de:

            “Eğer bilmiyorsanız Zikir (Kur’an) ehline (alimlere) sorun” (Nahl/44)

            Yine, bir ayette;

“Eğer (şüphede kaldıkları meseleleri) Resule (sav) veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi. Onların arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun (o meselenin) ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütfu ve rahmeti olmasaydı pek azınız müstesna şeytana uyup giderdiniz” (Nisa /83) buyurarak  meselelerimizi Kur’an ehli âlimlere götürüp, onlardan aldığımız cevapla amel etmemiz isteniyor.

            Öyleyse âlimlerimizin zikir hakkındaki fetvalarından birkaç nakil yapalım da konu iyice aydınlansın.

            Meşhur şeyhülislam ve büyük âlim Hanefi müctehidlerinden Ebussuud Efendiye soruldu ki;

            ─Bir adam yüksek sesle, oturarak yahut ayakta zikrullah yapsa caiz olur mu?

            El cevap:

           Edep ve zikre hürmet ederek olursa caizdir. (Ebussud Ef. Fetvalary)

            Yine soruldu ki;

            Halka olup bel ve bağlarını sağa sola hareket ettirerek cehri (yüksek sesle) zikrullah eden kimselere şer’an ne lazım gelir?

            El cevap:

           ─Bellerini değil de sadece bağlarını hareket ettirmekte yetinselerdi daha hoş idi. Zikri şerifin edebine daha uygun idi. Amma beli hareket ettirmekte dahi hiçbir zarar yoktur. Ayaklar yerden kalkmadıkça.  (Fetva S,83)

            Meşhur fetva kitabı Fetavayı Hindiyye’de şöyle deniliyor:

            “Büyük bir cemaat yapıp, sesleri yükselterek, hep birlikte tesbih (Sübhanallah demek) Tehlil (La ilahe illallah demek), salâvat ve sair zikirleri söylemekte bir beis (zarar) yoktur. Ancak (Mahzurlu bir durum varsa) sessiz söylemek daha iyidir.” (Fetavayı Hindiyye C.5 Sh.315 Arapça)

            Meşhur ve son devir Hanefi müctehidlerinden İmam Tahtavi Dürr’ül Muhtar haşiyesinde mekruhlar faslında diyor ki:

─Mescidde halka olup yüksek sesle zikretmekten (dervişleri) kimse menedemez. Zira mescitlerde zikrullahı men edenler Cenab-ı Hakk’ın:

“Kim Allah’ın mescitlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden mani olanlardan daha zalim olabilir” (Bakara /114) ayet-i kerimesindeki hükme dâhildirler. İşte bu en zalimler arasına katılmamak korkusundan kimse mescitlerde zikri yasaklayamaz. (Nimet-i İslam)

            İmam Birgivi Hazretleri Tarikat-ı Muhammediye isimli kitabında şöyle buyuruyor:

            “Edepsizlik yapmadan Allah’ı oturarak veya ayakta zikretmekten hiçbir beis yoktur. Tevhidin (La ilahe illallah) manasını kuvvetlendirmek kastıyla başı sağa sola oynatmaktaysa; zannı galiple caizlik hatta kesinlikle müstehaplık vardır”. (Arapça İst. Hacı Hüseyin Ef. Mat. Sh.185)

            Bir kişi zikir yaparken sesini yükseltince, oradan birisi dedi ki:

            ─Keşke sesini tutsaydı daha iyi olurdu”.

            O zaman Hz. Peygamber (sav):

            ─Bırak onu! Zira o (yüksek sesli zikir yapan) Allah için çok ah eden bir kimsedir.”

            Bu hadisin benzeri, İbn-i Diri ve Zülbecadeyn (ra) Hazretleri’nin hadisleridir ki bunlaru Beyhaki rivayet etmiştir.

            İmam Suyuti (ra) Neticetül Fiker isimli kitabında şöyle diyor:

            “Allah’a hamd seçilmiş kullarına selam olsun. Allah sana ikram etsin. Sofilerin adet ettikleri üzere mescitlerde zikir halkaları kurmaları ve yüksek sesle zikir yapmaları mekruh mu, değil mi?” diye soruldu.

            Cevap;

           Bunda mekruh olmayı gerektirecek bir şey yoktur. Zikrin yüksek sesli olmasının güzel bir şey olduğunu ifade eden çok hadis-i şerifler varid olmuştur. Çok hadiste zikri gizli yapmanın güzel olduğu anlatılmıştır. Bu iki hadislerin bir araya getirilmesi şöyle olur:

            Zikrin gizli veya açık olması; hallerin ve şahısların durumuna göre değişir. (Fetavayı Ömeriye S. 43,44)

Size amellerinizin en hayırlısını ve melik (olan Rabb)’inizin katında en sevaplı olan ve derece bakımından en yüksek hem de altın ve gümüş sadaka dağtmanızdan, (Allah’ın dini için cihat edip İslam) düşmanlarının boyunlarını vurmanızdan size daha hayırlı olan ameli haber vereyim mi? Sahabe;

            ─Ver Ya Rasulallah! deyince,

            Hazreti peygamber (sav);

            ─Zikrullahtır” buyurdu.” (Tirmizi)

Zikrin faziletine ve Allah katındaki kıymetine dair Hz. Muaviye’nin Peygamber (sav) Efendimiz’den naklettiği Hadisi Şerif’te şöyle bahsedilmektedir:

            “Bir gün Peygamberimizin zevcesi Ümmi Habibenin evine geldim. Allah’ın Resulü de geldi. Biraz sohbetten sonra, alnından pırıl pırıl nur tanesi indi, benzi sarardı, beyazlaştı. Ondan sonra gözünü açtı. Kız kardeşim Ümmi Habibe terlerini sildi. Terini kurutmak için ateşe götürdü. Ateş ne terini kuruttu, ne de mendilini yaktı. Odanın içi Miski Amber gibi kokuyordu. Acele yürüdü. Ben de arkasından yürüdüm. İçlerinde Selman-ı Farisi’nin(ra)’de bulunduğu Ashab-ı Suffe’nin olduğu yere geldi. Dört yüz kişi kadar vardı. “İllallah İllallah” diye tesbih ediyor, zikrediyorlardı.

Rasulullah (sav) Hz.leri şöyle buyurdular:

            ─Allah için size and veririm, yemin ederim, ne yapıyorsunuz?

            Onlar da:

            ─Allah’ı (cc) zikrediyoruz. “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hz. Allah” diyoruz. Ya Rasulullah! Maksadımız O’nun rızasıdır. Bizi karadaki, denizdeki mahlûklar gibi değil; en güzel şekilde “Ahseni Takvim” olarak yarattı. Habibine ümmet eylediği için biz onu tesbih ediyoruz, dediler.

            Rasulullah (sav) Efendimiz:

            ─Size, zikrullahın değerini anlayın diye yemin vererek söyledim. Şimdi Cebrail kardeşim geldi. Cenab-ı Allah meleklere şöyle hitap ediyor:

            “─ (Ey meleklerim!) Görüyor musunuz bu kullarımı? Onlar katımda sizden çok sevimlidir.) Melekler cevaben:

            ─Ya Rabbi! Biz sana hakkıyla zikredici şükredici değil miyiz? der.

            Allah-ü Teâlâ Hz.leri;

            Evet! Sizler bana şükredicilersiniz. Fakat onların zikri bana daha hoş geliyor. Onların kalbine nefis verdim, mal sevgisi, makam sevgisi, evlat sevgisi, her türlü sevgiyi verdiğim halde; kalplerindeki sevgileri tevhid nuruyla attılar. Masiva kalmadı kalplerinde. Nazargahım kalpleri oldu.

            Yere göğe sığmam, mümin kullarımın kalbine sığarım.

            Onlar benden rızamı istiyorlar. Onun için sizden çok üstündür, buyurdu”.

            O halde devam ediniz. Ben üzerinize rahmetin indiğini gördüm ve size ortak olmak istedim, buyurdular. (Taberani)

            Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;

“Allah-ü Teâlâ buyuruyor ki;

            ─Ben kulumun zannı (ne ise) ona göreyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer (kulum) beni kendi kendine zikrederse; ben de onu kendi zatımda zikrederim. Eğer kulum beni cemaat içerisinde zikrederse; ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim.” (Buhari, Müslim,)

            Rasulullah (sav) Efendimiz bir başka hadisi şeriflerinde;

           ─(Ey ashabım!) Eğer cennet bahçelerine uğrarsanız; o (bahçelerde) çok kalın.

          Sahabeler sordular:

            ─Ya Rasulallah cennet bahçeleri nerelerdir?

Rasulullah Efendimiz buyurdu ki;

            ─Zikrullah Halakalarıdır. (Tirmizi )

Her kim ki, cemaatle sabah namazını kılar, (namazdan) Sonra güneş doğuncaya kadar (cemaatle veya tek olarak) zikrullah yapar, bundan sonra da iki rekât namaz kılarsa; onun için tam bir hac ve umre sevabı vardır. Tam bir hac ve umre sevabı vardır. Tam bir hac ve umre sevabı vardır. (Tirmizi)

            Muaz Bin Cebel (ra) şöyle anlatıyor:

Son konu?mamyzda Hz. Peygambere (sav);

            ─Ey Allah’ın Rasulü! Allah-ü Teâlâ katında amellerin en şereflisi hangisidir? diye sordum.

            ─Dilin, Allah’ın zikrinden dolayı yaş olduğu halde ölmendir, buyurdu. (H.Sahabe)

Cabir (ra) ?öyle anlatyyor:

            Bir gün Medine mezarlığında bir ateşin yanmakta olduğunu görerek oraya gittik. Hz. Peygamber (sav) yeni açılan bir kabre girmişler, orada bulunanlara;

            ─Cenazeyi bana uzatınız, buyurdu.

            Onu ayakları tarafından Hz. Peygamber (sav)’e uzattılar. Sonradan bu kişinin yüksek sesle zikir yapan bir sahabe olduğunu öğrendim.(Ebu Davud,)

            Abdullah Zulbacadeyn denilen mübarek sahabe daima yüksek sesle zikrullah yapardı. Bir gün Hz. Ömer (ra) onun hakkında;

            ─Acaba riyakârlık mı yapıyor? dedi.

            Hz. Peygamber de (sav):

            ─Hayır! O yanık halde Allah’a yalvaran birisidirbuyurdular. (Riyazüs-salihin.)

            Abdullah bin Amr (ra) der ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

            “Tesbih Sübhanallah; mizanın yarısını, Elhamdülillah; ise tamamını doldurur. La İlahe İllallah sözüne gelince; onun sevabı hiçbir maniye takılmadan doğruca Allah’a gider.” (Tirmizi)

            Cabir (ra) demiştir ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

            “Zikrin Faziletlisi  ‘La ilahe İllallah’ (demek) tir. Duaların en faziletlisi ise ‘Elhamdülillah’ demektir.” (Nesai)

            Abdullah Baba(ks), ayetler ve hadisler ışığında Allah’ı (cc) zikreden bir kul idi. Hiçbir zaman Kur-an ve Sünnet yolundan çıkmaz, usul ve adaba riayet ederdi. Sabah namazını eda ettikten sonra, güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikir ile meşgul olurdu. İkindi namazından sonra da, kerahat vakti çıkıncaya kadar yine zikir ile meşgul olur; şu hadisi şerifi okurlardı:

            “Yemin ederim ki! Sabah namazından sonra Allah’ı (cc) zikreden bir toplulukla oturmam, ( ve onlarla ) zikretmem; benim için Hz. İsmail (as)’ın soyundan bir köleyi âzat etmekten çok daha hoştur. Ve yine yemin ederim ki! İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar Allah (cc)’ı zikreden bir cemaatle oturmam; bana dört köle âzat etmekten daha sevgilidir.” (Ebu Davut)

Fahri Kâinat Efendimiz (sav) Hz.leri şöyle buyuruyor;

            “Rabb’ini zikreden ve zikretmeyen kişilerin misali; diri ile ölü gibidir.” (Buhari)

Rabbini zikreden diri, zikretmeyen ise ölüye benzetilmiştir.

            Ebu Hureyre Hz.lerinden şöyle nakledilmiştir;

            Hz. Peygamber (sav) buyurdu ki:

            ─ Müferridler (derece olarak) herkesi geçti.

            Sahabeyi Kiram sordular:

            ─ Ya Rasullallah Müferridler kimlerdir?

            ─ Allah’ı çok zikreden erkekler ve hanımlardır.(Müslim)

           Ebu Said el Hudri (ra) derki;

            Bir gün Hz. Peygambere (sav);

            Kıyamet gününde, Allah katında derece bakımından insanların en üstünü kimdir? diye soruldu.

            ─ Allah’ı çok zikredenlerdir” cevabını verdiler.

            Bunun üzerine:

            ─ Ey Allah’ın Resulü! Bunlar Allah yolunda savaşanlardan da üstün müdürler? diye sordum.

            ─ Allah yolunda savaşan kişi, elindeki kılıcı parçalanıncaya ve kendisi de kana boyanıncaya kadar kâfirlere ve müşriklere kılıç sallasa, yine de Allah’ı çok zikredenler derece bakımından daha üstündürler, buyurdular.(Tirmizi)

           Ebu Said El Hudri (ra) Hazretleri, Hz. Peygamber(sav)’in şöyle buyurduğunu nakleder:

            Kıyamet günü Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur:

            ─Mahşer halkı (elbette) kerem ehli olanları bilip tanıyacaklardır”.         Denildi ki:

            ─ Kerem ehli kimlerdir Ya Rasulullah?

             Buyurdu ki:

            ─ Zikir meclislerinin ehlidir. (İmam Ahmed.)

İbn-i Abbas (ra)’dan, Hz. Peygamber (sav) buyurmuşlardır ki:

            “Üç kişi iblisin ve askerlerinin şerrinden masumdur. (iblis onlara zarar veremez) Gece gündüz Allah’ı çok zikredenler! Seherlerde istiğfar edenler! Allah korkusuyla ağlayanlar!”(Ramuzul Ehadis)

            Peygamber (sav) Efendimiz;

            “Zikrullahı çoğaltın. Hatta öyle ki; size deli desinler”(İbn-i Habban)

            “Ey inanlar! Allah’ı çokça zikredin. Ve Onu sabah akşam tesbih edin. Sizi karanlıktan aydınlığa çıkarmak için üzerine rahmet gönderen O’dur. Merhametlidir.” (Ahzap /41,42,43)

            “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi zikirden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafıkun /9)

            “Her kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, (Rabbin) Onu git gide çetin bir azaba uğratır.” (Cinn /17)

Allah-ü Teâlâ Hazretleri ayet-i kerimesinde;

          “Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin zikredilmesine engel olan ve o yerlerin (mescitlerin) harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır? Aslında bunların o yerlere (mescitlere) korkarak girmeleri gerekir. Bunlar (Allah’ı zikre mani olanlar) için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.” (Bakara /114) buyurmaktadır.

            Peygamber (sav) Efendimiz ise hadis-i şeriflerinde;

            “Bir mecliste oturan topluluk Allah’ı zikretmeden, o meclisten ayrılırlarsa bir eşeğin leşinden ayrılmışlar gibidir. Zikrullah yapmadan ayrılan bir topluluk kıyamet gününde hüsrana uğrarlar.”(Buhari)

            Yukarıda bahsedilen hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere, cemaatle zikrullah yapmak çok önemli bir ibadettir. Öyle ki, “La İlahe İllalah” diye zikretmenin sevabı anlatılmakla bitmez. Zira Hz. Peygamber (sav) buyurmuşlardır ki;

            “Zikrin en faziletlisi La ilahe İllallah demektir.”

            Cemaatle zikrullah halkasına katılmayanlar pek büyük bir sevabı kaçırdıkları gibi, bundan başka büyük vebal altına girmiş de olurlar.

            Ebu Vakıd El Haris bin Havf (ra) demiştir ki;

“Muhakkak ki Rasulullah (sav) mescide insanlarla beraber oturuyordu (Allah’ı zikrediyordu) O esnada üç kişi (mescidden) içeri girdi. İkisi Rasulullah’a (sav) doğru geldi. Diğeri gitti. (O gelenlerden birisi) ön halakanın birinde bir boşluk buldu ve oturdu. Diğeri de (rahatsızlık vermemek için) arkalarına oturdu. Üçüncüsü de zaten arkasını dönerek çekip gitmişti. Rasulullah (sav) zikrullah bittikten sonra dedi ki;

            ─ Size şu üç kişiden haber vereyim mi?

            Birisi Allah’ a yüzünü döndü. Allah Teâlâ ona acıdı (ve affetti)

            Bir diğeri zahmet etmekten çekindi (arkaya oturdu) Allah Teâlâ da onu mağfiret etti.

            Sonuncusuna gelince (Allah’ı zikirden) yüz çevirdi. Allah Teâlâ da ondan yüz çevirdi.” (R.salihin)

            Enes Bin Malik (ra)’den Hz. Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmuşlar;

            “Yalnız Allah rızası için ihlâsla Allah’ı zikretmek kastıyla oturmuş hiçbir topluluk yoktur ki; semadan bir münadi (melek) onlara şöyle nida etmesin:

          (Haydi) mağfiret edilmiş olarak kalkın, muhakkak ki günahlarınız sevaba çevrildi.” (İmam Ahmed)

           Camilerde ve mescidlerde cehri (yani açıktan) ve yüksek sesle zikrullah etmek caiz midir? sorusuna fetva âlimleri şöyle cevap vermişlerdir:

            Kerahat dahi olmadan caizdir. (Ali Cemali Efendi Fetvaları)

            Fakih Ebul-Leys, Tenbihulgafilin isimli eserinde demiştir ki;

            “Mescitlerde zikrullah dışında sesi yükseltmek haramdır.”

            İmam Gazali, insanoğlunun tek başına Allah’ı zikretmesiyle cemaatin zikretmesini, tek başına ezan okuması ve cemaatin (birkaç müezzinin birden) ezan okumasına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: “Nasıl ki cemaatle ezan okuyan müezzinlerin sesleri havanın yoğunluğunu tek müezzinden daha fazla yarıyorsa; cemaatin zikri de kalbin üzerinde tesir ve kalın gaflet perdelerini kaldırmak bakımından tek kişinin zikrinden üstündür.” (İbn-i Abdin Terc)

            Ebu Said Hadimi Hz.leri El Berika kitabında buyuruyor ki:

          “Zikrin açıktan yapılmasına gelince onu bazıları men ettiler, diğerleri de caiz gördüler. Fakat Bezzaziye isimli fıkıh kitabındaki sözün neticesi Cevaz yönünün tercih edilmesi eserlerden ve fakihlerin kavillerinden muhalif olan yönün ise te’vil edilmesidir.”

           Ebussuud Efendi merhumun cehri zikir hakkında ki risalesinin neticesi ancak cehri zikri caiz kılmaktır. Ve mutlak şekilde onun (aşikâr zikrin) kılınmasıdır. İki tarafın delillerini birleştirmek ve tercih etmekle hususi bir risalede açıktan zikrin caiz oluşunu geniş bir şekilde anlatmış olduk.

         Aynı konu, Mecmuunnevazil ve Fetva ve Haniye ve Sigiyye ve Sagır ve Mültekit Ve Tecnis kitaplarında mevcuttur.

            Şu hususu da ilave etmek gerekir: Muhakkak ki hamamda yüksek sesle Kur’an-ı Kerim okumak mekruhtur. Hafi (gizli) sesle okursa mekruh olmaz. Yüksek sesle de olsa tesbih (Subhanallah) demek, tehlil (Lailaheillallah demek) mekruh olmaz. (Umdetülekrar kitabı).

            Necasetin bulunması ve avret yerlerinin açılması ihtimali varken bile hamamlarda yüksek sesle zikir caiz olur da, niçin mescitlerde yalnızken yüksek sesle zikir caiz olmasın? (Cami)

            Çoğu zaman olurdu ki; Nebi (sav) ashabıyla beraber zikirleri, tesbih ve tehlili yüksek sesle yapardı. (Bustanulen)

İMAM GAZALİ HAZRETLERİ;

Nübüvvet ve Risalet Hz Muhammed (sav)’de son bulduğu halde, mirası nübüvvet olan, velayet ve velayetin en yüksek kademesi olan kutbiyyet kıyamete kadar devam eder. Hadis-i Şerifte buyrulan; “El ulemai vereset-ün enbiya ve ulemâi ümmeti ke enbiyai Beni İsrail” buna işarettir. İmamı Gazali (ra) Hazretleri “el munkızu mineddalal” isimli eserinde şu izahatı yapmaktadır:

“Zahiri ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi Tasavvuf üzerine verdim. Yakinen anladım ki hak yolunda olanlar ancak Tasavvuf erbabı olan dervişlerdir. Onların iç âlemleri (kalpleri ), yolları ve ahlakları en güzel şekildedir. Eğer akıl, ilim ve hikmet sahipleri bir araya toplanıp da dervişler tarikatını değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir YOL BULALIM DİYE BİRLEŞSELER, MÜMKÜN DEĞİL BULAMAZLAR.”

            İMAM ŞAFÎ HAZRETLERİ;

Celaleddin-i Suyûtî Hazretleri’nin, ‘Teyidü’l Hakikati’l Aliyye’ adlı eserinin on beşinci sayfasında der ki:

-Sofiyye ile sohbetim esnasında kendilerinden üç şey istifade ettim:

  1. Zaman bir kılıçtır o seni keser.
  2. Kendini hakla meşgul etmezsen batıl seni istila eder.
  3. Kendine hiçbir varlık isnad etmemek erbab-ı ismetten olmak demektir.

FAHREDDİN-İ RAZİ HAZRETLERİ

Herat’da 606 hicrî tarihinde vefat eden müfessir İmam Fahrüddin-i Razî Hazretleri; ‘Müslimlerle Müşriklerin İtikadları’ adlı eserinin sekizinci bâbında sofiyye ahvalinden bahsederken der ki:

‘İslamî fırkalar arasında sofiyyeyi zikretmemek hatadır.

Zira sofiyye sözlerinin hülasası şudur:

Allah’ı bilmenin yolu kalbin masivadan tasfiyesi ve alâik-i bedeniyyeden tecerrüddür. (bedeni alakalardan sıyrılmaktşr.) Bu ise güzel bir yoldur’.

İMAM FAHREDDİN-İ RÂZÎ (KS) Tefsir-i Kebir’inde Fatiha suresindeki: “(Ya Rabbi) Bizi, o kendilerine nimet verdiğin mesutların yolu olan doğru yoluna hidayet eyle.” (Fatiha; 5-6)  ayet-i kerimesinde: “Bir kimsenin ancak bir mürşidi kâmile teslim olup manevi dairesine girmek suretiyle, kendilerine nimet verilen kişilerin doğru yoluna hidayet olabilir.” diye işaret ettiğini söylemiştir.

İMAM NEVEVİ HAZRETLERİ

İmam-ı Nevevî Hazretleri, ‘el-Makâsıd’ adındaki eserinde der ki:

‘Tarik-i tasavvuf’ta beş asıl vardır.

  1. Zahir ve batında takvayı şiar etmek.
  2. Sözlerinde ve işlerinde Sünnet-i Nebevî’ye uymak.
  3. İkbal ve idbar zamanında halktan bir şey beklememek.
  4. Az olsun.
  5. Ferah ve sıkıntı zamanında Hakk’ı düşünüp O’na rücû’ edebilmektir’.

MUHADDİS AHMED B. HACER HAYSEMİ (KS) HAZRETLERİ;

Fetava-i Hadisiye isimli eserinde şöyle buyurmuştur: “Hülasa olarak Allah-u Zülcelal’e süluk eden şahıs için en güzel yol, bu söylenenlere vasıl olmak için, bir tabib-i azam olan mürşid-i kâmile tabi olup, tedavisinin altına girmektir.”

 

 

 

HÜCCET-ÜL İSLAM İMAM GAZALİ (KS) HAZRETLERİ;

Sufiyyeye dâhil olmanın ve onlarla beraber bulunmanın, farz-ı ayn olduğunu söylemiştir. (Şerh’ul Hikem li İbn Uceybe;1/7)  Çünkü hiçbir kimse kusurlardan ve manevi hastalıklardan beri değildir. Yalnız bu durumdan peygamberler hariçtir, manevi hastalıklardan ve kusurlardan kurtulabilmek için mutlaka bir mürşid-i kâmile teslim olup intisab etmek gereklidir, demektedir.

4 HAK MEZHEBİN iMAMLARI TASAVVUF’A GİRMİŞLER MİDİR? 

Dört büyük mezhebin kurucusu olan imamların bizzat kendileri, çağdaşı olan şeyhlerin tarikatına dahil olmuşlar mı? Ferdî veya toplu zikir meclislerinde onlarla bir arada bulunmuşlar mı? Teveccüh ve mukabele ile yapılan niyaz merasimlerine katılmışlar mı? Tasavvuf ve tarikat büyüklerine karşı mütevazı bir tavır takınıp onlara karşı saygı ve hürmet göstermişler midir?

CEVAP;

Mezkûr imamların hepsi de bir şeyhe intisap etmişler ve ondan ma’nen feyz almışlardır.

Nitekim İmam-ı Azam Hazretleri, vefatlarından iki sene önce kendi öğrencilerinden birine intisap ederek tarikat yoluna dahil olmuş, vefat ederken de: «Son iki senem olmasaydı helâk olurdum» buyurmuştur.

İmam Şâfi’î Hazretleri ise, aslen ümmî, fakat gönlü ilm-i ledünni ile dolu Şeybân-ı Râ’î Hazretleri gibi bir zatın önünde, anasının dizi dibinde oturan bir çocuk gibi mütevazı bir tavır içinde bulunur ve teveccüh için beklerdi. Hatta İmam-ı Hanbelî Hazretleri:

—Ya İmam-ı Şâfi’i! Şeybân-ı Râ’î gibi bir ümmiye karşı niçin bu kadar tevazu gösteriyorsunuz?» diye sorduğunda O:

—Ya İmam-ı Hanbelî! Bizim ilim ve iman konusundaki sözlerimiz bu zatta fiilen yaşanılan bir hâl ve davranış şeklinde tezahür etmiştir» diye cevap vermiştir. Hatta İmam-ı Hanbelî Hazretleri, imtihan etmek ve ilmî seviyesini ölçmek maksadıyla Şeybân-ı Râ’î Hazretlerine, fıkhın en çetrefilli meselelerinden birkaç soru sormuş, aldığı pek ince ve nükte dolu cevap karşısında hayret etmekten kendini alamamış ve düşüp bayılmıştır. Bu hâdiseden sonra da İmam-ı Şâfi’î ile birlikte Şeybân-ı Râ’î Hazretleri’nin zikir ve sohbet meclislerine katılmışlar, diğer âlim ve öğrencilerine de süfiyye meclislerine devam etmelerini tavsiye buyurmuşlardır. İmam-ı Azam Ebu Hanife rahmetullah aleyh’in vefatından iki sene önce sûfiyye yolunu benimseyerek talebelerinden birine intisâb edip ondan tarikat aldığı, vefâti esnasında da «Ömrümün son iki senesi olmasaydı Nu’man helâk olurdu» sözleriyle de bunu vecizeleştirdiği ve ölümsüzleştirdiği bilinmelidir.(Mektûbât-i Rabbani)

“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk” (Maide/48) sadakakallhulazim

“Hamd Âlemlerin Rabbi” bütün övgülerin ve kemal sıfatların sahibi âlemleri yoktan var eden yaşatan ve kemale erdiren Rahman ve Rahim olan bütün rızıkları veren, ahirette kendine iman edenlere rahmetini tahsis eden, din gününün maliki, mükâfat ve mücazat gününün sultanı Allah’a (c.c.) mahsustur. Her türlü hayır dua salât ve selam Allah’ın sevgili kulu, peygamberlerin efendisi Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa’ ya(s.a.v) ve onun tertemiz aile efradına ve kıyamet sabahına kadar ona ittiba edenlerin üzerine olsun.

Cenab-ı Hak Ayeti celilesin de buyurduğu üzere velayet kapysını açarak, Kur’an ve Sünnet sancağını peygamber varisi mürşid-i kâmillere emanet etmiştir. Onları Ümmeti Muhammed’e önder ve rehber kılarak feyiz ve nur kaynağı yapmıştır. Yüzyıllar boyunca nice mürşid-i kâmilin manevi hilafetinde dalgalanan bu nurlu sancak Üstadımız Cennet Mekân Abdullah Gürbüz (ks) Aziz Hazretlerine kadar ulaşmış, O’nun manevi feyz ve bereketiyle bütün dünyayı aydınlatmış ve aydınlatmaya devam etmektedir.

“Bana yönelenlerin yoluna uy sonra dönüşünüz banadır” 

Şunu doğru anlamak gerekir ki ehli tasavvuf mürşid-i kâmil deyince gerçekten kendisine uyulmaya layık bir Allah dostunu kasteder. Gerçek mürşid, ahlakı hamide ile muttasıf, takva ve edebde zirvedir, nur ve feyiz sahibidir. İnsan terbiyesinde ehliyetli ve irşad işinde izinlidir. Hz. Peygamber (S.A.S.)’in vârisidir.

 Aşk Eri HAZRETİ MEVLANA’MIZ;

“Eğer âhir zaman âfetlerinden, fitnelerinden kurtulmak istiyorsan hiç gecikmeden, hiç vakit kaybetmeden onun eteğini yakala. O bu âlemden ölü ve ancak Allah ile diri olan bir kuldur ki Allah’ın gölgesi gibidir.”

Dolayısıyla Mürşidi Kâmilden bi haber yaşamak, böyle bir cemaatten uzaklaşmak ve dini yalnız başına yaşamaya çalışmak çok zordur.

Çünkü Allah-ü Teâlâ Hz.leri; “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” (Enbiya/7) buyurmuştur. Bir Mürşidi kâmile tabii olup, onların irşad ve işaretlerine göre özümüzü, sözümüzü ve davranışlarımızı düzenlemek şer-i şerife uygun, güzel ve herkes için lüzumlu bir husustur. Rasulullah (sav) bir hadis-i şeriflerinde; “Aklı başında ve kâmil olan kimselerden, doğru yolu göstermelerini isteyiniz ki doğru yolu bulabilesiniz. Onları dinleyin, söz ve nasihatlerine uyun. Gösterdikleri yoldan dışarı çıkmayın. Aksi halde pişman olursunuz”, buyurmuştur. Tasavvuf, topluca tövbe etmek, birlikte zikretmek, şeytana ve avenesine karşı birleşmek, hak için birbirini desteklemek ve cemaat halinde Allah yolunda yürümektir. Cenab-ı Hak Ayeti kerimesinde; “Va`tasımu bi hablillahi cemian ve la teferraku” Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ayrılığa düşmeyin buyuruyor, Efendimiz (SAV)’de hadis-i şeriflerinde;“Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberinin (a.s.m.) sünnetidir.”buyurmuşlardır. Allah dostu Mürşidi kâmiller bu iki şahit üzerine kurdukları bu münevver yolda nice asi mücrimleri iman, İslam ve aşk değirmeninde öğütüp Allah’a dost olmalarını sağlamışlardır, Efendimiz (SAV)’in; “Sizin en hayırlınız kulları Allah’a, Allah’ı da kullarına sevdirendir” hadis-i şerifi gereği yaşarlar.  Onlar “TABİBÜL KULÛB” dür. Kalp doktorlarıdır. Onulmaz hastalıklara şifadır. AŞK ERİ Mevlana’mız öyle diyor;

“Bizim delilimiz, Celil olan Allah’ın vahyidir.

Hastalığı ilham ile anlarız. Biz kimseden de tedavi ücreti istemeyiz.

Ücretimiz noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tandır.

Onulmaz hastalıklara tutulanlara salâ!

Ey onulmaz hastalıklara tutulanlar koşun buraya! Bizim ilâcımız hastalara birebirdir.”

Nübüvvet ve Risalet Hz Muhammed (sav) de son bulduğu halde mirası nübüvvet olan velayet ve verasetin en yüksek kademesi olan kutbiyyet kıyamete kadar devam eder. Hadis-i Şerifte buyrulan; “El ulemai vereset-ün Enbiya ve ulemâi ümmeti ke enbiyai Beni İsrail” buna işarettir. İmam-ı Gazali (r.a.)Hazretleri “el munkızu mineddalal” isimli eserinde şu izahatı yapmaktadır:-“Zahiri ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi tasavvuf üzerine verdim. Yakinen anladım ki, hak yolunda olanlar ancak tasavvuf erbabı olan dervişlerdir. Onların iç âlemleri (kalpleri ), yolları ve ahlakları en güzel şekildedir. Eğer akıl, ilim ve hikmet sahipleri bir araya toplanıp da dervişleri tarikatını değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir YOL BULALIM DİYE BİRLEŞSELER, MÜMKÜN DEĞİL BULAMAZLAR.”

Tasavvuf öğretisine göre, gökteki yıldızlar gibi bu Ümmetin kandilleri, Hakikat Âlimi olan Mürşid-i Kamillerdir. Mürşidler Tarikat-ı Aliyye’nin en büyük uzvudur. Çünkü onlar Varis-i Enbiyadırlar. Bunlar; Allah’ı unutmaksızın daima zikredip duran, nimetlerine karşı nankörlük etmeksizin şükreden, emirlerine karşı isyan etmemek sureti ile itaat eden, gücünün yettiği kadar dinin prensiplerini yaşayıp yaşatan, her iş ve amelde adaletten ayrılmayan, kınayanın kınamasından korkmayan insanlardır. Bu özellikleri ile görüldükleri yerde Allah’ı hatırlatan bir işaret levhası ve dinin hükümlerini koruyan köşe taşıdırlar. Bu ümmet Allah Teâlâ’nın Muradı olan bir ümmet olması münasebeti ile bu ümmete Müslüman ismini vermiş, din olarak İslam’dan razı olmuş, Peygamber olarak âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed (sav)’i seçmiştir. Bütün bunlar O’nun bu ümmete olan şefkat ve merhametinin tezahürüdür. Üstadımız bir sohbetlerinde, Allah Teâlâ’nın bu ümmete olan şefkat ve merhametinden bahsederek buyurdu ki:

            Peygamber Efendimiz (sav) çok müteessir olduğu bir gün:

            Ya Rabbi! Beni, insanlara ve cinnilere Peygamber kıldın. Ömrüm kısadır, ümmetimin ömrü de kısadır. Ümmetim günahkârdır. Ümmetin ahir zamanda yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların hali ne olacak?, diye ağladı.

            Cenab-ı Allah O’nun yakarışına, derhal Cebrail (as)’ı yolladı. Cebrail (as):

              Allah’ın selamı var ya Muhammedül-Mustafa. Senin ümmetinin âlimleri, şeriatla amel edip, Tarikata sülûk eden, ihlâslı, takva olan âlimlerdir ki, bunlar senin varislerindir. Verasetül-Enbiyadır. Bunlar Beni İsrail Peygamberlerinin muadilidirler. Onlar senin ümmetini irşad edecekler. Cennetle müjdeleyici, cehennemle korkutucu olacaklar, deyince, Peygamber Efendimiz (sav):

            ─Elhamdülillah, Elhamdülillah, Elhamdülillah.

            Seyr-i Sülûkünü tamamlayıp, Allah Teâlâ’nın zâtında değil, sıfatlarında fani olan Mürşid-i Kamiller, sadece Peygamber Efendimizin (sav) varisi olurlar. Diğer şeyh ve Mürşitler hata yapıp, nefislerine uyabilirler. Mürşid-i Kamiller ise, asla hata yapmaz. Çünkü Peygamber Efendimizin (sav) ya Velayet nuru ile ya da Veraset nuruyla muhafaza olunurlar.

            Mürşid-i Kamile bir Peygamber gibi vahiy gelmiyor. Ve bir Peygamber gibi vahiy teminatı altında da değildir. Bundan kasıt, bir Peygamber gibi mucize ortaya koymak mecburiyetinde görülemezler. Bununla beraber onlar Allah’ın ordularından bir ordudur. Allah’ın orduları ise, O’nun bilgisi dâhilindedir. Nitekim:

            “Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Ve o insan için ancak bir öğütten ibarettir.” (Müddesir /31) buyurulur.

            Bazı bilginlerin açıklamasına göre ‘Rabbin Orduları’ndan maksat; bunlar Allah’ın Velilerinden oluşan topluluktur. Asırlardır onların İslam toplumundaki şerefli yerini ve faziletlerini, gerçek ilim adamlarından kimse inkâr etmemiştir. Rabbimiz (cc) buyurur ki:

            “Dikkat ediniz! Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar” (Yunus /62)

Öyleyse, kendini boş şeylerle oyalama. Bu yolun yol kesicilerine takılarak, gerçek saâdetten mahrum olma. Bilgisi kendisine fayda sağlamayan, İslam’ın edeb kültüründen mahrum ve nasipsiz kimselerin telkinleri seni oyalamasın. Faziletine inandığın bir mürşidin himmetine erişmek için acele etmelisin.

            Peygamberler ile (Allah cümlesine salât etsin) Evliyaullah’ın meslekleri aynıdır. Aralarındaki tek fark, Peygamberlerin ihtisas sahibi olmaları, delil ve hüccet getirmede mucizeye kadir olmaları ile Evliyaullah’ın onlara bağlı bulunmalarıdır. Nasıl ki peygamberlerin yolunu kesen yol kesiciler varsa, Allah dostlarının kapısına giden yolu kesenler de eksik olmayacaktır. Mevlana Halid el-Bağdadi (ks) der ki:

            “Kalb ehli tarafından gözetilmek isterseniz, inkâr ehlinin sözlerine kulak asmayınız. Allah (cc)’un bir kulundan yüz çevirdiğinin alametlerinden biri de, O kulun velilerin haysiyet ve şereflerine dil uzatmasıdır. Bu söz büyüklerin kelamıdır. Kim velilerin aleyhinde konuşulan sözlere kulak verirse, o da onlardan sayılır.”

            Yeryüzü kıyamete kadar Allah’ın evliyası ile şereflenecektir. Evliya, Velinin çoğuludur. Veli ise, araya isyan karışmamak üzere taatı devam eden kimsedir. Bir başka manada ise Veli; kendisine Allah’ın ihsanı aralıksız olarak devam eden kimsedir. Bir kimsenin hakikatte Veli olabilmesi için, bu iki vasfın gerçekleşmesi lazımdır. Peygamber nasıl masum ise, Velinin de Allah tarafından korunmuş olması lazımdır. (Reddü’l-Muhtar )

            Mürşid-i Kâmil olan zâtlar hakkında söylenmesi gereken söz; onların vasıflarının Allah Teâlâ’nın koruması altında olduğunu kabul etmektir.

            Mürşid-i Kamiller Allah’ın yeryüzündeki eminidirler. Onlarla beraberlikte çok hayır ve bereket vardır.

            “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” (Tövbe/119)

       Mürşid-i Kamiller kalp mütehassısıdırlar. Kötülüğü emreden nefsin hile ve desiselerine karşı geliştirdikleri metodla, kalpleri tamir etmede Allah onlara kabiliyet vermiştir. Sen, dinin emrettiği farzları, vacibleri ve diğer hususları, bir fıkıh âliminden alıp öğrenebilirsin. Mesela İslam akaidini bir kelam âliminden ya da İlm-i Kelama ait bir eserden öğrenebilirsin. Ama kalbinde oluşan fırtınaları, Kamil bir Mürşidin vereceği bir reçeteyle durdurabilirsin. Alimlerin ihtisas alanları değişik değişiktir. Nasıl ki kalp doktoru, ameliyat doktorunun sahasına karışmazsa, bilginler de, kendi ihtisas alanlarını aşan hususlara girmezler. Girmemelidirler. Çünkü bu Fizik ilmi değildir. Din ilmidir. Bu bakımdan, asrın getirdiği birtakım tereddütler, kalplerde olumsuz etkiler meydana getirmektedir. Bu tereddütleri gidermek için, mutlaka bir mürşide ihtiyaç vardır. “Efendim böyle bir zamanda bunlara ne gerek var!” denilemez. Gerçek saâdete, ilim ve amel bütünlüğü ile ulaşılır. Bu bütünlük, kalpte gelişmedikçe, bedene tesiri olmaz. Öyleyse, vasyflarını belirttiğimiz Mürşid-i Kamillere giderek, bu ihtiyaç giderilmelidir.                             

 “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim Ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”(Fetih/10)buyurmuştur.

Allah-ü Teâlâ Hazretleri’nin seçkin kullarından ve peygamber varisi dostlarından biat almış hakiki manada yetkili ve etkili bir üstadın manevi terbiyesine giren kişiye Allah’a dostluk davetiyesi verilmiştir. Bu öyle büyük bir devlettir ki üstadının şahsi maneviyyesi ve indi ilahiyyede ki değeri hürmetine nihayeti Allah’a ve Resulüne vuslattır. Elhamdülillah. Koca cihan sultanı Sultan Selim Han(Rahmetullahi aleyh)anlamış da ; ‘’Kâinata sultan olmak bir kuru sevda imiş, bir mürşidi kâmile bende (müridi) olmak her şeyden evlâ imiş ‘’ demiştir.

Bir gün sahabelerden biri Hz. Peygamber’e şöyle diyor:

Ey Allah’ın Resulü Seni o kadar çok seviyorum ki hep yanında kalmak istiyorum, eve gidince Seni özlüyorum ve Sana geliyorum. Düşündüm ki yarın ben de öleceğim Sen de, ben cennete girsem bile Sana nasıl ulaşabileceğim, Sen nebilerle beraber yüksek makamlarda olacaksın, orada Seni görmemek yanında olamamak, endişesi beni çok düşündürüyor ve çok üzüyor.’

Resulullah, ona o an herhangi bir şey söyleyemiyor, daha sonra şu ayet iniyor:

‘Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!’ (Nisa, 69)

Bu ayetin inmesinden sonra Allah’ın Resulü o sahabeye, yukarıdaki hadiste ifade edilen, ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir’ müjdesini veriyor. Ebu Hureyre diyor ki: ‘Hiçbir şey bu hadis kadar sahabeleri mutlu etmemiştir.

Başka bir gün başka bir sahabe, ‘Ey Allah Resulü kıyamet ne zaman kopacak?’ diye bir soru soruyor, bunun üzerine Resulullah da ona, ‘Sen kıyamete ne hazırladın? diye sorar. Sahabe, ‘Vallahi, Allah ve Resulü’nü sevmekten başka hiçbir şeyim yok.’ şeklinde cevap verir ve Allah Resulü de ona ‘Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın.’ buyuruyor.

İnşaallah öyle ümid ediyoruz ki bizlerde bu hadisle de anlaşılıyor ki, insan dünyada kimi severse ahirette de onunla beraber olur. Elhamdülillah Allah dostu büyük bir evliyayı seviyoruz ona bağlıyız onun gösterdiği şekliyle bıraktığı mirasa sahib çıkıyoruz ve inşaallah yarın mahşerde Onunla beraber Muhammed-ül Mustafa’nın (SAV) sancağı altında hep beraber olacağız.

Cabir (ra) demiştir ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

         “Zikrin en faziletlisi “La ilahe illallah” (demek)tir. Duaların en faziletlisi ise “Elhamdülillah” (demek)tir. (Nesai ve İbn-i Hıbban)        

           Ebû Said El Hudri (ra) Hz.leri demiştir ki;

            Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdular:

            Musa (as) (Cenab-ı Hakka) dedi ki;

            ─Ya Rab! Bana kendisiyle seni zikredeceğim ve sana dua edeceğim bir şey öğret.

            Hak Teâlâ buyurdu ki;

            ─La ilahe İllallah, de.

             Hz. Musa (as):

            ─  Ben, ancak bana mahsus olan bir şey istiyorum, dedi.

            Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

            ─Ey Musa, eğer yedi kat gökler ve yedi kat yerler terazinin bir kefesine “ La ilahe İllallah” sözü diğer kefesine konsaydı, “ La İlahe İllallah” sözü ağır basardı.”(Tergib – Nesai)

            Abdullah Bin Amr (ra) der ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu;

            “Tesbih (sübhanallah) mizanın yarısını, Elhamdülillah ise tamamını doldurur. “La İlahe İllallah”(sözüne gelince) onun sevabı hiçbir maniye takılmadan doğruca Allah’a gider.”(Tirmizi)

            Ebu Hureyre (ra)’den rivayet olunmuştur.

            Hz. Peygamber (as) şöyle buyurdular :

            “Bir kul ihlâsla“La İlahe İllallah” deyince derhal semaların kapıları açılır ve işlediği büyük günahlar yok olup (La İlahe İllallah) sözü arşa çıkar.”(Tirmizi).

 

      Hz.Peygamber’e Salâvat Getirmenin Faziletine Dair Bazı

Hadis-i Şerifler

 

            Ebu Derda (ra)’dan;

            Rasulullah (sav) Efendimiz buyurmuşlar ki;

            “Her Cuma günü bana çok selavat getiriniz. Zira muhakkak ki (getirdiğiniz) selavatlar meleklerce kaydedilir. (Benim ümmetimden) hiçbir kimse yoktur ki bana salât getirdiğinde, onun selatü selamı bana arz olunmasın! Ta ki salât bitinceye kadar.”

Ebu Derda (ra) şöyle diyor:

            ─ Vefatından sonrada mı Ya Rasulullah?

Hz. Peygamber (sav):

─ Muhakkak ki Allah (cc) , toprağa Peygamberlerin cesetlerini yemeyi (çürütmeyi) haram etmiştir.” (Tergip)

            Ebu Hureyre (ra) den:

            Rasulullah (sav) buyurmuşlardır ki;

            “Kim bana bir salâvat getirirse; Allah da ona on salâvat getirir.” (Yani O’na On misli rahmet ve bereket verir.) (Müslim)

            Ebu Hureyre (ra)’den:

             Rasulullah (sav) şöyle buyurmuşlardır:

            “Muhakkak (Ümmetimden) bir kul benim üzerime (salât) selam getirince derhal Allah (cc) onu (selamını) ruhuma iletir. Ve ben de onun selamına karşılık veririm.” (Tergib)

            Şehid-i Kerbela Hz. Hüseyin (ra) Efendimiz demiştir ki:

Hz. Peygamber (sav);

            “Cimri kimse; Ben yanında anıldığımda (ismim geçtiğinde) bana salâvat getirmeyendir” buyurdu. (Tirmizi)

            İbn-i Mesut (ra) demiştir ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

            “Muhakkak ki Allah’ın yeryüzünde dolaşan ve ümmetimin getirdiği salât ve selamlarını bana ileten melekler vardır.” (Tergib)

            Ammar bin Yasir (ra) den rivayeten:

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

            “Allah-u Teâla, benim kabrime vekil olarak, bütün mahlûkların seslerini işitebilen bir melek koyar. Ta kıyamet gününe kadar bir kimse bana salât getirdiğinde (O melek) derhal salâtı getirenin ve babasının ismini (Salatiyle beraber) bana iletir.

            Ve der ki:

            ─Bu falan oğlu falandır ve senin üzerine salât getirmiştir.”(Tergib)

            Hz. Peygamber (sav),bir sabah sahabelerinin yanına neşeli bir şekilde geldiler.

            ─Ey Allah’ın Rasulü! Sizi bu sabah çok neşeli olarak görüyoruz. Sebebi nedir?

Hz. Peygamber (sav) şöyle cevap verdiler:

            ─Evet haklısınız. Rabbimden bir elçi bana gelerek; “Ümmetinden sana, salâvat getirene Allah-u Teâlâ on hasene (sevap) yazar ve onun günahlarından on tanesini silerek onu on derece yükseltir. Ayrıca Allah-u Teâlâ ona, getirdiği salâvatın bir mislini getirir”, dedi.(Hayat-üs Sahabe ) 

            Ka’b bin Ucre (ra) şöyle anlatıyor:

            “Hz. Peygamber (sav) bir gün bize minberin etrafında toplanmamızı söylediler. Toplandığımızda da, minbere çıktılar ve bu sırada birinci, ikinci ve üçüncü basamaklara ayak bastıklarında “Âmin” dediler. Minberden indiklerinde;

            Ey Allah’ın Resulü! Bu gün, senden daha önce yapmadığınız bir şey işittik, dedik. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdular:

            ─Birinci basamağa ayak bastığımda Cebrail (as) gelerek, Ramazan ayına ulaşıp da bağışlanmayan kimse helak olsun!” dedi.

            Ben de; “Âmin” dedim.

            ─ İkinci basamakta da, yanında senin ismin geçtiği halde sana salâvat getirmeyen kimse helak olsun, dedi.

            Ben de; “Âmin” dedim.

            ─ Üçüncü basamakta ise; Ana babası ya da bunlardan birisi yanında yaşlandığı halde Cennet’e giremeyen kişi helak olsun, dedi.    Buna da: “Âmin” dedim. (Tabarani)

Günümüzde insanların kafasında bu noktada bazı şüphe ve soruları olmaktadır. Biz de meselenin aydınlanması için bu noktada kısa bir açıklama yapmayı uygun gördük. Evet, nasıl, ümmi Peygamber varsa ümmi Mürşid-i Kâmil de olur. Yeter ki bu zât sayılan vasıflara sahip olsun. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

          “Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!” (Araf /158)

         Burada şunu belirtelim ki; her insanın ilm-i halini öğrenmesi “farz-ı ayın”dır. Mesela; bir kişi, namaz, abdest ve nikâh gibi fıkıh meselelerini bilmeye mecburdur. Fakat bundan fazlası farz-ı kifâyedir. Öğrenmez ise mesul tutulamaz. Bu sebeple kimseye sen niye Arapça, fıkıh, ilm-i kelam öğrenmedin denilemez. Aynı şekilde bir Müslüman’ın içine düşmeyecek kadar gıybeti, hasedi, riyayı ve diğer kalp hastalıklarını öğrenmesi farz-ı ayındır. Fakat nefsi tamamen terbiye ve Allah’a vuslat yolu olan tarikata girmedi diye kimse de itham edilemez. En iyisi, insanları hem ilim öğrenmeye hem de tasavvuf yoluna teşvik etmektir.

            Son devirlerde kibir batağına saplanmış ve kalpleri kararmış bazı fasık âlimlerin evliyaullaha onlar cahilmişler biz ilme tabiiz diye hakaret ettiklerini görüyoruz. Allah bunlara hidayet eylesin, bilmiyorlar mı ki ilim ancak amel için öğrenilir. Öğrenip de amel etmeyenleri Yüce Rabbimiz kitap yüklü merkep olarak tarif etmektedir.(Cuma / 5) O halde, akıllı kişiye layık olan; kuru ilimle değil ilmi gönlüne sindire sindire yaşamaktır.

            Ayrıca unutulmasın ki sahabenin (Allah onlardan razı olsun) büyük çoğunluğu okuma yazma bilmezdi. Ancak yine sahabenin büyük çoğunluğu Mürşid-i Kâmil’diler. Daha sonra ki devirlerde ümmi pek çok Mürşid-i Kâmil gelmiştir.

            Şöyle bir nakille diğer bahse geçelim:

           Büyük hadis âlimi ve Halidiyye tarikatından Ömer Ziyaüddin (ks) Hz.leri’nin fetvalarında buyuruluyor ki; İmam Şafi Hazretleri (ra) Şeyban-ı Rai (ks) gibi ümmi bir kimsenin önünde, anasının önündeki sabi yavru gibi tevazu ile dururdu. Hatta İmam Ahmet bin Hanbel (ra) Hz.leri;

            ─Ya İmam Şafii, Şeyban-ı Rai gibi bir ümmi kimseye niçin bu kadar tevazu edersiniz diye sual ettiğinde İmam Şafii Hz.leri;

            ─Ey İmam Hanbel, bizim kâlimiz (yani söylediklerimiz) buna hal olmuştur, diye cevap vermiştir.

            İmam Şarani gibi bir büyük âlim de Aliyyü’l Havas Hz.leri gibi bir ümminin dervişidir. İmam-ı Şarani (ra) diyor ki; “Efendim Aliyyü’l Havas ümmi olduğu halde, kendisine sorulan ayetleri öyle tefsir ederdi ki o mecliste bulunan tefsir âlimleri hayretler içinde kalırlardı”.

            Ubeydullah-ı Ahrar, Ahmed Namık-ı Cami Ümmi Sinan (ks) gibi büyük pirlerde Ümmi Mürşid-i Kâmillerdendir.

            Efendimiz (SAV) ümmi idi o zaman ümmilik bizim anladığımız manadan çok daha farklı bir mâna ve hikmet taşıyor. Ümmül Kitab deniyordu Fatiha Suresine! Ümmül Kurâ deniyordu Mekke’ye. Kur’anın aslı Fatiha, şehirlerin aslı Mekke idi. Öze ait olmaktı Ümmî olmak! Oraya buraya aidiyet değil, özüne, gönlüne, hakiki boyuta ait olmaktı! Özüne dönendi Ümmî.

Ümmî olmak; her şeyiyle ümmete, Rasulullah’ın yoluna teslim olmaktı! Ümmî olmak; kalbi Allah diye çarpmak, nefesi Rahman kokmaktı!

Onun için ümmî. Topluluklar içinden seçilip süzülen kişi; Mustafa. Öne geçme deyince şimşek çaktı zihninde. Vakıa Suresindeki SÂBİKÛN=ÖNE GEÇENLER

Terzi Baba namıyla Anadolu’da yetişen büyük velilerden. İsmi Muhammed Vehbî’dir. Hayyât Vehbî diye meşhurdur. Terzi Baba’ya manevi hilâfet verilip, Allah-ü Teâlâ’nın kullarına, Allah-ü Teâlâ’nın dinini öğretmek ve mârifetullaha kavuşturmak vazifeleri verildikten sonra Terzi Baba’nın yüksek derecesi halk arasında duyulup, yayıldı. Herkes istifade etmek için ona geldi. Zamanla Terzi Baba’ya bağlı talebelerin sayısı günden güne arttı. Bu hâli çekemeyenler, onun hakkında dedikodu etmeye başladılar. “Ümmî bir cahilin başına bu kadar insan toplanmış. İlim olması lazım, ilim olmadan olmaz” diyorlardı. Hatta ilimden biraz nasibi olanlar da, bu gibi sözleri söylemeye başlamıştı. Bunun üzerine beldenin müftîsi, Terzi Baba’yı imtihan için davet etti. Maksadı ise, Terzi Baba sorulan suallere cevap veremeyince, cehaletini anlayıp, insanları irşâd, yol gösterme davasından vazgeçmesini temin etmekti. Terzi Baba, müftü efendinin davetini kabul edip gitti. Orada büyük bir ilim meclisinin toplandığını gördü. Müftü efendiye kendisini niçin davet ettiğini sorduğunda, müftü efendi ona; “Biz seni imtihan için davet ettik. Hakkınızda birçok dedikodu yapılıyor. Buna son vermek lâzım geldi. Şimdi bazı sualler soracağız. Siz cevap vereceksiniz.” dedi. Sonra Sıfat-ı sübûtiyyenin kaç tane olduğunu ve daha başka sualleri sordu. Terzi Baba büyük bir hakikati ortaya çıkarmak için; “Allah-ü Teâlâ’nın, bu şehirde yaşayanlara göre yedi, diğer beldelere göre sekiz tane sıfat-ı subûtiyyesi vardır. Bu beldeye göre Allah-ü Teâlâ’nın Subûtî sıfatları şunlardır: İlim, Semi’, Basar, İrade, Hayat, Kelâm ve Tekvin. Bu şehre göre Allah-ü Teâlâ’nın Kudret sıfatı yoktur. Çünkü bu şehir insanları Allah-ü Teâlâ’nın Kudret sıfatını inkâr etmektedirler. Eğer bu şehrin insanları Allah-ü Teâlâ’nın Kudret sıfatına inansalardı, Allah-ü Teâlâ bir ümmî kulunda, insanlara doğru yolu gösterme kabiliyetini yaratmaya kadirdir, derlerdi.” cevabını verir vermez, orada bulunanlar, Terzi Baba’nın ilm-i ledünnîye sahip, kâmil bir zat olduğuna kanaat getirip, ellerine kapanarak af dilediler. Ona gereken ikram ve hürmet gösterdiler.

İksiri Azamdır Sırrı Ehlullah

İksiri azamdır sırrı ehlullah
Haki gevher taşı kimya ederler.

Hakkın esrarına agâhtır onlar
Velâkin surete ihva ederler.

Bakma hakaretle derviş onlara
Köhne aba giyer arif onlara

Varisül enbiya denmiş onlara
Müjde gönülleri ihya ederler.

Emrahi halinle hali hal eyle
Kal ehlinden hemen infisan eyle

Mürşid eli bulda intisab eyle
Seni de Vasılı Mevla ederler.

ABDULLAH BABA (ks) HZ.LERYNDE  NAMAZ

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hazretleri ibadete çok hassasiyet ve itina gösteren bir zâttı. Efendi Hazretlerinin, namaz vakti gelince kıbleye yöneldiği sırada mübarek yüzünde bir renk değişikliği meydana gelirdi. O’nun namaza hazırlanışı, bizlere sanki Hz. Ali (kvc)’nin namazını hatırlatırdı. Ezan-ı Muhammedi okunurken ve kamet getirilirken müezzin;

“ Eşhedü Enne Muhammeden Rasulullah” şehadetine gelince, Cennet Mekân Üstadımız; “Ya Nuri Ayni Fi Hayati-d Dareyn-i Muhammed (sav)” -Ey iki cihanda gözümün nuru Muhammed (sav)- methiyesini üç kere okur, başparmağının tırnak üstlerini öper, göz kapaklarının üzerini mesh ederdi. (şahadet esnasında bu şekilde söylemek müstehaptır.)

Abdullah Baba (ks) Hz.leri, farz namazlarını cemaatle birlikte kılardı. (Cemaatle namaz kılmak tek başına namaz kılmaktan yirmi yedi derece üstündür). Ayrıca, “Kim cemaatle kılınan namazın iftidah tekbirine imamla birlikte kırk vakit yetişirse, ona iki beraat yazılır. Cehennemden beraat ve münafıklıktan beraat eder”, hadisi gereğince namazın iftidah tekbirine yetişmeye de özen gösterirdi. Namazını tam bir gönül açıklığı ile kılardı.

Namazda rükû ve secdelerin uzun yapılmasını, rükû ve secdelerde acele edilmemesi gerektiğini söyler, kendisi de söylediklerini aynen uygulardı. Namaz dua ile tamam olduktan sonra bizlere bazı açıklamalarda bulunurlar şöyle söylerlerdi:

“Sizler; namazınızı kıldıktan sonra, Kur-an’ı Kerim okuduktan sonra, diğer ibadet ve taatlarınızdan sonra yaptığınız ibadetin nuru alnınızda belirir. Şeytan-ı lâin bu nura yaklaşamaz. Bir vesile ile o nuru almak için size türlü türlü vesvese verir. Yalan söylettirir, gıybet ettirir ve nihayetinde o nuru sizden alır. Gıybet ettiğiniz kimselere gönderir.”

Namaz hususunda çok titiz davranır ve bizlere de;

“Namaza gevşek davranmayın, devamlı abdest alın. Namaz vuslattır. Allah’ı sevmeye, yönelmeye, kavuşmaya en yakın an namazdır. Nafile namaz kılarken istediğiniz sureyi okuyun! Ne kadar uzun okursanız o kadar makbul olur!

Eğer sizler de kıldığınız namazların, yaptığınız ibadetlerin sevabını Peygamber (sav) Efendimize, diğer peygamberlere ve Allah dostlarına hediye ederseniz; kıldığınız namaz arz olunur ve size yedi yüz misli sevap verilir. Siz vefat ettikten sonra size şefaat edilir. Cennet-i Ala’da sizleri kendi makamlarına çağırırlar, izzet ve ikramda bulunup şöyle derler;

“Allah senden razı olsun! Sen dünyada iken beni hiç görmediğin halde; bana yaptığın ibadetlerinin sevabını hediye ettin. Ben de seni ona karşılık makamıma misafir ettim. Buyur! Gönderdiğin sevap kadar buradan faydalan” derler.

Bu şekilde sevabını hediye ettiğin ne kadar mübarek zât var ise; hepsi tek tek çağırır, misafir eder. Sizler de inşallah buna dikkat edersiniz.

Namaz kılarken, nefis ve şeytan size çeşitli vesveseler verir. “Kapı açık mıydı? Arkadan biri mi geliyor? Veya (kadınlara) çocuğun üstü mü açıldı?” gibi…

O anda “Ben Rabb’imin huzurundayım” diyerek o vesveseyi engellemeliyiz. Namazda ayetleri kulağımızın duyacağı kadar sesli okursak muhakkak vesvese azalır. Şeytanı lâin size bir secdede, bir de dua anında vesvese veremez. Namazı kıldıktan sonra “Benim namazım olmadı” diye hüküm vermeyin. Namazınız sahihtir ancak derece derecedir.

Namazdan sonra yaptığımız tesbihatın önemine binaen Efendimiz (sav) Hz.leri’nin şu hadisi şeriflerini bizlere söylerdi:

─Ben size, sizi geçenlere erişebileceğiniz, sizden sonrakileri geride bırakacağınız ve sizin yaptığınızı yapandan başka hiçbir kimsenin sizden daha üstün olamayacağı bir şeyi öğreteyim mi? diye buyurur.

Bunun üzerine ashab:

─Evet, ey Allah’ın Rasulü (öğretiniz), derler.

Efendimiz (sav) de:

─Her namazın peşinden otuz üçer defa tespih (subhanallah), hamd (elhamdülillah) ve tekbir (Allah-u ekber) okursunuz, buyurdu. (Ebû Dâvud)

Abdullah Baba Hz.leri, günümüzde namaza karşı gerekli özen ve ehemmiyetin gösterilmediğini şöyle açıklarlardı:

Mekruh olan üç türlü namaz vardır;

Hamal Namazı:

 

Üzerinde necis olur bekletirse, “Namazımı kılayım da sonra ihtiyacımı göreyim” derse, bu şekilde namaz kılmaya; Hamal namazı “kubur var” derler.

Seha Namazı:

Sıkıştığı halde, “şu namazımı kılıyım da ondan sonra abdestimi bozayım” deyip idrarını tutanlara derler.

Avcı Namazı:

Namaz içerisinde kendini Allah (cc) ile değil; etrafa bakarak meşgul edenlerin namazıdır. Bunların kılmış olduğu namaz da kabul olur; ancak sevabı az olur.

Efendi Hz.leri namazını cemaat ile kılıp dua edildikten sonra Kelime-i Tevhid’i (La İlahe İllallah) üç defa dört elif miktarı uzattırarak okuturdu. Hemen arkasından şu hadis-i şerifi okurlardı;

Peygamber (sav) Efendimiz, hadis-i şeriflerinde bizleri müjdeliyor;

Kim; namaz bittikten hemen sonra, cemaat ile Kelime-i Tevhid’i uzatarak açıktan gür bir sesle okursa, Allah-ü Teâlâ Hz.leri, o kulun dört bin günahını bağışlar” deyip kalkarlardı.

Şayet namazı ferden kılmış ise; muhakkak namaz sonu en az beş dakika tesbihat ile meşgul olur, Allah’ı zikrederdi.

Namaz sonu tesbihatı ise şöyle idi; otuz üç defa Ya Allah-u, yüz altmış altı defa Tevhid (La İlahe İllallah), yüz defa Ya Mü’min, yüz defa Ya Latif esmalarını okur, Otuz üç defa selamün kavlen min Rabbir-Rahim; dedikten sonra elini yüzüne mesh eder öyle kalkardı.

Efendi Hazretleri nafile ibadetlerle ve Allah’ı (cc) zikirle çok meşgul olurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra kerahet vakti çıkıncaya kadar Allah’ı (cc) zikreder, güneş doğduktan kırk beş dakika sonra işrah namazını kılardı. Bir müddet istirahat ettikten sonra öğleden önce saat 9:30-10:00 gibi duha namazını kılar idi.

Duha namazına ancak evvab (kendini Allah’a adayan) kişi devam eder” (Taberani)

Öğle namazının son iki rekât sünnetini dört rekât olarak kılardı. Çünkü öğle ve yatsı namazının son sünnetlerini iki rekâttan dört rekâta tamamlamak müstehaptır.

Kim öğleden önce dört, öğleden sonrada dört rekât namaza devam ederse Allah (cc) muhakkak onu ateşe haram kılar.”(sünen ashabı)

Efendi Hazretleri akşam namazından sonra altı rekât evvabin namazına devam eder, arkasından oturduğu yerde iki rekâtta kabir namazı kılardı.

 

“Kim akşam namazından sonra altı rekât namaz kılarsa deniz köpüğü kadar olsa bile günahları bağışlanır.” (Taberani)

Efendi Hz.leri, yatsı namazının son iki rekât sünnetini dört rekât olarak kılardı. Zira; yatsı namazının son iki rekâtını dört rekâta tamamlamak müstehaptır. (sünen ashabı)

Abdullah Baba (ks), geceleyin kalkarak teheccüd namazını eda ederdi. Teheccüd namazının ardından sabah namazına kadar zikrullah ile meşgul olurlardı.

 

“Gece namazı kılmalısınız. Çünkü bu sizden önceki salihlerin âdetidir. Zira gece namazı kişiyi Allah’a yaklaştırır, günahlardan alıkor. Kötülüklere kefarettir. Bedenden hastalıkları giderir.” (Tirmizi)

Abdullah Baba (ks) Hz.leri başına sıkıntılı bir durum geldiğinde hemen Allah-ü Teâlâ Hz.lerine secde eder, Cenab-ı Hak’tan yardım isterdi. Hiçbir zaman o sıkıntılı durumda başka bir şeye meyletmez, Halık-ı Zülcelâl Hz.lerine tam bir teslimiyet gösterir, nihayetinde o işin sonu hayra tebdil olur idi.

Sabır ve namaz bütün sıkıntıların ilacıdır. Kur’an-ı Kerim’de mealen buyruluyor ki:

“Ey iman edenler, Allah’tan sabır ve namazla yardım isteyiniz. Allah-ü Teâlâ elbette sabredenlerle beraberdir.” (Bakara – 153)

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, güneş tutulması olduğu zamanlarda nafile namaz kılarlardı. Kendileri bir defasında Konya’da iken güneş tutulması zuhur edince, hemen iki rekât namaz kıldı ve namazın bitiminde bu konu hakkında;

 

“Böyle günlerde Allah’a sığının, Allah’tan affı mağfiret dileyin”, buyurdular.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri; kaza namazı kılmamızı söyler, bu konuda titiz davranırdı. Namaz borcu ve oruç borcu olanların hemen bu borçlarını kaza etmeleri hususunda ikaz ve işaret buyururlardı.

Efendi Hazretleri yolculuğa çıkmadan önce iki rekât namaz kılarlardı. Keza bir Müslüman’ın yola çıkacağı zaman ya da yolculuktan dönüldüğü zaman iki rekât namaz kılması menduptur.

Bir camiye girdiği zaman da iki rekât tahiyyat-ül mescit namazı kılardı.

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri; Üstadımın İslam’ı anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşamayı bizlere de nasip eylesin. Himmetinden, feyzinden, bereketinden ziyadesiyle istifade edenlerden eylesin. (Âmin)

 

Tarikat Allaha giden yol demektir.  Allah-ü Teâlâ Hazretleri: “Ve Biz, sizin her birinize bir Şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik” [1] buyuruyor. Bu yoldan kasıt Allah’a giden yoldur, yani Tarikat’tır. Rasulullah (sav) Rasulullah Efendimizin sünnetlerinin hepsi zaten Onun yoludur. Tarikat-ı Aliyye’nin özü Rasulullah (sav) Efendimizdir. Tarikat, Rasulullah’ın (sav) Efendimizin sünnetlerini ihya etmek ve ahlâkı ile ahlaklanmaktır.

Tarikatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, “Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?” şeklinde sorular sormaktadır. Tarikatın bütün esasları, zaten Rasulullah (sav)in tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir.

Cüneyd-i Bağdadi’nin ifadesiyle asr-ı saadette adı konmayan ama kendisi var olan manevi olgudur.

Cennet Mekan Abdullah Baba (ks) Hz.lerine tarikat nedir diye sorulduğunda;

Abdülkadir Geylani (ks)  Hz.leri, “ Şeriat bir ağaçtır. Tarikat onun dalları, marifet yaprakları, hakikat ise meyvesidir.” Buyurmaktadır. Şeriat, dini Mübin İslamiyedir. Allahu Teâla Hz.lerinin emir ve yasaklarıdır. Kuranı Kerime tabi olan, Peygamber Efendimiz (sav) Hz.lerinin sünneti seniyesini ihya edenlere şeriatçı denir. Şeriatla tarikat ayrı değildir. Tarikat şeriatın takva yönüdür. Bir misal vermek gerekirse, bir insan yaşantısında beş vakit namazını kılar, tarikatçı ise abdestsiz yere basmaz, beş vakit namazını kılar. Sabah namazını kılar ardından keraat vakti bitine kadar Allahu Teâlâ’yı zikreder sonrasında işrak namazını kılar. Öğle ve yatsı namazının iki rekat olan son sünnetlerini dört rekat kılar. Akşam namazından sonra altı rekat evvabin namazı kılar. Seher vakti kalkar zikrullahını, ibadetini, tefekkürünü yapar. Bunları yapanda ne olmuş oluyor, tarikatçı olmuş oluyor. Şeriat tarikat birdir. Tarikat takva yoludur.  Ayeti Kerimesinde Allahu Teala Hz.leri ; “Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız takvaca en ileride olanınızdır.” [2] Buyurmaktadır. Tarikatı anlatırken kavramlar içinde boğulmaya da gerek yoktur Tarikat kısaca Peygamber Efendimiz (sav) Hz.lerinin sünnetini ihya etmektir. Allahu Teâla Hz.lerinin bizlere bu makamlara ulaştırmasının yegâne sebebi duyduğumuz, okuduğumuz bütün hadisi şerifleri ihya etmeye çalışmamızdan dolayıdır.” Buyurmaktadır.

Tarikat, tasavvuf karşıtı insanların oluşturmaya çalıştıkları olgu “tarikatla açıklayan hadis ya da ayet var mı?”  Evet var! Efendimizin yaşantısı, bütün hadisi şerifler, onun Üsve-i Hasenesi tarikatı açıklar. Cennet Mekân Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin de buyurduğu üzere Allah’ın emir ve yasaklarına uymak şeriat, Rasulullah Efendimiz (sav) Hz.lerinin fiili, kavli, takriri olan sünnetlerini İhya etmeye de tarikat denir.

Kuran-ı azimüşşan da Peygamber Efendimizden bahsederken yüce yaratan “Muhakkak ki sen; büyük bir ahlak üzerindesin” [3] buyurmaktadır. Onu takip etmek, onu taklit etmektir tarikat.

“ Allah’a itaat edin, Rasule de itaat edin (ona karşı gelmekten) sakının. Eğer yüz çevirirseniz (kendinize yazık etmiş olursunuz).” [4]

Allah-ü Teâlâ Hazretleri: “Ve Biz, sizin her birinize bir Şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik”    derken,  Biz size emir ve yasaklarımızı verdik, bu emir ve yasakları da uygulayacak bir yol gösterdik. O yol da Muhammed Mustafa (sav) yoludur. Allahu Teâlâ yolun esaslarını, uygulamanın nasıl olacağını Cebrail (as) vasıtasıyla Peygamber Efendimiz (sav) Hz.lerine göstermiş ve ümmetine de Muhammed’ime böyle gösterdim, dolayısıyla O’nun yolu da Benim yolumdur. “Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” [5] Buyurmuştur. Onun ne kadar hadisi şerifi varsa Peygamber Efendimizin ahlakıdır.

Hz. Ali, Peygamber (sav) Efendimize sünnetinin ne olduğunu sormuş, Peygamber Efendimiz (sav) de şöyle buyurmuştur:

“Marifet servetimdir, akıl dinimin temelidir, sevgi esasımdır, şevk bineğimdir, (Allah’ı) zikretmek/hatırlamak ünsiyetimdir, güven hazinemdir, hüzün arkadaşımdır, ilim silahımdır, sabır elbisemdir, (Allah’ın) rızası ganimetimdir, acizlik övüncümdür, zühd hırkamdır, yakin kuvvetimdir, doğruluk şefaatimdir, (Allah’a) itaat bana yetendir, cihad ahlakımdır, gözümün nuru namazdır.” [6]

Mümin şeriatı ahkâmı uyguladıkça derecesi yükselir, nefis mertebelerini geçmeye başlar. Allahu Teala Ayeti Kerimesin de “Bizim uğurumuzda mücahede edenlere gelince elbette biz onlara yollarımızı gösteririz [8] ve  “Andolsun biz üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratılanlardan habersiz değiliz.” [9] buyurmuştur. Ayet gecen “yedi yol yarattık”  kısmının iki ciheti vardır. Birincisi yedi kat gök olarak yorumlanmış, ikincisi ise müminin Allah vuslat yolunda kat ettiği yedi nefis mertebesi olan, emmare levvame, mülhime, mutmainne, radiye, mardiye, safiye olarak yorumlanmıştır. İnsan bu yedi yol üzerinden tekamül eder yani ilerler. Müslüman mülhime makamındadır. Rasulullah Efendimiz ’in  (sav) sünnetini İhya etmeye başladığı zaman kalbine ilhamlar gelir, nefsi mülhimeye geçer. Allaha vuslat yolculu safiye makamına kadar gider.  

Bu kavramları bilmeyenlere, bu güzellikleri tatmayanlara ne anlatabiliriz ki! Taraikat sanki dinden ayrı bir şeymiş gibi algılasalar da dinden ayrı bir şey değildir.

Yunus Emre Hz.lerinin dediği gibi;

“Şeriat, tarikat yoldur varana

Hakikat, marifet andan içeri”

 

Konuyla ilgili benzer sorular:

Peygamber Efendimiz zamanında tarikat var mıydı? Varsa eğer Peygamber Efendimizden itibaren tarikatlar bu güne kadar nasıl gelmiştir?

Abdullah Baba hangi tarikatın şeyhidir? On iki tarikattan mesulse kişi hem Kadiri hem Nakşi dersi alabilir mi?

Tarikatların amacı nedir?

[1] Maide Suresi  48

[2] Hucurat Suresi 49

[3] Kalem suresi 4

[4] Maide Suresi 92

[5] Nisa Suresi 80

[6] Kady Iyaz, ?ifa, s. 204

[8] Ankebut Suresi 69

[9] Mü’minun Suresi 17

Allah (Celle Celâlühû) indinde en üstün olan insan takva olan insandır. Irkıyla soyuyla, sopuyla, Arap’ın Acem’den, Kürdün Türk’ten, Türk’ün Hollandalıdan, Amerikalıdan üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. Allah’ın (Celle Celâlühû) emirlerini tutup haramlardan kaçan, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin sünnetini ihya eden insanlar takvadır. Allah (Celle Celâlühû) indinde en muteber olan bunlardır. Bu takva olan insanlardan İki yüz yirmi dört bin tane evliya var. Haddini Allah (Celle Celâlühû) bilir.

Bu evliyalarda üç türlü olur;

Birincisini; Allah’ım (Celle Celâlühû) bilir de, kendisine bildirmez; “O, Benim evliyam” deyip, O’nu Settar ismi şerifi ile setreder, saklar, “Ey müminler sizlerin arasında, Benim dostlarım, Benim evliyalarım var,  yerler, içerler, gezerler, ama sizler bilemezsiniz”, buyurur.

İkinci evliyasını; Hem Allah’ım (Celle Celâlühû) bilir hem dost olduğunu, evliya olduğunu Kendisine bildirir.

Üçüncü evliya da; ulul azam evliyadır. Bu gizlenmez. Hem Allah’ım (Celle Celâlühû) bilir, hem kendisine bildirir, hem de insanlara bildirir. Halk onu gördüğü zaman;

 “Allah Allah! Bu adamı nerede gördüm?  Bu adam nereli ki, nasıl adammış, hangi camide rastladım?” diye düşünür. Daha önceden tanıyormuş gibi ona sevgi duyar. İnsanlar onu rüyasında görür. O rüyalarda da irşatçıdır. Müminlerin ikaz ve irşadına memur olduğu için, Cenâb-ı Allah ulul azam evliyasına kullarına da bildirir.

Şimdi evliya deyince, insanlar hep; hata yapmaz, günah işlemez, melek gibi peygamber gibi zatlar zannediyorlar. Hâşâ sümme hâşâ!

Ahirette de göreceksiniz; ehl-i tasavvuf, dünyada ki manevi askerlerdir. Neyin askeri? Allah’ın (Celle Celâlühû) askeri elbette ki. Nasıl zahiri askerler varsa ve ayrı ayrı hava kuvvetleri, kara kuvvetleri, deniz kuvvetleri diye ayrılmışsa, bunlarında ayrı ayrı sınıfları varsa, Cenâb-ı Zülcelâl Hazretlerinin de dünyamızda da ayrı ayrı bölgelerde, ayrı ayrı yerlerde hem hava, hem kara, hem denizde evliyaları var. Nasıl asker denildiği zaman, erinden generaline kadar hepsine asker deniliyorsa ve hepsinin rütbeleri farklı farklı, kimi onbaşı, çavuş, başçavuş, asteğmen, üsteğmen, yüzbaşılıktan orgeneralliğe kadar yükseliyor ise, evliyaların da kendi aralarında sınıf ve rütbeleri vardır. Evliyalar yaptıkları kullukları ve hayırlarla rütbelenir. Cenâb-ı Allah zerre kadar hayırlarını zayi etmez.

Bu evliyaları nasıl bilelim, bunu bilebilmek için dilimize sahip olmamız lazım, kalbimize sahip olmamız lazım. Kalben Allah’a (Celle Celâlühû) teveccüh etmemiz lazım.

Peki, ulu-l azam evliyası nasıl bilinir? Şeyh nedir?

Arabistan’da kunduracıların şeyhi var, otelcilerin şeyhi var, motor ustalarının şeyhi var, elektrikçilerin şeyhi var, yani birkaç kişiye bir şeyler öğreten meslek sahibi insanlara şeyh diyorlar.

Ülkemizde ise tarikat yolunda yani Allah’a (Celle Celâlühû) giden yolda, etrafına birkaç kişiyi çeviren, zikir yaptıran insanlara da şeyh derler. Bu şeyhler beş türlü olur;

Ders şeyhi: Elinize ders verir. Hangi tesbihatı ne kadar çekeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi söyler. Bunların karşılığında sevap alacağınızı anlatır.

İkincisi kürsü şeyhi: Âlimler, vaizler, müderrisler bu gruba girer. Allah-ü Teala Hazretlerinin emirlerini, Peygamber Efendimizin sünnetlerini tavsiye ederler. Hangi ayetleri ve sureleri okuyacağınızı,  Allah’ı (Celle Celâlühû) zikretmeniz gerektiğini, yapabileceğiniz tesbihatları söylerler.

Birde kabile şeyhi vardır: Şeyhlik babadan evlada, evlattan evlada geçer. Mesela Rasulullah Efendimizin torunlarının torunu, torunlarının torunu diye gelen silsileye kabile şeyhi denir.

Hal şeyhi ise: En efdali olan hal şeyhidir. Çünkü buna bizatihi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz görev verir, velayet nuruyla onu sever, Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri sevdiği gibi.

Muhammed-ül Mustafa’da bütün peygamberler ve evliyalar huzurunda, ona cübbe giydirir, taç giydirir, dua ederler ve “ümmetimi irşat edeceksin” derler. Dervişleri onu rüyalarında, rabıtalarında görürler. Hal şeyhleri, her yerde dervişlerini ikaz ve irşat ederler.

Peki, bu şeyhleri nasıl bilelim, ölçü nedir?

Şeriatta ölçüsü; kim olursa olsun, hanesi herkese açık olur, herkesi ziyarete gider.        

Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin dediği gibi; “Gel yine de gel, putperest olsan da, Mecusi olsan da, bin sefer dahi tövbe şişesini kırsan da yine de gel. Çünkü bu dergâh ümitsizler dergâhı değildir” dediği gibi kapısı herkese açık olur. Onun bunun aleyhinde konuşmaz. Sohbeti bol olur ve devamlı Allah (Celle Celâlühû) ve Resulüne sevgiden ve bunun dışındaki her şeyin atıl ve batıl olduğundan bahseder. Rasulullahın (sallallahu aleyhi ve sellem);

 “Ey ashabım size iki şey bırakıyorum; birincisi Allah’ın (Celle Celâlühû) kitabı Kur’an-ı Kerim, ikincisi Benim sünnetlerim. İkisine de sıkı yapışın, eğer birinden birini bırakırsanız dalalettesiniz, ikisine de yapışırsanız hidayettesiniz”, hadisini kendine düstur edinmiştir ve etrafındakilere de bunu tavsiye eder. Nasihati bol olur, cömert olur, herkese izzet-i ikramda bulunur.

Tarikatta ölçüsü ise; Onu görür görmez; “Allah Allah, ben bunu iyi tanıyorum, nereden tanıyorum acaba?” diye düşünürsünüz. Kalbinize bir sevgi gelir. Karşısında soracağınız soruyu unutursunuz. Soru soracağım, şöyle şöyle sorayım dersiniz yanına geldiğiniz zaman, onun cemaline bakınca, soracağınız soruyu unutursunuz. Soruyu yazdıysanız da, “Kâğıdı eve koymuşum galiba” deyip nereye koyduğunuzu bile hatırlayamazsınız. Hâlbuki üzerinizde olur. Onun yanından ayrılmayı istemezsiniz. Pür dikkat sohbetini dinlersiniz. Acele işiniz olsa dahi gitmeyi istemezsiniz. İşte böyle zatlar mürşitlerdir.

Mürşidi kamil hakikatte nasıl bilinir? O zata şu soruları sorarız;

Birincisi; “Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz size görev verdi mi? Senin şeceren var mı? Senin yolun hak yol mu? Rasulullah Efendimize kadar gidiyor mu?” diye sorarız.

Bu sorduklarımız o zatta varsa;  “İnşallah-u Teala bu yetkiler bize verilmiştir.”der.

İkincisi; “Seni rüyamda gördüğüm zaman, şeytan suretine girmesin beni azıtmasın, senin şekline suretine şeytan girer mi?”

Rasulullah Efendimiz görev verdiyse; “İnşallah-u Teâlâ girmez” der.

Hatta “Rüyanda ayet oku” der,

Şöyle ki; “Dahilek ya Rasulullah” dediğin zaman şeytan kaçar, “Dahilek Muhammedür Resulullah” dediğin zaman, şeytan, tayfa-i cin kaçar, eğer gördüğün o şahsiyet kaçmıyorsa; mürşit-i kâmildir.

Rüyanda olsun, rabıtanda olsun, Rasulullah Efendimizi davet eder, piranı davet eder, hemen gelirler.

Televizyonu açınca, bazısı biraz karlama yaparak açılır, bazısını da açtın mı hemen görüntü geliyor. İşte mürşidi kâmiller, Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler, piranlar, davet edildiği zaman bu şekilde hemen yanınıza gelirler, ama göremezsiniz siz, görmek için basiret gözü lazımdır.

Üçüncüsü de; “Zahiri olsun manevi olsun bunaldığım zaman daraldığım zaman, yardımın olur mu?”

Eğer Allah-u Teâlâ ve Resulüne uyduysa; “Allah’ın (Celle Celâlühû) izniyle benim elimde bir şey yok, her kuvvet kudret Ona aittir”, der.

O her şeyi yapandır, irşat ve ikazı o yapar. Bizler ancak tellallık yaparız, bizler anlatırız. Bizler anlatırız, sizler de duyduğunuz gibi amel edip yaşamalısınız.

Mürşidi kâmil zat dervişinin son nefesinde dahi yanında olur ve Kelime-i Şahadet’i söylemesine, imanlı gitmesine vesile olur.

Mürşid-i kâmil ahirette de üç yerde dervişlerine yardımcı olur;

Sırat Köprüsünde, mahşer yerinde, Peygamberimizin Liva-ül Hamd Sancağına götürmek için vesile olur.

Nasıl bir arabanın aküsü şarj olmaya ihtiyacı varsa insan maneviyatının da Allah (Celle Celâlühû) ve Resulünü sevebilmek için bir enerjiye ihtiyacı vardır. İşte bunu mürşid-i kâmiller verir. Onların yanına varınca cemalinden sohbetinden, feyzinden, nazarından istifade edersiniz. Dersinizi yaptıkça, zikir yaptıkça, rüyanız da onu görürsünüz. Bir hata işlediğiniz zaman yine rüyanızda sizi ikaz eder. Sizi azarlar, icabında döver.

Bugün bir kilo pırasa alırken, bir kilo elma alırken, dükkân dükkân geziyorsunuz da,  bir eşarp,  bir takke,  bir ayakkabı için,  hangisi daha iyi, hiç kimsede olmayan bende olsun diye saatlerce dolaşıyorsunuz da,  ruhunuzu teslim edeceğiniz, manevi baba diyeceğiniz zatı, niçin böyle büyük bir istekle aramıyorsunuz?

Zikir

Zikir; ıstılahta kelime olarak ezberleme, anma, anımsama, hatırlama, söylenmesi tavsiye edilen hamd, sena ve dua anlamlarında kullanılır.

          Tasavvuf ıstılahyında çok geniş yer tutan zikir, Allah-u Teâlâ’nın yüceliğini dile getirmek ve manevi olgunluğa ulaşmak gayesiyle belli bir isim ya da sözcükleri tekrarlamaktır.

            Yüce Allah’ın (cc) bilinen güzel isimleri ve tevhid-i şerifle yapılan zikir, “zekere” fiilinin mastarıdır. Aslı zikir’dir. Türkçe de zikir şeklinde kullanılır. “Zükr” kelimesi ile aynı anlamdadır. Çoğulu “ezkar” ve “zükür” olarak gelir. Zikra kelimesi de, zikrin mübalaşası olup çok zikretmek demektir. Zikir aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kitabımız Yüce Kur’an da üç yüze yakın yerde geçmektedir.

            Allah-ü Teâlâ Hz.leri, Kuran’ı Kerim’in birçok ayetinde, kendisini zikretmemizi bize emretmiştir. Cenab-ı Hakk’ın beyan olunan bu emirleri ayetlerinde şu şekilde zikredilmektedir:

            Allah (cc) Hz.leri buyuruyor ki;

            “Ey İnananlar! Allah (cc) Hz.lerini türlü tesbihler çekerek çok zikrediniz ve O’nu (cc) sabah akşam tesbih ediniz. Zira o sizi karanlıklardan nura çıkarandır.”(Ahzab /41,42)

            “Rabbinin ismini sabah ve akşam zikret habibim. Allah’ın (cc) zikrine bütün vakitlerde devam et.”(İnsan / 25)

            “Allah’ı (cc) çok zikredin, taki umduğunuza kavuşasınız.”  (Cuma – 10)

            “Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin” (Bakara /152) buyurmuştur.

            Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, kendisini Allah-ü Teâlâ’ ya adayan, O’nu her zaman ve her yerde zikreden, aynı zamanda insanların da zikretmesine vesile olan müstesna bir şahsiyetti. Kendisi, Allahü Teâlâ Hz.lerini zikretmenin en büyük ibadet olduğunu söyler, bu meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için gerek yüce Kuran’a, gerekse Rasulullah Efendimizin hadis-i şeriflerine müracaat edilmesi gerektiğini bizlere anlatırdı.

            Kur’an-ı Kerim ve hadislerde, zikrin faziletlerinden sıkça bahsedilmesine rağmen, günümüzdeki insanların zikrin hikmetini tam olarak idrak edemedikleri için zikrullahtan uzak kalmışlar ya da gerek görmeyerek kendilerini zikirden alykoymuşlardır..!

CEHRİ ZİKİR – HAFİ ZİKİR

            Üstadımız Abdullah Baba Hz.leri, Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri’ne vasıl olmanın iki yolu olduğunu; bu yollardan birisi “Hafi zikir”, diğerinin ise “Cehri zikir” olduğunu söyler. İki şekilde yapılan zikrullahı, şöyle ifade etmişlerdir;

            “Peygamber (sav) Hazretleri, Mekke’den, Medine’ye hicret ederlerken, Sevr Mağarası’na müşrikleri aldatma maksadıyla sığındıklarında, yanında yol arkadaşı, can dostu olan Ebubekir Sıddık (ra) vardı. Ebubekir Sıddık (ra) Efendimiz mağara içerisinde, müşriklerin Rasulullah Efendimize zarar vereceği endişesiyle, korkuya kapılmıştı. Onun bu halini gören Sevgili Peygamberimiz:

            ─Korkma Ya Ebubekir.! Dilini damağına yapıştır. “La İlahe İllallah” de. Üzülme! Allah (cc) Habir ismi şerifi ile haberdardır. Basir ismi şerifi ile bizi görür. Bize bizden yakın olan o’dur. (Veli ismi şerifi ile dostlarına yardım edendir. Âlim ismi şerifi ile bilendir. Semi’ ismi şerifi ile işitendir. Selam ismi şerifi ile selamete ulaştırandır….) Sen dediğimi yap, buyurdu.

            Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Efendimiz dilini damağına yapıştırarak, bir nefeste yirmi bir defa “La İlahe İllallah” kelime-i tevhidi zikredince, üzerindeki korku geçti. Ve kalp aynası açıldı. Hafi zikri, Peygamber (sav) Efendimiz bu şekilde Ebubekir Efendimize telkin etmiş oldu.

            Diğer bir Hadis-i Şerifte:

            Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra.) ’ın komşusu bir gün Peygamber (sav) Efendimize gelerek;

            ─Ya Rasulullah, Ebubekir’in evinden ciğer kokuları geliyor. Komşusu olduğum ve kaç gündür aç olduğum halde bize ikram etmedi, diye söyler..

            Bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri kalkar ve Ebubekir-i Sıddık (ra)’ın evine gelir. Fakat evin içerisinde yiyecek hiçbir şey yoktur.

            Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Rasulullah (sav) Efendimize:

            ─Buyur, Ya Rasulullah! Anam, babam sana feda olsun! Sizi buraya getiren sebep nedir? diye sorar.

            ─Ya Ebubekir! Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir. Komşun, senin ciğer yediğini söylüyor. Evinden ciğer kokuları geliyormuş ve sen ona ikram etmemişsin. Bu doğru mu?

            ─Ya Rasulallah! Hâlim Allah-u Teâlâ Hazretlerine ve size malumdur. Ben günlerdir ağzıma bir şey koymadım! Sadece Allah’ı zikrediyordum! dedi ve dilini damağına yapıştırıp; “La İlahe İllallah” demeye başladı.

            Biraz sonra evin içerisinde ciğer kokusu gibi bir koku meydana geldi. Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ebubekir’in komşusuna dönerek:

            ─Bahsettiğin koku bu muydu? diye sordu.

            O da:

            ─Evet, Ya Rasulallah! Bu kokuydu. Ben anlayamadım. Allah’ım beni affetsin! Sen de affet! Meğerse Ebubekir’in ciğeri Allah aşkından püryan olmuş, gelen koku buymuş, dedi.

            Ebubekir Sıddık (ra) Hazretleri, Serveri Kâinat Efendimize:

            ─Ya Rasulullah! Hafi zikre devam ettikçe, bende acayip garaip haller oldu. Nereye baksam sizi görüyorum. Hacete gitmeye dahi utanıyorum. Zevcemle münasebete bile hayâ ediyorum. Bundan dolayı çok mahcubum. Bunda bir hata var mı? diye sordu.

            Peygamber (sav) Hazretleri:

            ─Hayır, Ya Ebubekir! “Fenafir-Resül” makamına gelmişsin, dedi.

            Ebubekir Sıddık Hazretlerinin yapmış olduğu esmaları değiştirdi ve Hazreti Ebubekir Fenafillâh makamına geldi. O makama ulaştığında;

            ─Ya Rabbi! Ne olur benim bedenimi öyle büyüt ki; “La İlahe İllallah Muhammedun Resülullah” diyen hiçbir mü’min cehenneme girmesin, diye dua etti.

            İşte Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında hafi zikir yapan o mübarek sahabe Allah-ü Teâlâ Hazretlerine vasıl oldu.

           “Bunlar (hidayete ulaşan kişiler) iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur.” (Rad /28)

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine vasıl olmanyn ikinci yolu ise; Cehri zikir ile olur.

            Hz. Ali (ra) Efendimiz, bir gün Rasulullah (sav) Hazretlerinin hane-i saadetlerine gelir.

            ─Ya Rasulullah! Allah’a varan yolların en kısa olanını, kullarına en kolay gelenini, nezdinde en üstün olanını bana bildir” diye istekte bulunmuş. Bunun üzerine Peygamber (sav) Hazretleri:

            ─Ya Ali! Ben ve benden önceki Peygamberlerin söylediği sözlerin en kabule şayanı; “La İlahe İllallah”, Kelime-i Tevhid’tir. Yedi kat yer ile yedi kat gök terazinin bir kefesine konsa , “La İlahe İllallah” Kelime-i Tevhid de diğer kefesine konsa “La İlahe İllallah” hepsinden ağır gelir, buyurdu.

            Hz. Ali (ra) Hazretleri:

            ─Ya Rasulullah, Allah’ı nasıl zikredeyim?

            Hz. Peygamber (sav) Hazretleri:

            ─Ya Ali! Dizini dizime daya. Alnını da alnıma koy. Gözlerini kapa ve üç defa söyleyeceğimi dinle. Sonra sende üç defa söyle, ben dinleyeyim.

            Akabinde, Peygamberimiz gözünü yumup, yüksek bir sesle, üç kere “La İlahe İllallah” dedi. Hz. Ali (ra) Efendimizde dinledi.

            Hz. Ali (ra) Efendimiz gözünü yumup, sesini yükselterek üç defa “La İlahe İllallah” dedi.

            Bu şekilde Peygamber (sav) Hazretleri, Hz. Ali (ra) Efendimize cehri zikri telkin etti. (El İnayetür-Rabbaniye)

            Mekke Fethi’nde, Kâbe’nin içerisindeki putları sahabeler yıkmaya başladılar. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz, Peygamber (sav) Hazretlerinin yanına gelerek;

            ─Ya Rasulallah! İçerideki Lat ve Uzza putları çok ağır ve yüksek yapılmış, omzuma çıkın da, yıkalım, dedi.

            Peygamber (sav) Hazretleri:

            ─Ya Ali! Bende nübüvvet mührü var. Benim ağırlığımı küre-i arz zor tartıyor. Sen beni taşıyamazsın. Onun için, sen benim omzuma çık, buyurdular.

            Hz. Ali (ra) Efendimiz:

            ─Aman, Ya Rasulullah! Sizin omzunuza çıkmaya, hayâ ederim! dedi.

            Peygamber (sav) Efendimiz, tekrar:

            ─Çık Ya Ali, deyince

            Hz. Ali Efendimiz:

            ─Affet Ya Rabbi!, diyerek, Rasulullah (sav) Hazretlerinin mübarek omuzlarına çıktılar. Put çok ağır ve yüksek olduğundan, Hz. Ali Efendimiz putu iterken dengesini bir an kaybedip aşağıya bakınca, Rasullulah Efendimiz de kendisine baktığını gördü. O anda Hz. Ali (ra) Efendimiz on sekiz bin âlemde Peygamber (sav) Hazretleri’nin cemalini gördü ve Fenafir Resül makamına ulaştı.

            Peygamber (sav) Hazretlerinin terbiyesi altında cehri zikre devam eden, Hz. Ali (ra) Efendimiz de, en sonunda fenafillâh makamına geldi. Ve bu makamda;

            “Ben görmediğim Rabbime iman etmem”, buyurdu.

            Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin zatında değil, sıfatlarında fani oldu. Hz. Ali  ya da O’nun gibi gerçek, samimi bir şekilde Hakk’a vasıl olup, teslim olan tüm müminlere, bakınız, Yüce Kur’an nasıl müjdelemektedir:

            “Sen ancak zikre uyan ve görmeden Rahmandan korkan kimseleri uyarabilirsin. İşte böylesini mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.”(Yasin / 11)

            Cehri olsun, hafi olsun, ferden olsun, cemaatle olsun; Allah’ı zikir caizdir. Aynı zamanda pek kuvvetli bir sünnettir. Her kişinin ömründe en az bir defa “La İlahe İlallah Muhammedür Rasulullah” demesi ve yüksek sesle söylemesi farzdır.

            Hafi ve cehri zikrin ilk öğreticisi Peygamber (sav) Efendimizdir. Rasulullah Efendimiz, hem hafi hem de cehri zikri bizzat yapmış ve sahabelerine de tavsiye edip, yaptırmıştır.

            Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, bu konuyla alâkalı yukarıda detaylı bir şekilde, sahabe hayatından örnekler vererek bizleri aydınlattılar. (Allah Makamlarını Ali kılsın. Âmin!) Biz de, bu konuyla ilgili bazı ayet, hadis ve fetvalardan bir nebze sizlere aktarmak istedik.

            Cehri Zikir ile ilgili Cenaby Zülcelal Hz.leri:

            “Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı (bağırarak) zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı zikredin” (Bakara / 200) buyurmaktadır.

            El-Esas Fit-Tefsir’de Said Havva merhum şöyle diyor:

            “Kurban Bayramı ve teşrik günlerinin (Arefe ve Kurban Bayramının dördüncü gününün) özelliklerinden birisi de; hac farizasını eda edenlerle, etmeyenlerin (yani bütün Müslümanların) toplu olarak cehri (yüksek sesli) bir şekilde tekbir ile Allah’ı zikretmeleridir. Hz. Ömer(ra)’ın Hacda bulunanlarla adeta Mina tekbirlerle sallanırcasına beraber tekbir getirdikleri sabittir.(İsmail Hakkı Bursevi – C.1,S.531)

            Âraf Suresi 205. Ayetinde geçen;

           “Kendi kendine yalvararak, ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an, gafillerden olma”     emrini delil gösterenler; bu ayete göre cehri zikrin uygun olmadığı görüşünü ileri sürmektedirler. Bu son derece yanlıştır. Zira bütün müfessirlerin ortak görüşüne göre bu ayet, Mekke’de zulmün en şiddetli olduğu devirde inmiştir. Açıktan, Ben Müslüman’ım diyenlerin en ağır işkencelere uğradıkları bir zamanda, Rabbimiz gizli zikri tavsiye etmiştir. Fakat ne zaman ki Medine’de İslam devleti kurulup, hürriyet sağlanmış, işte o vakit cehri zikir de pek çok misali ile tatbik oluna gelmiştir. Müfessirlerin ortak görüşüne göre ayetin; “Yüksek olmayan bir sesle an” kısmının, yüksek sesle zikretmenin mahzurlu olduğu anlamına gelmeyeceği hususunda fikir birliği etmişlerdir. Nasıl ki; “İhramdan çıkınca avlanın” ayetinde, ihramdan çıkan kişinin avlanması farz kılınmıyorsa! Bundan dolayı vuslatta esas olan usuldür.

        Şimdi de Rasulullah (sav) ‘ın ve O’nun ashabının cehri zikir yaptıklarına dair bazı rivayetleri nakledelim:

            Hadis kitaplarının en sahihi olan Buhari’den naklediyoruz.

            İbni Abbas (ra) şöyle buyurmuştur:

“İnsanların farz namazlarından çıktıktan sonra yüksek sesle zikretmesi; ta, Hz. Peygamber (sav) zamanında vardı. Hatta ben namazın bittiğini onların sesini duyunca anlardım.” (Buhari)

            Yine bir başka Hadisi Şerifte Ya’la Bin Şeddad diyor ki:

            “Babam Şeddad bin evs şu hadisi anlattığı sırada, yine sahabelerden Ubade bin Samit (ra)’de orada bulunuyor ve tasdik ediyordu. Babam şöyle diyordu:

            “Bir gün yanında oturduğumuz bir sırada, Hz. Peygamber (sav) ehli kitabı (yani Yahudi ve Hristiyanları kastederek)

            ─İçinizde yabancı kimse var mıdır? buyurdular.

            ─Hayır, dedik.

            ─Bunun üzerine kapının kapatılmasını emrettiler ve sonra da;

            ─Ellerinizi kaldırınız ve “La İlahe İllallah” deyiniz, buyurdular.

            Bizde ellerimizi kaldırdık ve uzun bir müddet “La İlahe İllallah” diyerek zikrettik. Sonunda Hz. Peygamber (sav) şöyle dua etti:

       ─Allah-ü Teâlâ’ya hamd olsun. Ey Rabbim! Sen beni bu kelime ile gönderdin ve bu kelimenin karşılığında cenneti vaat ettin. Sen vaadinden dönmezsin, buyurdular.

            Sonrada Hz. Peygamber (sav) bize dönüp:

            “Sizi müjdelerim, Allah hepinizi affetti” buyurdular. (Hayatüs-sahabe)

          Bu konuda daha pek çok hadis-i şerif zikredebiliriz. Ancak mevzunun anlaşılması için yeterli olduğunu düşünüyoruz.

          İşte cehri zikir ve hafi zikrin hak oluğunu ve Allah-ü Teâlâ Hazretlerine vasıl olabilmenin metotlarını, Hz. Peygamber (sav) Sahabe-i Kiram’a, onların durumlarını gözeterek kendilerine cehri zikri ya da hafi zikri telkin etmişlerdir.

           Cehri zikrin veya hafi zikrin birbirine karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur.

            Şimdi de âlimlerimizin konuyla alakalı fetvalarından nakiller yapalım. Bu mesele üzerindeki şüphe ve tereddüt karanlığı, zikir nuru ile kaybolsun.

            İbn-i Abidin’de şöyle deniliyor:

            Sesli zikrin efdal olduğunu belirten hadisler vardır. Mesela; “Her kim beni cemaat içinde anarsa, ben kendisini daha hayırlı bir cemaat içerisinde anarım”, buyrulmuştur.(Buhari)

            Bununla beraber gizli zikrin efdal olduğunu beyan eden hadisler de vardır. Bu iki tür hadislerin anlaşılması şu şekilde olmalıdır: Sesli ve sessiz zikrin ikisi de efdaldir. Ancak bunu uygulayanların haline ve bulunduğu vakte göre değişir.

            Nitekim namazda gizli ve aşikâr olmayı gerektiren hadislerin anlaşılması bu şekilde olmuştur.

          Zikrin hayırlısı gizli olanıdır. Cehri olanı da buna aykırı değildir. Çünkü bu hadis; riyadan korkulduğu, uyuyanlar uyandığı, yahut namaz kılanlar rahatsız olduğu zamana mahsustur.

          Böyle bir durum yoksa âlimler sesli zikrin efdal olduğunu söylemişlerdir. Zira bunda amel daha çoktur. Dinleyenlere de faydası dokunur. Zikreden şahsın kalbini uyandırır, onu düşünmeye sevk eder. Uykusunu düzenler ve neşesini artırır… Meselenin tamamı Fetavayi-Hayriyye’dedir.

            Hamevi Haşiyesi’nde İmam Şarani’den naklen şöyle denilmektedir:

            Gelmiş geçmiş bütün ulema cemaat halinde zikrin, mescitlerde ve diğer yerlerde müstehap olduğunda ittifak etmişlerdir. Meğerki onların aşikâr zikri uyuyan veya namaz kılan yahut Kur’an okuyan bir kimseyi rahatsız etmemiş ola…(İbn-i Abidin)

            Yine aynı kitapta; Cehri zikri hoş karşılamayan bir kaç fetva nakledildikten sonra şöyle deniyor. “Bu mesele (sesli zikir meselesi) Hayriyede yazılmış ve kadıların fetvasındaki (cehri zikir men eden hüküm) zarar verici sesli zikre hamd edilmiştir”, demiş ve şunu eklemiştir.

             Bu konuda bir takım hadisler sesli zikri emreder. Bazı hadisler de vardır ki gizli zikri gerektirir. Bu iki grup hadisin arasını şöyle bulmak mümkündür; Yani bu meselede hüküm şahısların ve hallerin değişmesiyle değişir. Riyadan korkulduğu, namaz kılanlar eziyet görecekler ve uyuyanlar rahatsız olacaklar diye korkulduğu vakit gizlice söylemek efdaldir. Eğer bu engeller yoksa sesli söylemek daha efdaldir. Çünkü sesli söylemek daha fazla ameli gerektirir. Bir de onun faydası onu dinleyenlere sirayet eder. Zikredenin kalbi uyanır, gayreti tamamen (Hakkı) düşünceye yönelir. Benliğini tamamen zikre verir. Uykusu açılır ve neşesi daha da artar.”

            Cehri zikir ile meşgul olan sahabeler; Hz. Ali, İbni Abbas, İbni Ömer, Ebu Musa, Enes bin Malik, Ebu Hureyre, Abdullah Zülbacedeyn (ra) ile hafi zikir ile meşgul olan Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Selman-ül Farisi, İbni Mesud, Ebu Derda (ra) Sahabe-i Kiram Efendilerimiz her iki yolda da Allah’a vuslat yolunu bulmuşlar, tabiine öğretmişler, kendileri de bizzat tatbik etmişler ve bizlere kadar ulaşmıştır.

Hafi ve cehri zikir hakkında ayeti kerimeler Kuran’da pek çok yerde kayıtlıdır.

          Bundan dolayı Mürşid-i Kâmil olan zât, dervişinin durumuna göre cehri zikri veya hafi zikri telkin eder. Derviş kabiliyeti, samimiyeti, muhabbeti, çalışması nispetinde yol alır.

        İnşallah hafi ve cehri zikir meselesi bir nebze olsun aydınlatılmış, bu konu hakkındaki şüpheler giderilmiş ve Allah-u Teâlâ’nın zikri teşvik olunmuştur.

            Konulara daha çok vakıf olunması açısından Allah’ı zikir hakkında birkaç Ayet-i Kerime aktarmamız uygun olacaktır:

      “(Resulüm) Sana vahyedilen, kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz kötülüklerden alı kor! Allah’ı zikir elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilir.” (Ankebut / 45)

       “Şeytan onları (münafıkları) etkisi altına aldı da, Allah’ı zikretmeyi unutturdu. İşte onlar (zikirden uzak münafıklar) şeytanın yandaşlarıdır.” (Mücadele /19)

       “İman edenlerin, Allah’ı zikir ve Hak’dan inen Kur’an sebebiyle ürperme zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi (zikrullahı terk edici) olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de, kalpleri katılaştı. Onların birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid /16)

       “Namazı bitirince de ayakta, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen, bunu boşu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Ali İmran /191)

Cehri zikir olsun, Hafi zikir olsun, toplu halde yapılıyn yada ferden yapılsın edebiyle  yapılırsa dinimizce sakıncası yoktur. Çünkü Rasulallah (sav) Efendimiz Ashab-ı Kiram’a  gerek tek tek, gerekse toplu olarak zikir talim ve telkin etmiştir. Hz. Ali Efendimize cehri (aşikar), Hz. Ebubekir Efendimize  hafi (gizli) zikri bizzat telkin etmiştir. Aşağıdaki fetvalarda bu konu etraflıca anlatılmaktadır.

             Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de:

            “Eğer bilmiyorsanız Zikir (Kur’an) ehline (alimlere) sorun” (Nahl/44)

            Yine, bir ayette;

“Eğer (şüphede kaldıkları meseleleri) Resule (sav) veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi. Onların arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun (o meselenin) ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütfu ve rahmeti olmasaydı pek azınız müstesna şeytana uyup giderdiniz” (Nisa /83) buyurarak  meselelerimizi Kur’an ehli âlimlere götürüp, onlardan aldığımız cevapla amel etmemiz isteniyor.

            Öyleyse âlimlerimizin zikir hakkındaki fetvalarından birkaç nakil yapalım da konu iyice aydınlansın.

            Meşhur şeyhülislam ve büyük âlim Hanefi müctehidlerinden Ebussuud Efendiye soruldu ki;

            ─Bir adam yüksek sesle, oturarak yahut ayakta zikrullah yapsa caiz olur mu?

            El cevap:

           Edep ve zikre hürmet ederek olursa caizdir. (Ebussud Ef. Fetvalary)

            Yine soruldu ki;

            Halka olup bel ve bağlarını sağa sola hareket ettirerek cehri (yüksek sesle) zikrullah eden kimselere şer’an ne lazım gelir?

            El cevap:

           ─Bellerini değil de sadece bağlarını hareket ettirmekte yetinselerdi daha hoş idi. Zikri şerifin edebine daha uygun idi. Amma beli hareket ettirmekte dahi hiçbir zarar yoktur. Ayaklar yerden kalkmadıkça.  (Fetva S,83)

            Meşhur fetva kitabı Fetavayı Hindiyye’de şöyle deniliyor:

            “Büyük bir cemaat yapıp, sesleri yükselterek, hep birlikte tesbih (Sübhanallah demek) Tehlil (La ilahe illallah demek), salâvat ve sair zikirleri söylemekte bir beis (zarar) yoktur. Ancak (Mahzurlu bir durum varsa) sessiz söylemek daha iyidir.” (Fetavayı Hindiyye C.5 Sh.315 Arapça)

            Meşhur ve son devir Hanefi müctehidlerinden İmam Tahtavi Dürr’ül Muhtar haşiyesinde mekruhlar faslında diyor ki:

─Mescidde halka olup yüksek sesle zikretmekten (dervişleri) kimse menedemez. Zira mescitlerde zikrullahı men edenler Cenab-ı Hakk’ın:

“Kim Allah’ın mescitlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden mani olanlardan daha zalim olabilir” (Bakara /114) ayet-i kerimesindeki hükme dâhildirler. İşte bu en zalimler arasına katılmamak korkusundan kimse mescitlerde zikri yasaklayamaz. (Nimet-i İslam)

            İmam Birgivi Hazretleri Tarikat-ı Muhammediye isimli kitabında şöyle buyuruyor:

            “Edepsizlik yapmadan Allah’ı oturarak veya ayakta zikretmekten hiçbir beis yoktur. Tevhidin (La ilahe illallah) manasını kuvvetlendirmek kastıyla başı sağa sola oynatmaktaysa; zannı galiple caizlik hatta kesinlikle müstehaplık vardır”. (Arapça İst. Hacı Hüseyin Ef. Mat. Sh.185)

            Bir kişi zikir yaparken sesini yükseltince, oradan birisi dedi ki:

            ─Keşke sesini tutsaydı daha iyi olurdu”.

            O zaman Hz. Peygamber (sav):

            ─Bırak onu! Zira o (yüksek sesli zikir yapan) Allah için çok ah eden bir kimsedir.”

            Bu hadisin benzeri, İbn-i Diri ve Zülbecadeyn (ra) Hazretleri’nin hadisleridir ki bunlaru Beyhaki rivayet etmiştir.

            İmam Suyuti (ra) Neticetül Fiker isimli kitabında şöyle diyor:

            “Allah’a hamd seçilmiş kullarına selam olsun. Allah sana ikram etsin. Sofilerin adet ettikleri üzere mescitlerde zikir halkaları kurmaları ve yüksek sesle zikir yapmaları mekruh mu, değil mi?” diye soruldu.

            Cevap;

           Bunda mekruh olmayı gerektirecek bir şey yoktur. Zikrin yüksek sesli olmasının güzel bir şey olduğunu ifade eden çok hadis-i şerifler varid olmuştur. Çok hadiste zikri gizli yapmanın güzel olduğu anlatılmıştır. Bu iki hadislerin bir araya getirilmesi şöyle olur:

            Zikrin gizli veya açık olması; hallerin ve şahısların durumuna göre değişir. (Fetavayı Ömeriye S. 43,44)

Size amellerinizin en hayırlısını ve melik (olan Rabb)’inizin katında en sevaplı olan ve derece bakımından en yüksek hem de altın ve gümüş sadaka dağtmanızdan, (Allah’ın dini için cihat edip İslam) düşmanlarının boyunlarını vurmanızdan size daha hayırlı olan ameli haber vereyim mi? Sahabe;

            ─Ver Ya Rasulallah! deyince,

            Hazreti peygamber (sav);

            ─Zikrullahtır” buyurdu.” (Tirmizi)

           

Zikrin faziletine ve Allah katındaki kıymetine dair Hz. Muaviye’nin Peygamber (sav) Efendimiz’den naklettiği Hadisi Şerif’te şöyle bahsedilmektedir:

            “Bir gün Peygamberimizin zevcesi Ümmi Habibenin evine geldim. Allah’ın Resulü de geldi. Biraz sohbetten sonra, alnından pırıl pırıl nur tanesi indi, benzi sarardı, beyazlaştı. Ondan sonra gözünü açtı. Kız kardeşim Ümmi Habibe terlerini sildi. Terini kurutmak için ateşe götürdü. Ateş ne terini kuruttu, ne de mendilini yaktı. Odanın içi Miski Amber gibi kokuyordu. Acele yürüdü. Ben de arkasından yürüdüm. İçlerinde Selman-ı Farisi’nin(ra)’de bulunduğu Ashab-ı Suffe’nin olduğu yere geldi. Dört yüz kişi kadar vardı. “İllallah İllallah” diye tesbih ediyor, zikrediyorlardı.

Rasulullah (sav) Hz.leri şöyle buyurdular:

            ─Allah için size and veririm, yemin ederim, ne yapıyorsunuz?

            Onlar da:

            ─Allah’ı (cc) zikrediyoruz. “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hz. Allah” diyoruz. Ya Rasulullah! Maksadımız O’nun rızasıdır. Bizi karadaki, denizdeki mahlûklar gibi değil; en güzel şekilde “Ahseni Takvim” olarak yarattı. Habibine ümmet eylediği için biz onu tesbih ediyoruz, dediler.

            Rasulullah (sav) Efendimiz:

            ─Size, zikrullahın değerini anlayın diye yemin vererek söyledim. Şimdi Cebrail kardeşim geldi. Cenab-ı Allah meleklere şöyle hitap ediyor:

            “─ (Ey meleklerim!) Görüyor musunuz bu kullarımı? Onlar katımda sizden çok sevimlidir.) Melekler cevaben:

            ─Ya Rabbi! Biz sana hakkıyla zikredici şükredici değil miyiz? der.

            Allah-ü Teâlâ Hz.leri;

            Evet! Sizler bana şükredicilersiniz. Fakat onların zikri bana daha hoş geliyor. Onların kalbine nefis verdim, mal sevgisi, makam sevgisi, evlat sevgisi, her türlü sevgiyi verdiğim halde; kalplerindeki sevgileri tevhid nuruyla attılar. Masiva kalmadı kalplerinde. Nazargahım kalpleri oldu.

            Yere göğe sığmam, mümin kullarımın kalbine sığarım.

            Onlar benden rızamı istiyorlar. Onun için sizden çok üstündür, buyurdu”.

            O halde devam ediniz. Ben üzerinize rahmetin indiğini gördüm ve size ortak olmak istedim, buyurdular. (Taberani)

            Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;

“Allah-ü Teâlâ buyuruyor ki;

            ─Ben kulumun zannı (ne ise) ona göreyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer (kulum) beni kendi kendine zikrederse; ben de onu kendi zatımda zikrederim. Eğer kulum beni cemaat içerisinde zikrederse; ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim.” (Buhari, Müslim,)

            Rasulullah (sav) Efendimiz bir başka hadisi şeriflerinde;

           ─(Ey ashabım!) Eğer cennet bahçelerine uğrarsanız; o (bahçelerde) çok kalın.

          Sahabeler sordular:

            ─Ya Rasulallah cennet bahçeleri nerelerdir?

Rasulullah Efendimiz buyurdu ki;

            ─Zikrullah Halakalarıdır. (Tirmizi )

Her kim ki, cemaatle sabah namazını kılar, (namazdan) Sonra güneş doğuncaya kadar (cemaatle veya tek olarak) zikrullah yapar, bundan sonra da iki rekât namaz kılarsa; onun için tam bir hac ve umre sevabı vardır. Tam bir hac ve umre sevabı vardır. Tam bir hac ve umre sevabı vardır. (Tirmizi)

            Muaz Bin Cebel (ra) şöyle anlatıyor:

Son konu?mamyzda Hz. Peygambere (sav);

            ─Ey Allah’ın Rasulü! Allah-ü Teâlâ katında amellerin en şereflisi hangisidir? diye sordum.

            ─Dilin, Allah’ın zikrinden dolayı yaş olduğu halde ölmendir, buyurdu. (H.Sahabe)

Cabir (ra) ?öyle anlatyyor:

            Bir gün Medine mezarlığında bir ateşin yanmakta olduğunu görerek oraya gittik. Hz. Peygamber (sav) yeni açılan bir kabre girmişler, orada bulunanlara;

            ─Cenazeyi bana uzatınız, buyurdu.

            Onu ayakları tarafından Hz. Peygamber (sav)’e uzattılar. Sonradan bu kişinin yüksek sesle zikir yapan bir sahabe olduğunu öğrendim.(Ebu Davud,)

            Abdullah Zulbacadeyn denilen mübarek sahabe daima yüksek sesle zikrullah yapardı. Bir gün Hz. Ömer (ra) onun hakkında;

            ─Acaba riyakârlık mı yapıyor? dedi.

            Hz. Peygamber de (sav):

            ─Hayır! O yanık halde Allah’a yalvaran birisidirbuyurdular. (Riyazüs-salihin.)

            Abdullah bin Amr (ra) der ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

            “Tesbih Sübhanallah; mizanın yarısını, Elhamdülillah; ise tamamını doldurur. La İlahe İllallah sözüne gelince; onun sevabı hiçbir maniye takılmadan doğruca Allah’a gider.” (Tirmizi)

            Cabir (ra) demiştir ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

            “Zikrin Faziletlisi  ‘La ilahe İllallah’ (demek) tir. Duaların en faziletlisi ise ‘Elhamdülillah’ demektir.” (Nesai)

            Abdullah Baba(ks), ayetler ve hadisler ışığında Allah’ı (cc) zikreden bir kul idi. Hiçbir zaman Kur-an ve Sünnet yolundan çıkmaz, usul ve adaba riayet ederdi. Sabah namazını eda ettikten sonra, güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikir ile meşgul olurdu. İkindi namazından sonra da, kerahat vakti çıkıncaya kadar yine zikir ile meşgul olur; şu hadisi şerifi okurlardı:

            “Yemin ederim ki! Sabah namazından sonra Allah’ı (cc) zikreden bir toplulukla oturmam, ( ve onlarla ) zikretmem; benim için Hz. İsmail (as)’ın soyundan bir köleyi âzat etmekten çok daha hoştur. Ve yine yemin ederim ki! İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar Allah (cc)’ı zikreden bir cemaatle oturmam; bana dört köle âzat etmekten daha sevgilidir.” (Ebu Davut)

Fahri Kâinat Efendimiz (sav) Hz.leri şöyle buyuruyor;

            “Rabb’ini zikreden ve zikretmeyen kişilerin misali; diri ile ölü gibidir.” (Buhari)

Rabbini zikreden diri, zikretmeyen ise ölüye benzetilmiştir.

            Ebu Hureyre Hz.lerinden şöyle nakledilmiştir;

            Hz. Peygamber (sav) buyurdu ki:

            ─ Müferridler (derece olarak) herkesi geçti.

            Sahabeyi Kiram sordular:

            ─ Ya Rasullallah Müferridler kimlerdir?

            ─ Allah’ı çok zikreden erkekler ve hanımlardır.(Müslim)

           

           Ebu Said el Hudri (ra) derki;

            Bir gün Hz. Peygambere (sav);

            Kıyamet gününde, Allah katında derece bakımından insanların en üstünü kimdir? diye soruldu.

            ─ Allah’ı çok zikredenlerdir” cevabını verdiler.

            Bunun üzerine:

            ─ Ey Allah’ın Resulü! Bunlar Allah yolunda savaşanlardan da üstün müdürler? diye sordum.

            ─ Allah yolunda savaşan kişi, elindeki kılıcı parçalanıncaya ve kendisi de kana boyanıncaya kadar kâfirlere ve müşriklere kılıç sallasa, yine de Allah’ı çok zikredenler derece bakımından daha üstündürler, buyurdular.(Tirmizi)

           

           Ebu Said El Hudri (ra) Hazretleri, Hz. Peygamber(sav)’in şöyle buyurduğunu nakleder:

            Kıyamet günü Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur:

            ─Mahşer halkı (elbette) kerem ehli olanları bilip tanıyacaklardır”.         Denildi ki:

            ─ Kerem ehli kimlerdir Ya Rasulullah?

             Buyurdu ki:

            ─ Zikir meclislerinin ehlidir. (İmam Ahmed.)

İbn-i Abbas (ra)’dan, Hz. Peygamber (sav) buyurmuşlardır ki:

            “Üç kişi iblisin ve askerlerinin şerrinden masumdur. (iblis onlara zarar veremez) Gece gündüz Allah’ı çok zikredenler! Seherlerde istiğfar edenler! Allah korkusuyla ağlayanlar!”(Ramuzul Ehadis)

            Peygamber (sav) Efendimiz;

            “Zikrullahı çoğaltın. Hatta öyle ki; size deli desinler”(İbn-i Habban)

            “Ey inanlar! Allah’ı çokça zikredin. Ve Onu sabah akşam tesbih edin. Sizi karanlıktan aydınlığa çıkarmak için üzerine rahmet gönderen O’dur. Merhametlidir.” (Ahzap /41,42,43)

            “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi zikirden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafıkun /9)

            “Her kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, (Rabbin) Onu git gide çetin bir azaba uğratır.” (Cinn /17)

Allah-ü Teâlâ Hazretleri ayet-i kerimesinde;

          “Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin zikredilmesine engel olan ve o yerlerin (mescitlerin) harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır? Aslında bunların o yerlere (mescitlere) korkarak girmeleri gerekir. Bunlar (Allah’ı zikre mani olanlar) için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.” (Bakara /114) buyurmaktadır.

            Peygamber (sav) Efendimiz ise hadis-i şeriflerinde;

            “Bir mecliste oturan topluluk Allah’ı zikretmeden, o meclisten ayrılırlarsa bir eşeğin leşinden ayrılmışlar gibidir. Zikrullah yapmadan ayrılan bir topluluk kıyamet gününde hüsrana uğrarlar.”(Buhari)

            Yukarıda bahsedilen hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere, cemaatle zikrullah yapmak çok önemli bir ibadettir. Öyle ki, “La İlahe İllalah” diye zikretmenin sevabı anlatılmakla bitmez. Zira Hz. Peygamber (sav) buyurmuşlardır ki;

            “Zikrin en faziletlisi La ilahe İllallah demektir.”

            Cemaatle zikrullah halkasına katılmayanlar pek büyük bir sevabı kaçırdıkları gibi, bundan başka büyük vebal altına girmiş de olurlar.

            Ebu Vakıd El Haris bin Havf (ra) demiştir ki;

“Muhakkak ki Rasulullah (sav) mescide insanlarla beraber oturuyordu (Allah’ı zikrediyordu) O esnada üç kişi (mescidden) içeri girdi. İkisi Rasulullah’a (sav) doğru geldi. Diğeri gitti. (O gelenlerden birisi) ön halakanın birinde bir boşluk buldu ve oturdu. Diğeri de (rahatsızlık vermemek için) arkalarına oturdu. Üçüncüsü de zaten arkasını dönerek çekip gitmişti. Rasulullah (sav) zikrullah bittikten sonra dedi ki;

            ─ Size şu üç kişiden haber vereyim mi?

            Birisi Allah’ a yüzünü döndü. Allah Teâlâ ona acıdı (ve affetti)

            Bir diğeri zahmet etmekten çekindi (arkaya oturdu) Allah Teâlâ da onu mağfiret etti.

            Sonuncusuna gelince (Allah’ı zikirden) yüz çevirdi. Allah Teâlâ da ondan yüz çevirdi.” (R.salihin)

            Enes Bin Malik (ra)’den Hz. Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmuşlar;

            “Yalnız Allah rızası için ihlâsla Allah’ı zikretmek kastıyla oturmuş hiçbir topluluk yoktur ki; semadan bir münadi (melek) onlara şöyle nida etmesin:

          (Haydi) mağfiret edilmiş olarak kalkın, muhakkak ki günahlarınız sevaba çevrildi.” (İmam Ahmed)

           Camilerde ve mescidlerde cehri (yani açıktan) ve yüksek sesle zikrullah etmek caiz midir? sorusuna fetva âlimleri şöyle cevap vermişlerdir:

            Kerahat dahi olmadan caizdir. (Ali Cemali Efendi Fetvaları)

            Fakih Ebul-Leys, Tenbihulgafilin isimli eserinde demiştir ki;

            “Mescitlerde zikrullah dışında sesi yükseltmek haramdır.”

            İmam Gazali, insanoğlunun tek başına Allah’ı zikretmesiyle cemaatin zikretmesini, tek başına ezan okuması ve cemaatin (birkaç müezzinin birden) ezan okumasına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: “Nasıl ki cemaatle ezan okuyan müezzinlerin sesleri havanın yoğunluğunu tek müezzinden daha fazla yarıyorsa; cemaatin zikri de kalbin üzerinde tesir ve kalın gaflet perdelerini kaldırmak bakımından tek kişinin zikrinden üstündür.” (İbn-i Abdin Terc)

            Ebu Said Hadimi Hz.leri El Berika kitabında buyuruyor ki:

          “Zikrin açıktan yapılmasına gelince onu bazıları men ettiler, diğerleri de caiz gördüler. Fakat Bezzaziye isimli fıkıh kitabındaki sözün neticesi Cevaz yönünün tercih edilmesi eserlerden ve fakihlerin kavillerinden muhalif olan yönün ise te’vil edilmesidir.”

           Ebussuud Efendi merhumun cehri zikir hakkında ki risalesinin neticesi ancak cehri zikri caiz kılmaktır. Ve mutlak şekilde onun (aşikâr zikrin) kılınmasıdır. İki tarafın delillerini birleştirmek ve tercih etmekle hususi bir risalede açıktan zikrin caiz oluşunu geniş bir şekilde anlatmış olduk.

         Aynı konu, Mecmuunnevazil ve Fetva ve Haniye ve Sigiyye ve Sagır ve Mültekit Ve Tecnis kitaplarında mevcuttur.

            Şu hususu da ilave etmek gerekir: Muhakkak ki hamamda yüksek sesle Kur’an-ı Kerim okumak mekruhtur. Hafi (gizli) sesle okursa mekruh olmaz. Yüksek sesle de olsa tesbih (Subhanallah) demek, tehlil (Lailaheillallah demek) mekruh olmaz. (Umdetülekrar kitabı).

            Necasetin bulunması ve avret yerlerinin açılması ihtimali varken bile hamamlarda yüksek sesle zikir caiz olur da, niçin mescitlerde yalnızken yüksek sesle zikir caiz olmasın? (Cami)

            Çoğu zaman olurdu ki; Nebi (sav) ashabıyla beraber zikirleri, tesbih ve tehlili yüksek sesle yapardı. (Bustanulen)

İMAM GAZALİ HAZRETLERİ;

Nübüvvet ve Risalet Hz Muhammed (sav)’de son bulduğu halde, mirası nübüvvet olan, velayet ve velayetin en yüksek kademesi olan kutbiyyet kıyamete kadar devam eder. Hadis-i Şerifte buyrulan; “El ulemai vereset-ün enbiya ve ulemâi ümmeti ke enbiyai Beni İsrail” buna işarettir. İmamı Gazali (ra) Hazretleri “el munkızu mineddalal” isimli eserinde şu izahatı yapmaktadır:

“Zahiri ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi Tasavvuf üzerine verdim. Yakinen anladım ki hak yolunda olanlar ancak Tasavvuf erbabı olan dervişlerdir. Onların iç âlemleri (kalpleri ), yolları ve ahlakları en güzel şekildedir. Eğer akıl, ilim ve hikmet sahipleri bir araya toplanıp da dervişler tarikatını değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir YOL BULALIM DİYE BİRLEŞSELER, MÜMKÜN DEĞİL BULAMAZLAR.”

 

            İMAM ŞAFÎ HAZRETLERİ;

 

Celaleddin-i Suyûtî Hazretleri’nin, ‘Teyidü’l Hakikati’l Aliyye’ adlı eserinin on beşinci sayfasında der ki:

-Sofiyye ile sohbetim esnasında kendilerinden üç şey istifade ettim:

  1. Zaman bir kılıçtır o seni keser.
  2. Kendini hakla meşgul etmezsen batıl seni istila eder.
  3. Kendine hiçbir varlık isnad etmemek erbab-ı ismetten olmak demektir.

 

 

FAHREDDİN-İ RAZİ HAZRETLERİ

 

Herat’da 606 hicrî tarihinde vefat eden müfessir İmam Fahrüddin-i Razî Hazretleri; ‘Müslimlerle Müşriklerin İtikadları’ adlı eserinin sekizinci bâbında sofiyye ahvalinden bahsederken der ki:

‘İslamî fırkalar arasında sofiyyeyi zikretmemek hatadır.

Zira sofiyye sözlerinin hülasası şudur:

Allah’ı bilmenin yolu kalbin masivadan tasfiyesi ve alâik-i bedeniyyeden tecerrüddür. (bedeni alakalardan sıyrılmaktşr.) Bu ise güzel bir yoldur’.

 

İMAM FAHREDDİN-İ RÂZÎ (KS) Tefsir-i Kebir’inde Fatiha suresindeki: “(Ya Rabbi) Bizi, o kendilerine nimet verdiğin mesutların yolu olan doğru yoluna hidayet eyle.” (Fatiha; 5-6)  ayet-i kerimesinde: “Bir kimsenin ancak bir mürşidi kâmile teslim olup manevi dairesine girmek suretiyle, kendilerine nimet verilen kişilerin doğru yoluna hidayet olabilir.” diye işaret ettiğini söylemiştir.

İMAM NEVEVİ HAZRETLERİ

İmam-ı Nevevî Hazretleri, ‘el-Makâsıd’ adındaki eserinde der ki:

‘Tarik-i tasavvuf’ta beş asıl vardır.

  1. Zahir ve batında takvayı şiar etmek.
  2. Sözlerinde ve işlerinde Sünnet-i Nebevî’ye uymak.
  3. İkbal ve idbar zamanında halktan bir şey beklememek.
  4. Az olsun.
  5. Ferah ve sıkıntı zamanında Hakk’ı düşünüp O’na rücû’ edebilmektir’.

 

MUHADDİS AHMED B. HACER HAYSEMİ (KS) HAZRETLERİ;

 

Fetava-i Hadisiye isimli eserinde şöyle buyurmuştur: “Hülasa olarak Allah-u Zülcelal’e süluk eden şahıs için en güzel yol, bu söylenenlere vasıl olmak için, bir tabib-i azam olan mürşid-i kâmile tabi olup, tedavisinin altına girmektir.”

 

 

 

HÜCCET-ÜL İSLAM İMAM GAZALİ (KS) HAZRETLERİ;

Sufiyyeye dâhil olmanın ve onlarla beraber bulunmanın, farz-ı ayn olduğunu söylemiştir. (Şerh’ul Hikem li İbn Uceybe;1/7)  Çünkü hiçbir kimse kusurlardan ve manevi hastalıklardan beri değildir. Yalnız bu durumdan peygamberler hariçtir, manevi hastalıklardan ve kusurlardan kurtulabilmek için mutlaka bir mürşid-i kâmile teslim olup intisab etmek gereklidir, demektedir.

 

4 HAK MEZHEBİN iMAMLARI TASAVVUF’A GİRMİŞLER MİDİR? 

Dört büyük mezhebin kurucusu olan imamların bizzat kendileri, çağdaşı olan şeyhlerin tarikatına dahil olmuşlar mı? Ferdî veya toplu zikir meclislerinde onlarla bir arada bulunmuşlar mı? Teveccüh ve mukabele ile yapılan niyaz merasimlerine katılmışlar mı? Tasavvuf ve tarikat büyüklerine karşı mütevazı bir tavır takınıp onlara karşı saygı ve hürmet göstermişler midir?

CEVAP;

Mezkûr imamların hepsi de bir şeyhe intisap etmişler ve ondan ma’nen feyz almışlardır.

Nitekim İmam-ı Azam Hazretleri, vefatlarından iki sene önce kendi öğrencilerinden birine intisap ederek tarikat yoluna dahil olmuş, vefat ederken de: «Son iki senem olmasaydı helâk olurdum» buyurmuştur.

İmam Şâfi’î Hazretleri ise, aslen ümmî, fakat gönlü ilm-i ledünni ile dolu Şeybân-ı Râ’î Hazretleri gibi bir zatın önünde, anasının dizi dibinde oturan bir çocuk gibi mütevazı bir tavır içinde bulunur ve teveccüh için beklerdi. Hatta İmam-ı Hanbelî Hazretleri:

—Ya İmam-ı Şâfi’i! Şeybân-ı Râ’î gibi bir ümmiye karşı niçin bu kadar tevazu gösteriyorsunuz?» diye sorduğunda O:

—Ya İmam-ı Hanbelî! Bizim ilim ve iman konusundaki sözlerimiz bu zatta fiilen yaşanılan bir hâl ve davranış şeklinde tezahür etmiştir» diye cevap vermiştir. Hatta İmam-ı Hanbelî Hazretleri, imtihan etmek ve ilmî seviyesini ölçmek maksadıyla Şeybân-ı Râ’î Hazretlerine, fıkhın en çetrefilli meselelerinden birkaç soru sormuş, aldığı pek ince ve nükte dolu cevap karşısında hayret etmekten kendini alamamış ve düşüp bayılmıştır. Bu hâdiseden sonra da İmam-ı Şâfi’î ile birlikte Şeybân-ı Râ’î Hazretleri’nin zikir ve sohbet meclislerine katılmışlar, diğer âlim ve öğrencilerine de süfiyye meclislerine devam etmelerini tavsiye buyurmuşlardır. İmam-ı Azam Ebu Hanife rahmetullah aleyh’in vefatından iki sene önce sûfiyye yolunu benimseyerek talebelerinden birine intisâb edip ondan tarikat aldığı, vefâti esnasında da «Ömrümün son iki senesi olmasaydı Nu’man helâk olurdu» sözleriyle de bunu vecizeleştirdiği ve ölümsüzleştirdiği bilinmelidir.(Mektûbât-i Rabbani)

“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk” (Maide/48) sadakakallhulazim

“Hamd Âlemlerin Rabbi” bütün övgülerin ve kemal sıfatların sahibi âlemleri yoktan var eden yaşatan ve kemale erdiren Rahman ve Rahim olan bütün rızıkları veren, ahirette kendine iman edenlere rahmetini tahsis eden, din gününün maliki, mükâfat ve mücazat gününün sultanı Allah’a (c.c.) mahsustur. Her türlü hayır dua salât ve selam Allah’ın sevgili kulu, peygamberlerin efendisi Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa’ ya(s.a.v) ve onun tertemiz aile efradına ve kıyamet sabahına kadar ona ittiba edenlerin üzerine olsun.

Cenab-ı Hak Ayeti celilesin de buyurduğu üzere velayet kapysını açarak, Kur’an ve Sünnet sancağını peygamber varisi mürşid-i kâmillere emanet etmiştir. Onları Ümmeti Muhammed’e önder ve rehber kılarak feyiz ve nur kaynağı yapmıştır. Yüzyıllar boyunca nice mürşid-i kâmilin manevi hilafetinde dalgalanan bu nurlu sancak Üstadımız Cennet Mekân Abdullah Gürbüz (ks) Aziz Hazretlerine kadar ulaşmış, O’nun manevi feyz ve bereketiyle bütün dünyayı aydınlatmış ve aydınlatmaya devam etmektedir.

“Bana yönelenlerin yoluna uy sonra dönüşünüz banadır” 

Şunu doğru anlamak gerekir ki ehli tasavvuf mürşid-i kâmil deyince gerçekten kendisine uyulmaya layık bir Allah dostunu kasteder. Gerçek mürşid, ahlakı hamide ile muttasıf, takva ve edebde zirvedir, nur ve feyiz sahibidir. İnsan terbiyesinde ehliyetli ve irşad işinde izinlidir. Hz. Peygamber (S.A.S.)’in vârisidir.

 Aşk Eri HAZRETİ MEVLANA’MIZ;

“Eğer âhir zaman âfetlerinden, fitnelerinden kurtulmak istiyorsan hiç gecikmeden, hiç vakit kaybetmeden onun eteğini yakala. O bu âlemden ölü ve ancak Allah ile diri olan bir kuldur ki Allah’ın gölgesi gibidir.”

Dolayısıyla Mürşidi Kâmilden bi haber yaşamak, böyle bir cemaatten uzaklaşmak ve dini yalnız başına yaşamaya çalışmak çok zordur.

Çünkü Allah-ü Teâlâ Hz.leri; “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” (Enbiya/7) buyurmuştur. Bir Mürşidi kâmile tabii olup, onların irşad ve işaretlerine göre özümüzü, sözümüzü ve davranışlarımızı düzenlemek şer-i şerife uygun, güzel ve herkes için lüzumlu bir husustur. Rasulullah (sav) bir hadis-i şeriflerinde; “Aklı başında ve kâmil olan kimselerden, doğru yolu göstermelerini isteyiniz ki doğru yolu bulabilesiniz. Onları dinleyin, söz ve nasihatlerine uyun. Gösterdikleri yoldan dışarı çıkmayın. Aksi halde pişman olursunuz”, buyurmuştur. Tasavvuf, topluca tövbe etmek, birlikte zikretmek, şeytana ve avenesine karşı birleşmek, hak için birbirini desteklemek ve cemaat halinde Allah yolunda yürümektir. Cenab-ı Hak Ayeti kerimesinde; “Va`tasımu bi hablillahi cemian ve la teferraku” Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ayrılığa düşmeyin buyuruyor, Efendimiz (SAV)’de hadis-i şeriflerinde;“Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberinin (a.s.m.) sünnetidir.”buyurmuşlardır. Allah dostu Mürşidi kâmiller bu iki şahit üzerine kurdukları bu münevver yolda nice asi mücrimleri iman, İslam ve aşk değirmeninde öğütüp Allah’a dost olmalarını sağlamışlardır, Efendimiz (SAV)’in; “Sizin en hayırlınız kulları Allah’a, Allah’ı da kullarına sevdirendir” hadis-i şerifi gereği yaşarlar.  Onlar “TABİBÜL KULÛB” dür. Kalp doktorlarıdır. Onulmaz hastalıklara şifadır. AŞK ERİ Mevlana’mız öyle diyor;

“Bizim delilimiz, Celil olan Allah’ın vahyidir.

Hastalığı ilham ile anlarız. Biz kimseden de tedavi ücreti istemeyiz.

Ücretimiz noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tandır.

Onulmaz hastalıklara tutulanlara salâ!

Ey onulmaz hastalıklara tutulanlar koşun buraya! Bizim ilâcımız hastalara birebirdir.”

 

Nübüvvet ve Risalet Hz Muhammed (sav) de son bulduğu halde mirası nübüvvet olan velayet ve verasetin en yüksek kademesi olan kutbiyyet kıyamete kadar devam eder. Hadis-i Şerifte buyrulan; “El ulemai vereset-ün Enbiya ve ulemâi ümmeti ke enbiyai Beni İsrail” buna işarettir. İmam-ı Gazali (r.a.)Hazretleri “el munkızu mineddalal” isimli eserinde şu izahatı yapmaktadır:-“Zahiri ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi tasavvuf üzerine verdim. Yakinen anladım ki, hak yolunda olanlar ancak tasavvuf erbabı olan dervişlerdir. Onların iç âlemleri (kalpleri ), yolları ve ahlakları en güzel şekildedir. Eğer akıl, ilim ve hikmet sahipleri bir araya toplanıp da dervişleri tarikatını değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir YOL BULALIM DİYE BİRLEŞSELER, MÜMKÜN DEĞİL BULAMAZLAR.”

Tasavvuf öğretisine göre, gökteki yıldızlar gibi bu Ümmetin kandilleri, Hakikat Âlimi olan Mürşid-i Kamillerdir. Mürşidler Tarikat-ı Aliyye’nin en büyük uzvudur. Çünkü onlar Varis-i Enbiyadırlar. Bunlar; Allah’ı unutmaksızın daima zikredip duran, nimetlerine karşı nankörlük etmeksizin şükreden, emirlerine karşı isyan etmemek sureti ile itaat eden, gücünün yettiği kadar dinin prensiplerini yaşayıp yaşatan, her iş ve amelde adaletten ayrılmayan, kınayanın kınamasından korkmayan insanlardır. Bu özellikleri ile görüldükleri yerde Allah’ı hatırlatan bir işaret levhası ve dinin hükümlerini koruyan köşe taşıdırlar. Bu ümmet Allah Teâlâ’nın Muradı olan bir ümmet olması münasebeti ile bu ümmete Müslüman ismini vermiş, din olarak İslam’dan razı olmuş, Peygamber olarak âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed (sav)’i seçmiştir. Bütün bunlar O’nun bu ümmete olan şefkat ve merhametinin tezahürüdür. Üstadımız bir sohbetlerinde, Allah Teâlâ’nın bu ümmete olan şefkat ve merhametinden bahsederek buyurdu ki:

            Peygamber Efendimiz (sav) çok müteessir olduğu bir gün:

            Ya Rabbi! Beni, insanlara ve cinnilere Peygamber kıldın. Ömrüm kısadır, ümmetimin ömrü de kısadır. Ümmetim günahkârdır. Ümmetin ahir zamanda yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların hali ne olacak?, diye ağladı.

            Cenab-ı Allah O’nun yakarışına, derhal Cebrail (as)’ı yolladı. Cebrail (as):

              Allah’ın selamı var ya Muhammedül-Mustafa. Senin ümmetinin âlimleri, şeriatla amel edip, Tarikata sülûk eden, ihlâslı, takva olan âlimlerdir ki, bunlar senin varislerindir. Verasetül-Enbiyadır. Bunlar Beni İsrail Peygamberlerinin muadilidirler. Onlar senin ümmetini irşad edecekler. Cennetle müjdeleyici, cehennemle korkutucu olacaklar, deyince, Peygamber Efendimiz (sav):

            ─Elhamdülillah, Elhamdülillah, Elhamdülillah.

            Seyr-i Sülûkünü tamamlayıp, Allah Teâlâ’nın zâtında değil, sıfatlarında fani olan Mürşid-i Kamiller, sadece Peygamber Efendimizin (sav) varisi olurlar. Diğer şeyh ve Mürşitler hata yapıp, nefislerine uyabilirler. Mürşid-i Kamiller ise, asla hata yapmaz. Çünkü Peygamber Efendimizin (sav) ya Velayet nuru ile ya da Veraset nuruyla muhafaza olunurlar.

            Mürşid-i Kamile bir Peygamber gibi vahiy gelmiyor. Ve bir Peygamber gibi vahiy teminatı altında da değildir. Bundan kasıt, bir Peygamber gibi mucize ortaya koymak mecburiyetinde görülemezler. Bununla beraber onlar Allah’ın ordularından bir ordudur. Allah’ın orduları ise, O’nun bilgisi dâhilindedir. Nitekim:

            “Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Ve o insan için ancak bir öğütten ibarettir.” (Müddesir /31) buyurulur.

            Bazı bilginlerin açıklamasına göre ‘Rabbin Orduları’ndan maksat; bunlar Allah’ın Velilerinden oluşan topluluktur. Asırlardır onların İslam toplumundaki şerefli yerini ve faziletlerini, gerçek ilim adamlarından kimse inkâr etmemiştir. Rabbimiz (cc) buyurur ki:

            “Dikkat ediniz! Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar” (Yunus /62)

Öyleyse, kendini boş şeylerle oyalama. Bu yolun yol kesicilerine takılarak, gerçek saâdetten mahrum olma. Bilgisi kendisine fayda sağlamayan, İslam’ın edeb kültüründen mahrum ve nasipsiz kimselerin telkinleri seni oyalamasın. Faziletine inandığın bir mürşidin himmetine erişmek için acele etmelisin.

            Peygamberler ile (Allah cümlesine salât etsin) Evliyaullah’ın meslekleri aynıdır. Aralarındaki tek fark, Peygamberlerin ihtisas sahibi olmaları, delil ve hüccet getirmede mucizeye kadir olmaları ile Evliyaullah’ın onlara bağlı bulunmalarıdır. Nasıl ki peygamberlerin yolunu kesen yol kesiciler varsa, Allah dostlarının kapısına giden yolu kesenler de eksik olmayacaktır. Mevlana Halid el-Bağdadi (ks) der ki:

            “Kalb ehli tarafından gözetilmek isterseniz, inkâr ehlinin sözlerine kulak asmayınız. Allah (cc)’un bir kulundan yüz çevirdiğinin alametlerinden biri de, O kulun velilerin haysiyet ve şereflerine dil uzatmasıdır. Bu söz büyüklerin kelamıdır. Kim velilerin aleyhinde konuşulan sözlere kulak verirse, o da onlardan sayılır.”

            Yeryüzü kıyamete kadar Allah’ın evliyası ile şereflenecektir. Evliya, Velinin çoğuludur. Veli ise, araya isyan karışmamak üzere taatı devam eden kimsedir. Bir başka manada ise Veli; kendisine Allah’ın ihsanı aralıksız olarak devam eden kimsedir. Bir kimsenin hakikatte Veli olabilmesi için, bu iki vasfın gerçekleşmesi lazımdır. Peygamber nasıl masum ise, Velinin de Allah tarafından korunmuş olması lazımdır. (Reddü’l-Muhtar )

            Mürşid-i Kâmil olan zâtlar hakkında söylenmesi gereken söz; onların vasıflarının Allah Teâlâ’nın koruması altında olduğunu kabul etmektir.

            Mürşid-i Kamiller Allah’ın yeryüzündeki eminidirler. Onlarla beraberlikte çok hayır ve bereket vardır.

            “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” (Tövbe/119)

       Mürşid-i Kamiller kalp mütehassısıdırlar. Kötülüğü emreden nefsin hile ve desiselerine karşı geliştirdikleri metodla, kalpleri tamir etmede Allah onlara kabiliyet vermiştir. Sen, dinin emrettiği farzları, vacibleri ve diğer hususları, bir fıkıh âliminden alıp öğrenebilirsin. Mesela İslam akaidini bir kelam âliminden ya da İlm-i Kelama ait bir eserden öğrenebilirsin. Ama kalbinde oluşan fırtınaları, Kamil bir Mürşidin vereceği bir reçeteyle durdurabilirsin. Alimlerin ihtisas alanları değişik değişiktir. Nasıl ki kalp doktoru, ameliyat doktorunun sahasına karışmazsa, bilginler de, kendi ihtisas alanlarını aşan hususlara girmezler. Girmemelidirler. Çünkü bu Fizik ilmi değildir. Din ilmidir. Bu bakımdan, asrın getirdiği birtakım tereddütler, kalplerde olumsuz etkiler meydana getirmektedir. Bu tereddütleri gidermek için, mutlaka bir mürşide ihtiyaç vardır. “Efendim böyle bir zamanda bunlara ne gerek var!” denilemez. Gerçek saâdete, ilim ve amel bütünlüğü ile ulaşılır. Bu bütünlük, kalpte gelişmedikçe, bedene tesiri olmaz. Öyleyse, vasyflarını belirttiğimiz Mürşid-i Kamillere giderek, bu ihtiyaç giderilmelidir.                             

 “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim Ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”(Fetih/10)buyurmuştur.

Allah-ü Teâlâ Hazretleri’nin seçkin kullarından ve peygamber varisi dostlarından biat almış hakiki manada yetkili ve etkili bir üstadın manevi terbiyesine giren kişiye Allah’a dostluk davetiyesi verilmiştir. Bu öyle büyük bir devlettir ki üstadının şahsi maneviyyesi ve indi ilahiyyede ki değeri hürmetine nihayeti Allah’a ve Resulüne vuslattır. Elhamdülillah. Koca cihan sultanı Sultan Selim Han(Rahmetullahi aleyh)anlamış da ; ‘’Kâinata sultan olmak bir kuru sevda imiş, bir mürşidi kâmile bende (müridi) olmak her şeyden evlâ imiş ‘’ demiştir.

Bir gün sahabelerden biri Hz. Peygamber’e şöyle diyor:

Ey Allah’ın Resulü Seni o kadar çok seviyorum ki hep yanında kalmak istiyorum, eve gidince Seni özlüyorum ve Sana geliyorum. Düşündüm ki yarın ben de öleceğim Sen de, ben cennete girsem bile Sana nasıl ulaşabileceğim, Sen nebilerle beraber yüksek makamlarda olacaksın, orada Seni görmemek yanında olamamak, endişesi beni çok düşündürüyor ve çok üzüyor.’

Resulullah, ona o an herhangi bir şey söyleyemiyor, daha sonra şu ayet iniyor:

‘Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!’ (Nisa, 69)

Bu ayetin inmesinden sonra Allah’ın Resulü o sahabeye, yukarıdaki hadiste ifade edilen, ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir’ müjdesini veriyor. Ebu Hureyre diyor ki: ‘Hiçbir şey bu hadis kadar sahabeleri mutlu etmemiştir.

Başka bir gün başka bir sahabe, ‘Ey Allah Resulü kıyamet ne zaman kopacak?’ diye bir soru soruyor, bunun üzerine Resulullah da ona, ‘Sen kıyamete ne hazırladın? diye sorar. Sahabe, ‘Vallahi, Allah ve Resulü’nü sevmekten başka hiçbir şeyim yok.’ şeklinde cevap verir ve Allah Resulü de ona ‘Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın.’ buyuruyor.

İnşaallah öyle ümid ediyoruz ki bizlerde bu hadisle de anlaşılıyor ki, insan dünyada kimi severse ahirette de onunla beraber olur. Elhamdülillah Allah dostu büyük bir evliyayı seviyoruz ona bağlıyız onun gösterdiği şekliyle bıraktığı mirasa sahib çıkıyoruz ve inşaallah yarın mahşerde Onunla beraber Muhammed-ül Mustafa’nın (SAV) sancağı altında hep beraber olacağız.

 Cabir (ra) demiştir ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

         “Zikrin en faziletlisi “La ilahe illallah” (demek)tir. Duaların en faziletlisi ise “Elhamdülillah” (demek)tir. (Nesai ve İbn-i Hıbban)        

           Ebû Said El Hudri (ra) Hz.leri demiştir ki;

            Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdular:

            Musa (as) (Cenab-ı Hakka) dedi ki;

            ─Ya Rab! Bana kendisiyle seni zikredeceğim ve sana dua edeceğim bir şey öğret.

            Hak Teâlâ buyurdu ki;

            ─La ilahe İllallah, de.

             Hz. Musa (as):

            ─  Ben, ancak bana mahsus olan bir şey istiyorum, dedi.

            Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

            ─Ey Musa, eğer yedi kat gökler ve yedi kat yerler terazinin bir kefesine “ La ilahe İllallah” sözü diğer kefesine konsaydı, “ La İlahe İllallah” sözü ağır basardı.”(Tergib – Nesai)

            Abdullah Bin Amr (ra) der ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu;

            “Tesbih (sübhanallah) mizanın yarısını, Elhamdülillah ise tamamını doldurur. “La İlahe İllallah”(sözüne gelince) onun sevabı hiçbir maniye takılmadan doğruca Allah’a gider.”(Tirmizi)

            Ebu Hureyre (ra)’den rivayet olunmuştur.

            Hz. Peygamber (as) şöyle buyurdular :

            “Bir kul ihlâsla“La İlahe İllallah” deyince derhal semaların kapıları açılır ve işlediği büyük günahlar yok olup (La İlahe İllallah) sözü arşa çıkar.”(Tirmizi).

 

      Hz.Peygamber’e Salâvat Getirmenin Faziletine Dair Bazı

Hadis-i Şerifler

 

            Ebu Derda (ra)’dan;

            Rasulullah (sav) Efendimiz buyurmuşlar ki;

            “Her Cuma günü bana çok selavat getiriniz. Zira muhakkak ki (getirdiğiniz) selavatlar meleklerce kaydedilir. (Benim ümmetimden) hiçbir kimse yoktur ki bana salât getirdiğinde, onun selatü selamı bana arz olunmasın! Ta ki salât bitinceye kadar.”

Ebu Derda (ra) şöyle diyor:

            ─ Vefatından sonrada mı Ya Rasulullah?

Hz. Peygamber (sav):

─ Muhakkak ki Allah (cc) , toprağa Peygamberlerin cesetlerini yemeyi (çürütmeyi) haram etmiştir.” (Tergip)

            Ebu Hureyre (ra) den:

            Rasulullah (sav) buyurmuşlardır ki;

            “Kim bana bir salâvat getirirse; Allah da ona on salâvat getirir.” (Yani O’na On misli rahmet ve bereket verir.) (Müslim)

            Ebu Hureyre (ra)’den:

             Rasulullah (sav) şöyle buyurmuşlardır:

            “Muhakkak (Ümmetimden) bir kul benim üzerime (salât) selam getirince derhal Allah (cc) onu (selamını) ruhuma iletir. Ve ben de onun selamına karşılık veririm.” (Tergib)

            Şehid-i Kerbela Hz. Hüseyin (ra) Efendimiz demiştir ki:

Hz. Peygamber (sav);

            “Cimri kimse; Ben yanında anıldığımda (ismim geçtiğinde) bana salâvat getirmeyendir” buyurdu. (Tirmizi)

            İbn-i Mesut (ra) demiştir ki;

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

            “Muhakkak ki Allah’ın yeryüzünde dolaşan ve ümmetimin getirdiği salât ve selamlarını bana ileten melekler vardır.” (Tergib)

            Ammar bin Yasir (ra) den rivayeten:

            Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

            “Allah-u Teâla, benim kabrime vekil olarak, bütün mahlûkların seslerini işitebilen bir melek koyar. Ta kıyamet gününe kadar bir kimse bana salât getirdiğinde (O melek) derhal salâtı getirenin ve babasının ismini (Salatiyle beraber) bana iletir.

            Ve der ki:

            ─Bu falan oğlu falandır ve senin üzerine salât getirmiştir.”(Tergib)

            Hz. Peygamber (sav),bir sabah sahabelerinin yanına neşeli bir şekilde geldiler.

            ─Ey Allah’ın Rasulü! Sizi bu sabah çok neşeli olarak görüyoruz. Sebebi nedir?

Hz. Peygamber (sav) şöyle cevap verdiler:

            ─Evet haklısınız. Rabbimden bir elçi bana gelerek; “Ümmetinden sana, salâvat getirene Allah-u Teâlâ on hasene (sevap) yazar ve onun günahlarından on tanesini silerek onu on derece yükseltir. Ayrıca Allah-u Teâlâ ona, getirdiği salâvatın bir mislini getirir”, dedi.(Hayat-üs Sahabe ) 

            Ka’b bin Ucre (ra) şöyle anlatıyor:

            “Hz. Peygamber (sav) bir gün bize minberin etrafında toplanmamızı söylediler. Toplandığımızda da, minbere çıktılar ve bu sırada birinci, ikinci ve üçüncü basamaklara ayak bastıklarında “Âmin” dediler. Minberden indiklerinde;

            Ey Allah’ın Resulü! Bu gün, senden daha önce yapmadığınız bir şey işittik, dedik. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdular:

            ─Birinci basamağa ayak bastığımda Cebrail (as) gelerek, Ramazan ayına ulaşıp da bağışlanmayan kimse helak olsun!” dedi.

            Ben de; “Âmin” dedim.

            ─ İkinci basamakta da, yanında senin ismin geçtiği halde sana salâvat getirmeyen kimse helak olsun, dedi.

            Ben de; “Âmin” dedim.

            ─ Üçüncü basamakta ise; Ana babası ya da bunlardan birisi yanında yaşlandığı halde Cennet’e giremeyen kişi helak olsun, dedi.    Buna da: “Âmin” dedim. (Tabarani)

Günümüzde insanların kafasında bu noktada bazı şüphe ve soruları olmaktadır. Biz de meselenin aydınlanması için bu noktada kısa bir açıklama yapmayı uygun gördük. Evet, nasıl, ümmi Peygamber varsa ümmi Mürşid-i Kâmil de olur. Yeter ki bu zât sayılan vasıflara sahip olsun. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

          “Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!” (Araf /158)

         Burada şunu belirtelim ki; her insanın ilm-i halini öğrenmesi “farz-ı ayın”dır. Mesela; bir kişi, namaz, abdest ve nikâh gibi fıkıh meselelerini bilmeye mecburdur. Fakat bundan fazlası farz-ı kifâyedir. Öğrenmez ise mesul tutulamaz. Bu sebeple kimseye sen niye Arapça, fıkıh, ilm-i kelam öğrenmedin denilemez. Aynı şekilde bir Müslüman’ın içine düşmeyecek kadar gıybeti, hasedi, riyayı ve diğer kalp hastalıklarını öğrenmesi farz-ı ayındır. Fakat nefsi tamamen terbiye ve Allah’a vuslat yolu olan tarikata girmedi diye kimse de itham edilemez. En iyisi, insanları hem ilim öğrenmeye hem de tasavvuf yoluna teşvik etmektir.

            Son devirlerde kibir batağına saplanmış ve kalpleri kararmış bazı fasık âlimlerin evliyaullaha onlar cahilmişler biz ilme tabiiz diye hakaret ettiklerini görüyoruz. Allah bunlara hidayet eylesin, bilmiyorlar mı ki ilim ancak amel için öğrenilir. Öğrenip de amel etmeyenleri Yüce Rabbimiz kitap yüklü merkep olarak tarif etmektedir.(Cuma / 5) O halde, akıllı kişiye layık olan; kuru ilimle değil ilmi gönlüne sindire sindire yaşamaktır.

            Ayrıca unutulmasın ki sahabenin (Allah onlardan razı olsun) büyük çoğunluğu okuma yazma bilmezdi. Ancak yine sahabenin büyük çoğunluğu Mürşid-i Kâmil’diler. Daha sonra ki devirlerde ümmi pek çok Mürşid-i Kâmil gelmiştir.

            Şöyle bir nakille diğer bahse geçelim:

           Büyük hadis âlimi ve Halidiyye tarikatından Ömer Ziyaüddin (ks) Hz.leri’nin fetvalarında buyuruluyor ki; İmam Şafi Hazretleri (ra) Şeyban-ı Rai (ks) gibi ümmi bir kimsenin önünde, anasının önündeki sabi yavru gibi tevazu ile dururdu. Hatta İmam Ahmet bin Hanbel (ra) Hz.leri;

            ─Ya İmam Şafii, Şeyban-ı Rai gibi bir ümmi kimseye niçin bu kadar tevazu edersiniz diye sual ettiğinde İmam Şafii Hz.leri;

            ─Ey İmam Hanbel, bizim kâlimiz (yani söylediklerimiz) buna hal olmuştur, diye cevap vermiştir.

            İmam Şarani gibi bir büyük âlim de Aliyyü’l Havas Hz.leri gibi bir ümminin dervişidir. İmam-ı Şarani (ra) diyor ki; “Efendim Aliyyü’l Havas ümmi olduğu halde, kendisine sorulan ayetleri öyle tefsir ederdi ki o mecliste bulunan tefsir âlimleri hayretler içinde kalırlardı”.

            Ubeydullah-ı Ahrar, Ahmed Namık-ı Cami Ümmi Sinan (ks) gibi büyük pirlerde Ümmi Mürşid-i Kâmillerdendir.

            Efendimiz (SAV) ümmi idi o zaman ümmilik bizim anladığımız manadan çok daha farklı bir mâna ve hikmet taşıyor. Ümmül Kitab deniyordu Fatiha Suresine! Ümmül Kurâ deniyordu Mekke’ye. Kur’anın aslı Fatiha, şehirlerin aslı Mekke idi. Öze ait olmaktı Ümmî olmak! Oraya buraya aidiyet değil, özüne, gönlüne, hakiki boyuta ait olmaktı! Özüne dönendi Ümmî.

Ümmî olmak; her şeyiyle ümmete, Rasulullah’ın yoluna teslim olmaktı! Ümmî olmak; kalbi Allah diye çarpmak, nefesi Rahman kokmaktı!

Onun için ümmî. Topluluklar içinden seçilip süzülen kişi; Mustafa. Öne geçme deyince şimşek çaktı zihninde. Vakıa Suresindeki SÂBİKÛN=ÖNE GEÇENLER

Terzi Baba namıyla Anadolu’da yetişen büyük velilerden. İsmi Muhammed Vehbî’dir. Hayyât Vehbî diye meşhurdur. Terzi Baba’ya manevi hilâfet verilip, Allah-ü Teâlâ’nın kullarına, Allah-ü Teâlâ’nın dinini öğretmek ve mârifetullaha kavuşturmak vazifeleri verildikten sonra Terzi Baba’nın yüksek derecesi halk arasında duyulup, yayıldı. Herkes istifade etmek için ona geldi. Zamanla Terzi Baba’ya bağlı talebelerin sayısı günden güne arttı. Bu hâli çekemeyenler, onun hakkında dedikodu etmeye başladılar. “Ümmî bir cahilin başına bu kadar insan toplanmış. İlim olması lazım, ilim olmadan olmaz” diyorlardı. Hatta ilimden biraz nasibi olanlar da, bu gibi sözleri söylemeye başlamıştı. Bunun üzerine beldenin müftîsi, Terzi Baba’yı imtihan için davet etti. Maksadı ise, Terzi Baba sorulan suallere cevap veremeyince, cehaletini anlayıp, insanları irşâd, yol gösterme davasından vazgeçmesini temin etmekti. Terzi Baba, müftü efendinin davetini kabul edip gitti. Orada büyük bir ilim meclisinin toplandığını gördü. Müftü efendiye kendisini niçin davet ettiğini sorduğunda, müftü efendi ona; “Biz seni imtihan için davet ettik. Hakkınızda birçok dedikodu yapılıyor. Buna son vermek lâzım geldi. Şimdi bazı sualler soracağız. Siz cevap vereceksiniz.” dedi. Sonra Sıfat-ı sübûtiyyenin kaç tane olduğunu ve daha başka sualleri sordu. Terzi Baba büyük bir hakikati ortaya çıkarmak için; “Allah-ü Teâlâ’nın, bu şehirde yaşayanlara göre yedi, diğer beldelere göre sekiz tane sıfat-ı subûtiyyesi vardır. Bu beldeye göre Allah-ü Teâlâ’nın Subûtî sıfatları şunlardır: İlim, Semi’, Basar, İrade, Hayat, Kelâm ve Tekvin. Bu şehre göre Allah-ü Teâlâ’nın Kudret sıfatı yoktur. Çünkü bu şehir insanları Allah-ü Teâlâ’nın Kudret sıfatını inkâr etmektedirler. Eğer bu şehrin insanları Allah-ü Teâlâ’nın Kudret sıfatına inansalardı, Allah-ü Teâlâ bir ümmî kulunda, insanlara doğru yolu gösterme kabiliyetini yaratmaya kadirdir, derlerdi.” cevabını verir vermez, orada bulunanlar, Terzi Baba’nın ilm-i ledünnîye sahip, kâmil bir zat olduğuna kanaat getirip, ellerine kapanarak af dilediler. Ona gereken ikram ve hürmet gösterdiler.

               

İksiri Azamdır Sırrı Ehlullah

İksiri azamdır sırrı ehlullah
Haki gevher taşı kimya ederler.

Hakkın esrarına agâhtır onlar
Velâkin surete ihva ederler.

Bakma hakaretle derviş onlara
Köhne aba giyer arif onlara

Varisül enbiya denmiş onlara
Müjde gönülleri ihya ederler.

Emrahi halinle hali hal eyle
Kal ehlinden hemen infisan eyle

Mürşid eli bulda intisab eyle
Seni de Vasılı Mevla ederler.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hazretleri ibadete çok hassasiyet ve itina gösteren bir zâttı. Efendi Hazretlerinin, namaz vakti gelince kıbleye yöneldiği sırada mübarek yüzünde bir renk değişikliği meydana gelirdi. O’nun namaza hazırlanışı, bizlere sanki Hz. Ali (kvc)’nin namazını hatırlatırdı. Ezan-ı Muhammedi okunurken ve kamet getirilirken müezzin;

“ Eşhedü Enne Muhammeden Rasulullah” şehadetine gelince, Cennet Mekân Üstadımız; “Ya Nuri Ayni Fi Hayati-d Dareyn-i Muhammed (sav)” -Ey iki cihanda gözümün nuru Muhammed (sav)- methiyesini üç kere okur, başparmağının tırnak üstlerini öper, göz kapaklarının üzerini mesh ederdi. (şahadet esnasında bu şekilde söylemek müstehaptır.)

 

Abdullah Baba (ks) Hz.leri, farz namazlarını cemaatle birlikte kılardı. (Cemaatle namaz kılmak tek başına namaz kılmaktan yirmi yedi derece üstündür). Ayrıca, “Kim cemaatle kılınan namazın iftidah tekbirine imamla birlikte kırk vakit yetişirse, ona iki beraat yazılır. Cehennemden beraat ve münafıklıktan beraat eder”, hadisi gereğince namazın iftidah tekbirine yetişmeye de özen gösterirdi. Namazını tam bir gönül açıklığı ile kılardı.

 

Namazda rükû ve secdelerin uzun yapılmasını, rükû ve secdelerde acele edilmemesi gerektiğini söyler, kendisi de söylediklerini aynen uygulardı. Namaz dua ile tamam olduktan sonra bizlere bazı açıklamalarda bulunurlar şöyle söylerlerdi:

 

“Sizler; namazınızı kıldıktan sonra, Kur-an’ı Kerim okuduktan sonra, diğer ibadet ve taatlarınızdan sonra yaptığınız ibadetin nuru alnınızda belirir. Şeytan-ı lâin bu nura yaklaşamaz. Bir vesile ile o nuru almak için size türlü türlü vesvese verir. Yalan söylettirir, gıybet ettirir ve nihayetinde o nuru sizden alır. Gıybet ettiğiniz kimselere gönderir.”

 

Namaz hususunda çok titiz davranır ve bizlere de;

 

“Namaza gevşek davranmayın, devamlı abdest alın. Namaz vuslattır. Allah’ı sevmeye, yönelmeye, kavuşmaya en yakın an namazdır. Nafile namaz kılarken istediğiniz sureyi okuyun! Ne kadar uzun okursanız o kadar makbul olur!

 

Eğer sizler de kıldığınız namazların, yaptığınız ibadetlerin sevabını Peygamber (sav) Efendimize, diğer peygamberlere ve Allah dostlarına hediye ederseniz; kıldığınız namaz arz olunur ve size yedi yüz misli sevap verilir. Siz vefat ettikten sonra size şefaat edilir. Cennet-i Ala’da sizleri kendi makamlarına çağırırlar, izzet ve ikramda bulunup şöyle derler;

 

“Allah senden razı olsun! Sen dünyada iken beni hiç görmediğin halde; bana yaptığın ibadetlerinin sevabını hediye ettin. Ben de seni ona karşılık makamıma misafir ettim. Buyur! Gönderdiğin sevap kadar buradan faydalan” derler.

 

Bu şekilde sevabını hediye ettiğin ne kadar mübarek zât var ise; hepsi tek tek çağırır, misafir eder. Sizler de inşallah buna dikkat edersiniz.

 

Namaz kılarken, nefis ve şeytan size çeşitli vesveseler verir. “Kapı açık mıydı? Arkadan biri mi geliyor? Veya (kadınlara) çocuğun üstü mü açıldı?” gibi…

 

O anda “Ben Rabb’imin huzurundayım” diyerek o vesveseyi engellemeliyiz. Namazda ayetleri kulağımızın duyacağı kadar sesli okursak muhakkak vesvese azalır. Şeytanı lâin size bir secdede, bir de dua anında vesvese veremez. Namazı kıldıktan sonra “Benim namazım olmadı” diye hüküm vermeyin. Namazınız sahihtir ancak derece derecedir.

           

Namazdan sonra yaptığımız tesbihatın önemine binaen Efendimiz (sav) Hz.leri’nin şu hadisi şeriflerini bizlere söylerdi:

 

─Ben size, sizi geçenlere erişebileceğiniz, sizden sonrakileri geride bırakacağınız ve sizin yaptığınızı yapandan başka hiçbir kimsenin sizden daha üstün olamayacağı bir şeyi öğreteyim mi? diye buyurur.

Bunun üzerine ashab:

 

─Evet, ey Allah’ın Rasulü (öğretiniz), derler.

 

Efendimiz (sav) de:

 

─Her namazın peşinden otuz üçer defa tespih (subhanallah), hamd (elhamdülillah) ve tekbir (Allah-u ekber) okursunuz, buyurdu. (Ebû Dâvud)

 

Abdullah Baba Hz.leri, günümüzde namaza karşı gerekli özen ve ehemmiyetin gösterilmediğini şöyle açıklarlardı:

 

Mekruh olan üç türlü namaz vardır;

 

Hamal Namazı:

 

Üzerinde necis olur bekletirse, “Namazımı kılayım da sonra ihtiyacımı göreyim” derse, bu şekilde namaz kılmaya; Hamal namazı “kubur var” derler.

 

Seha Namazı:

Sıkıştığı halde, “şu namazımı kılıyım da ondan sonra abdestimi bozayım” deyip idrarını tutanlara derler.

           

Avcı Namazı:

Namaz içerisinde kendini Allah (cc) ile değil; etrafa bakarak meşgul edenlerin namazıdır. Bunların kılmış olduğu namaz da kabul olur; ancak sevabı az olur.

 

Efendi Hz.leri namazını cemaat ile kılıp dua edildikten sonra Kelime-i Tevhid’i (La İlahe İllallah) üç defa dört elif miktarı uzattırarak okuturdu. Hemen arkasından şu hadis-i şerifi okurlardı;

 

Peygamber (sav) Efendimiz, hadis-i şeriflerinde bizleri müjdeliyor;

Kim; namaz bittikten hemen sonra, cemaat ile Kelime-i Tevhid’i uzatarak açıktan gür bir sesle okursa, Allah-ü Teâlâ Hz.leri, o kulun dört bin günahını bağışlar” deyip kalkarlardı.

 

Şayet namazı ferden kılmış ise; muhakkak namaz sonu en az beş dakika tesbihat ile meşgul olur, Allah’ı zikrederdi.

 

Namaz sonu tesbihatı ise şöyle idi; otuz üç defa Ya Allah-u, yüz altmış altı defa Tevhid (La İlahe İllallah), yüz defa Ya Mü’min, yüz defa Ya Latif esmalarını okur, Otuz üç defa selamün kavlen min Rabbir-Rahim; dedikten sonra elini yüzüne mesh eder öyle kalkardı.

 

Efendi Hazretleri nafile ibadetlerle ve Allah’ı (cc) zikirle çok meşgul olurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra kerahet vakti çıkıncaya kadar Allah’ı (cc) zikreder, güneş doğduktan kırk beş dakika sonra işrah namazını kılardı. Bir müddet istirahat ettikten sonra öğleden önce saat 9:30-10:00 gibi duha namazını kılar idi.

 

Duha namazına ancak evvab (kendini Allah’a adayan) kişi devam eder” (Taberani)

 

Öğle namazının son iki rekât sünnetini dört rekât olarak kılardı. Çünkü öğle ve yatsı namazının son sünnetlerini iki rekâttan dört rekâta tamamlamak müstehaptır.

 

Kim öğleden önce dört, öğleden sonrada dört rekât namaza devam ederse Allah (cc) muhakkak onu ateşe haram kılar.”(sünen ashabı)

 

Efendi Hazretleri akşam namazından sonra altı rekât evvabin namazına devam eder, arkasından oturduğu yerde iki rekâtta kabir namazı kılardı.

 

“Kim akşam namazından sonra altı rekât namaz kılarsa deniz köpüğü kadar olsa bile günahları bağışlanır.” (Taberani)

 

Efendi Hz.leri, yatsı namazının son iki rekât sünnetini dört rekât olarak kılardı. Zira; yatsı namazının son iki rekâtını dört rekâta tamamlamak müstehaptır. (sünen ashabı)

 

Abdullah Baba (ks), geceleyin kalkarak teheccüd namazını eda ederdi. Teheccüd namazının ardından sabah namazına kadar zikrullah ile meşgul olurlardı.

 

“Gece namazı kılmalısınız. Çünkü bu sizden önceki salihlerin âdetidir. Zira gece namazı kişiyi Allah’a yaklaştırır, günahlardan alıkor. Kötülüklere kefarettir. Bedenden hastalıkları giderir.” (Tirmizi)

 

Abdullah Baba (ks) Hz.leri başına sıkıntılı bir durum geldiğinde hemen Allah-ü Teâlâ Hz.lerine secde eder, Cenab-ı Hak’tan yardım isterdi. Hiçbir zaman o sıkıntılı durumda başka bir şeye meyletmez, Halık-ı Zülcelâl Hz.lerine tam bir teslimiyet gösterir, nihayetinde o işin sonu hayra tebdil olur idi.

 

Sabır ve namaz bütün sıkıntıların ilacıdır. Kur’an-ı Kerim’de mealen buyruluyor ki:

“Ey iman edenler, Allah’tan sabır ve namazla yardım isteyiniz. Allah-ü Teâlâ elbette sabredenlerle beraberdir.” (Bakara – 153)

 

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, güneş tutulması olduğu zamanlarda nafile namaz kılarlardı. Kendileri bir defasında Konya’da iken güneş tutulması zuhur edince, hemen iki rekât namaz kıldı ve namazın bitiminde bu konu hakkında;

 

“Böyle günlerde Allah’a sığının, Allah’tan affı mağfiret dileyin”, buyurdular.

 

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri; kaza namazı kılmamızı söyler, bu konuda titiz davranırdı. Namaz borcu ve oruç borcu olanların hemen bu borçlarını kaza etmeleri hususunda ikaz ve işaret buyururlardı.

 

Efendi Hazretleri yolculuğa çıkmadan önce iki rekât namaz kılarlardı. Keza bir Müslüman’ın yola çıkacağı zaman ya da yolculuktan dönüldüğü zaman iki rekât namaz kılması menduptur.

 

Bir camiye girdiği zaman da iki rekât tahiyyat-ül mescit namazı kılardı.

 

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri; Üstadımın İslam’ı anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşamayı bizlere de nasip eylesin. Himmetinden, feyzinden, bereketinden ziyadesiyle istifade edenlerden eylesin. (Âmin)

Tarikat Allaha giden yol demektir.  Allah-ü Teâlâ Hazretleri: “Ve Biz, sizin her birinize bir Şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik” [1] buyuruyor. Bu yoldan kasıt Allah’a giden yoldur, yani Tarikat’tır. Rasulullah (sav) Rasulullah Efendimizin sünnetlerinin hepsi zaten Onun yoludur. Tarikat-ı Aliyye’nin özü Rasulullah (sav) Efendimizdir. Tarikat, Rasulullah’ın (sav) Efendimizin sünnetlerini ihya etmek ve ahlâkı ile ahlaklanmaktır.

Tarikatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, “Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?” şeklinde sorular sormaktadır. Tarikatın bütün esasları, zaten Rasulullah (sav)in tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir.

Cüneyd-i Bağdadi’nin ifadesiyle asr-ı saadette adı konmayan ama kendisi var olan manevi olgudur.

Cennet Mekan Abdullah Baba (ks) Hz.lerine tarikat nedir diye sorulduğunda;

Abdülkadir Geylani (ks)  Hz.leri, “ Şeriat bir ağaçtır. Tarikat onun dalları, marifet yaprakları, hakikat ise meyvesidir.” Buyurmaktadır. Şeriat, dini Mübin İslamiyedir. Allahu Teâla Hz.lerinin emir ve yasaklarıdır. Kuranı Kerime tabi olan, Peygamber Efendimiz (sav) Hz.lerinin sünneti seniyesini ihya edenlere şeriatçı denir. Şeriatla tarikat ayrı değildir. Tarikat şeriatın takva yönüdür. Bir misal vermek gerekirse, bir insan yaşantısında beş vakit namazını kılar, tarikatçı ise abdestsiz yere basmaz, beş vakit namazını kılar. Sabah namazını kılar ardından keraat vakti bitine kadar Allahu Teâlâ’yı zikreder sonrasında işrak namazını kılar. Öğle ve yatsı namazının iki rekat olan son sünnetlerini dört rekat kılar. Akşam namazından sonra altı rekat evvabin namazı kılar. Seher vakti kalkar zikrullahını, ibadetini, tefekkürünü yapar. Bunları yapanda ne olmuş oluyor, tarikatçı olmuş oluyor. Şeriat tarikat birdir. Tarikat takva yoludur.  Ayeti Kerimesinde Allahu Teala Hz.leri ; “Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız takvaca en ileride olanınızdır.” [2] Buyurmaktadır. Tarikatı anlatırken kavramlar içinde boğulmaya da gerek yoktur Tarikat kısaca Peygamber Efendimiz (sav) Hz.lerinin sünnetini ihya etmektir. Allahu Teâla Hz.lerinin bizlere bu makamlara ulaştırmasının yegâne sebebi duyduğumuz, okuduğumuz bütün hadisi şerifleri ihya etmeye çalışmamızdan dolayıdır.” Buyurmaktadır.

Tarikat, tasavvuf karşıtı insanların oluşturmaya çalıştıkları olgu “tarikatla açıklayan hadis ya da ayet var mı?”  Evet var! Efendimizin yaşantısı, bütün hadisi şerifler, onun Üsve-i Hasenesi tarikatı açıklar. Cennet Mekân Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin de buyurduğu üzere Allah’ın emir ve yasaklarına uymak şeriat, Rasulullah Efendimiz (sav) Hz.lerinin fiili, kavli, takriri olan sünnetlerini İhya etmeye de tarikat denir.

Kuran-ı azimüşşan da Peygamber Efendimizden bahsederken yüce yaratan “Muhakkak ki sen; büyük bir ahlak üzerindesin” [3] buyurmaktadır. Onu takip etmek, onu taklit etmektir tarikat.

“ Allah’a itaat edin, Rasule de itaat edin (ona karşı gelmekten) sakının. Eğer yüz çevirirseniz (kendinize yazık etmiş olursunuz).” [4]

Allah-ü Teâlâ Hazretleri: “Ve Biz, sizin her birinize bir Şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik”    derken,  Biz size emir ve yasaklarımızı verdik, bu emir ve yasakları da uygulayacak bir yol gösterdik. O yol da Muhammed Mustafa (sav) yoludur. Allahu Teâlâ yolun esaslarını, uygulamanın nasıl olacağını Cebrail (as) vasıtasıyla Peygamber Efendimiz (sav) Hz.lerine göstermiş ve ümmetine de Muhammed’ime böyle gösterdim, dolayısıyla O’nun yolu da Benim yolumdur. “Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” [5] Buyurmuştur. Onun ne kadar hadisi şerifi varsa Peygamber Efendimizin ahlakıdır.

Hz. Ali, Peygamber (sav) Efendimize sünnetinin ne olduğunu sormuş, Peygamber Efendimiz (sav) de şöyle buyurmuştur:

“Marifet servetimdir, akıl dinimin temelidir, sevgi esasımdır, şevk bineğimdir, (Allah’ı) zikretmek/hatırlamak ünsiyetimdir, güven hazinemdir, hüzün arkadaşımdır, ilim silahımdır, sabır elbisemdir, (Allah’ın) rızası ganimetimdir, acizlik övüncümdür, zühd hırkamdır, yakin kuvvetimdir, doğruluk şefaatimdir, (Allah’a) itaat bana yetendir, cihad ahlakımdır, gözümün nuru namazdır.” [6]

Mümin şeriatı ahkâmı uyguladıkça derecesi yükselir, nefis mertebelerini geçmeye başlar. Allahu Teala Ayeti Kerimesin de “Bizim uğurumuzda mücahede edenlere gelince elbette biz onlara yollarımızı gösteririz [8] ve  “Andolsun biz üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratılanlardan habersiz değiliz.” [9] buyurmuştur. Ayet gecen “yedi yol yarattık”  kısmının iki ciheti vardır. Birincisi yedi kat gök olarak yorumlanmış, ikincisi ise müminin Allah vuslat yolunda kat ettiği yedi nefis mertebesi olan, emmare levvame, mülhime, mutmainne, radiye, mardiye, safiye olarak yorumlanmıştır. İnsan bu yedi yol üzerinden tekamül eder yani ilerler. Müslüman mülhime makamındadır. Rasulullah Efendimiz ’in  (sav) sünnetini İhya etmeye başladığı zaman kalbine ilhamlar gelir, nefsi mülhimeye geçer. Allaha vuslat yolculu safiye makamına kadar gider.  

Bu kavramları bilmeyenlere, bu güzellikleri tatmayanlara ne anlatabiliriz ki! Taraikat sanki dinden ayrı bir şeymiş gibi algılasalar da dinden ayrı bir şey değildir.

Yunus Emre Hz.lerinin dediği gibi;

“Şeriat, tarikat yoldur varana

Hakikat, marifet andan içeri”

 

Konuyla ilgili benzer sorular:

Peygamber Efendimiz zamanında tarikat var mıydı? Varsa eğer Peygamber Efendimizden itibaren tarikatlar bu güne kadar nasıl gelmiştir?

Abdullah Baba hangi tarikatın şeyhidir? On iki tarikattan mesulse kişi hem Kadiri hem Nakşi dersi alabilir mi?

Tarikatların amacı nedir?

[1] Maide Suresi  48

[2] Hucurat Suresi 49

[3] Kalem suresi 4

[4] Maide Suresi 92

[5] Nisa Suresi 80

[6] Kady Iyaz, ?ifa, s. 204

[8] Ankebut Suresi 69

[9] Mü’minun Suresi 17

Allah (Celle Celâlühû) indinde en üstün olan insan takva olan insandır. Irkıyla soyuyla, sopuyla, Arap’ın Acem’den, Kürdün Türk’ten, Türk’ün Hollandalıdan, Amerikalıdan üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. Allah’ın (Celle Celâlühû) emirlerini tutup haramlardan kaçan, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin sünnetini ihya eden insanlar takvadır. Allah (Celle Celâlühû) indinde en muteber olan bunlardır. Bu takva olan insanlardan İki yüz yirmi dört bin tane evliya var. Haddini Allah (Celle Celâlühû) bilir.

Bu evliyalarda üç türlü olur;

Birincisini; Allah’ım (Celle Celâlühû) bilir de, kendisine bildirmez; “O, Benim evliyam” deyip, O’nu Settar ismi şerifi ile setreder, saklar, “Ey müminler sizlerin arasında, Benim dostlarım, Benim evliyalarım var,  yerler, içerler, gezerler, ama sizler bilemezsiniz”, buyurur.

İkinci evliyasını; Hem Allah’ım (Celle Celâlühû) bilir hem dost olduğunu, evliya olduğunu Kendisine bildirir.

Üçüncü evliya da; ulul azam evliyadır. Bu gizlenmez. Hem Allah’ım (Celle Celâlühû) bilir, hem kendisine bildirir, hem de insanlara bildirir. Halk onu gördüğü zaman;

 “Allah Allah! Bu adamı nerede gördüm?  Bu adam nereli ki, nasıl adammış, hangi camide rastladım?” diye düşünür. Daha önceden tanıyormuş gibi ona sevgi duyar. İnsanlar onu rüyasında görür. O rüyalarda da irşatçıdır. Müminlerin ikaz ve irşadına memur olduğu için, Cenâb-ı Allah ulul azam evliyasına kullarına da bildirir.

Şimdi evliya deyince, insanlar hep; hata yapmaz, günah işlemez, melek gibi peygamber gibi zatlar zannediyorlar. Hâşâ sümme hâşâ!

Ahirette de göreceksiniz; ehl-i tasavvuf, dünyada ki manevi askerlerdir. Neyin askeri? Allah’ın (Celle Celâlühû) askeri elbette ki. Nasıl zahiri askerler varsa ve ayrı ayrı hava kuvvetleri, kara kuvvetleri, deniz kuvvetleri diye ayrılmışsa, bunlarında ayrı ayrı sınıfları varsa, Cenâb-ı Zülcelâl Hazretlerinin de dünyamızda da ayrı ayrı bölgelerde, ayrı ayrı yerlerde hem hava, hem kara, hem denizde evliyaları var. Nasıl asker denildiği zaman, erinden generaline kadar hepsine asker deniliyorsa ve hepsinin rütbeleri farklı farklı, kimi onbaşı, çavuş, başçavuş, asteğmen, üsteğmen, yüzbaşılıktan orgeneralliğe kadar yükseliyor ise, evliyaların da kendi aralarında sınıf ve rütbeleri vardır. Evliyalar yaptıkları kullukları ve hayırlarla rütbelenir. Cenâb-ı Allah zerre kadar hayırlarını zayi etmez.

Bu evliyaları nasıl bilelim, bunu bilebilmek için dilimize sahip olmamız lazım, kalbimize sahip olmamız lazım. Kalben Allah’a (Celle Celâlühû) teveccüh etmemiz lazım.

Peki, ulu-l azam evliyası nasıl bilinir? Şeyh nedir?

Arabistan’da kunduracıların şeyhi var, otelcilerin şeyhi var, motor ustalarının şeyhi var, elektrikçilerin şeyhi var, yani birkaç kişiye bir şeyler öğreten meslek sahibi insanlara şeyh diyorlar.

Ülkemizde ise tarikat yolunda yani Allah’a (Celle Celâlühû) giden yolda, etrafına birkaç kişiyi çeviren, zikir yaptıran insanlara da şeyh derler. Bu şeyhler beş türlü olur;

Ders şeyhi: Elinize ders verir. Hangi tesbihatı ne kadar çekeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi söyler. Bunların karşılığında sevap alacağınızı anlatır.

İkincisi kürsü şeyhi: Âlimler, vaizler, müderrisler bu gruba girer. Allah-ü Teala Hazretlerinin emirlerini, Peygamber Efendimizin sünnetlerini tavsiye ederler. Hangi ayetleri ve sureleri okuyacağınızı,  Allah’ı (Celle Celâlühû) zikretmeniz gerektiğini, yapabileceğiniz tesbihatları söylerler.

Birde kabile şeyhi vardır: Şeyhlik babadan evlada, evlattan evlada geçer. Mesela Rasulullah Efendimizin torunlarının torunu, torunlarının torunu diye gelen silsileye kabile şeyhi denir.

Hal şeyhi ise: En efdali olan hal şeyhidir. Çünkü buna bizatihi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz görev verir, velayet nuruyla onu sever, Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri sevdiği gibi.

Muhammed-ül Mustafa’da bütün peygamberler ve evliyalar huzurunda, ona cübbe giydirir, taç giydirir, dua ederler ve “ümmetimi irşat edeceksin” derler. Dervişleri onu rüyalarında, rabıtalarında görürler. Hal şeyhleri, her yerde dervişlerini ikaz ve irşat ederler.

Peki, bu şeyhleri nasıl bilelim, ölçü nedir?

Şeriatta ölçüsü; kim olursa olsun, hanesi herkese açık olur, herkesi ziyarete gider.        

Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin dediği gibi; “Gel yine de gel, putperest olsan da, Mecusi olsan da, bin sefer dahi tövbe şişesini kırsan da yine de gel. Çünkü bu dergâh ümitsizler dergâhı değildir” dediği gibi kapısı herkese açık olur. Onun bunun aleyhinde konuşmaz. Sohbeti bol olur ve devamlı Allah (Celle Celâlühû) ve Resulüne sevgiden ve bunun dışındaki her şeyin atıl ve batıl olduğundan bahseder. Rasulullahın (sallallahu aleyhi ve sellem);

 “Ey ashabım size iki şey bırakıyorum; birincisi Allah’ın (Celle Celâlühû) kitabı Kur’an-ı Kerim, ikincisi Benim sünnetlerim. İkisine de sıkı yapışın, eğer birinden birini bırakırsanız dalalettesiniz, ikisine de yapışırsanız hidayettesiniz”, hadisini kendine düstur edinmiştir ve etrafındakilere de bunu tavsiye eder. Nasihati bol olur, cömert olur, herkese izzet-i ikramda bulunur.

Tarikatta ölçüsü ise; Onu görür görmez; “Allah Allah, ben bunu iyi tanıyorum, nereden tanıyorum acaba?” diye düşünürsünüz. Kalbinize bir sevgi gelir. Karşısında soracağınız soruyu unutursunuz. Soru soracağım, şöyle şöyle sorayım dersiniz yanına geldiğiniz zaman, onun cemaline bakınca, soracağınız soruyu unutursunuz. Soruyu yazdıysanız da, “Kâğıdı eve koymuşum galiba” deyip nereye koyduğunuzu bile hatırlayamazsınız. Hâlbuki üzerinizde olur. Onun yanından ayrılmayı istemezsiniz. Pür dikkat sohbetini dinlersiniz. Acele işiniz olsa dahi gitmeyi istemezsiniz. İşte böyle zatlar mürşitlerdir.

Mürşidi kamil hakikatte nasıl bilinir? O zata şu soruları sorarız;

Birincisi; “Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz size görev verdi mi? Senin şeceren var mı? Senin yolun hak yol mu? Rasulullah Efendimize kadar gidiyor mu?” diye sorarız.

Bu sorduklarımız o zatta varsa;  “İnşallah-u Teala bu yetkiler bize verilmiştir.”der.

İkincisi; “Seni rüyamda gördüğüm zaman, şeytan suretine girmesin beni azıtmasın, senin şekline suretine şeytan girer mi?”

Rasulullah Efendimiz görev verdiyse; “İnşallah-u Teâlâ girmez” der.

Hatta “Rüyanda ayet oku” der,

Şöyle ki; “Dahilek ya Rasulullah” dediğin zaman şeytan kaçar, “Dahilek Muhammedür Resulullah” dediğin zaman, şeytan, tayfa-i cin kaçar, eğer gördüğün o şahsiyet kaçmıyorsa; mürşit-i kâmildir.

Rüyanda olsun, rabıtanda olsun, Rasulullah Efendimizi davet eder, piranı davet eder, hemen gelirler.

Televizyonu açınca, bazısı biraz karlama yaparak açılır, bazısını da açtın mı hemen görüntü geliyor. İşte mürşidi kâmiller, Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler, piranlar, davet edildiği zaman bu şekilde hemen yanınıza gelirler, ama göremezsiniz siz, görmek için basiret gözü lazımdır.

Üçüncüsü de; “Zahiri olsun manevi olsun bunaldığım zaman daraldığım zaman, yardımın olur mu?”

Eğer Allah-u Teâlâ ve Resulüne uyduysa; “Allah’ın (Celle Celâlühû) izniyle benim elimde bir şey yok, her kuvvet kudret Ona aittir”, der.

O her şeyi yapandır, irşat ve ikazı o yapar. Bizler ancak tellallık yaparız, bizler anlatırız. Bizler anlatırız, sizler de duyduğunuz gibi amel edip yaşamalısınız.

Mürşidi kâmil zat dervişinin son nefesinde dahi yanında olur ve Kelime-i Şahadet’i söylemesine, imanlı gitmesine vesile olur.

Mürşid-i kâmil ahirette de üç yerde dervişlerine yardımcı olur;

Sırat Köprüsünde, mahşer yerinde, Peygamberimizin Liva-ül Hamd Sancağına götürmek için vesile olur.

Nasıl bir arabanın aküsü şarj olmaya ihtiyacı varsa insan maneviyatının da Allah (Celle Celâlühû) ve Resulünü sevebilmek için bir enerjiye ihtiyacı vardır. İşte bunu mürşid-i kâmiller verir. Onların yanına varınca cemalinden sohbetinden, feyzinden, nazarından istifade edersiniz. Dersinizi yaptıkça, zikir yaptıkça, rüyanız da onu görürsünüz. Bir hata işlediğiniz zaman yine rüyanızda sizi ikaz eder. Sizi azarlar, icabında döver.

Bugün bir kilo pırasa alırken, bir kilo elma alırken, dükkân dükkân geziyorsunuz da,  bir eşarp,  bir takke,  bir ayakkabı için,  hangisi daha iyi, hiç kimsede olmayan bende olsun diye saatlerce dolaşıyorsunuz da,  ruhunuzu teslim edeceğiniz, manevi baba diyeceğiniz zatı, niçin böyle büyük bir istekle aramıyorsunuz?